HAYATI
Bilgin ve şair. Asıl adı Mahmut’tur. 1472’de Bursa’da dünyaya geldi. 1532’de Bursa’da yaşama veda etti. Mezarı dedesi Ali Paşa tarafından yaptırılan camilerden birindedir. Babası II. Bayezid’in hazine defterdarı Osman Çelebi, dedesi Yeşiltürbe’nin nakışlarını yapan Nakkaş Ali b. İlyâs Ali’dir.
Eserlerinden edinilen bilgilere göre Muradiye medresesine devam etti ve çağının bilginlerinden dersler aldı. Nakşibendi şeyhi olan Emir Ahmedü’l Buhari’ye bağlandı. I. Selim’e sunduğu Hüsn ü Dil adlı yapıtından dolayı kendisine otuz beş akçe yevmiye bağlanan Lamii Çelebi, bu sebeple kendini dünya işlerinden çekerek tasavvufa ve yapıtlarına verdi. Yaşamı, gerek Yavuz Sultan Selim gerekse Kanuni Sultan Süleyman’a sunmuş olduğu yapıtlardan almış olduğu bağışlarla geçti. Kanuni Sultan Süleyman’ın vezirlerinden İbrahim Paşa’nın Lamii Çelebi’yi koruduğu anlaşılmaktadır. Bir ara dört bin akçelik bir vakıf kuran Çelebi, mütevelli olarak da Mevlana Muslihiddin Musa’yı (Merkez Efendi) seçmişti.
Divan edebiyatının hemen hemen her türünde yapıtlar veren Lamii Çelebi, Nakşibendiliğin ve Abdurrahman Cami’nin etkisinde kaldı. Cami’nin yapıtlarının çevirisinde gösterdiği başarıdan ötürü Cami-i Rum adı ile anılan şairin otuza yakın yapıtından sadece bir bölümü basıldı. Çevirilerinde özgürce davranmış, kimi yapıtlarını derleme yolu ile oluşturmuştur. Arapça ve Farsça bilgisinin genişliği, İslami ilimlere ve tasavvufa egemen oluşu hemen hemen her yapıtında görülmektedir. Ününü de bilgisine, yapıtlarının çokluğuna ve çevirilerine borçludur. Şair olarak, aynı çağda yaşayan ve gazel, kaside, mesnevi alanlarında ünlenen Zati, Kara Fazlı, Taşlıcalı Yahya, Baki, Hayali, Bağdatlı Ruhi ve Fuzuli gibi şairlerin çizgilerine de ulaşamamıştır.
ESERLERİ
Mensur:
- Nefahatü’l-Üns Tercümesi (Fütūhu’l-Mücāhidīn li-Tervīhi Kulūbü’l-Müşāhidīn)
- Şevahidü’n-Nübüvve Tercümesİ
- Şerefü’l-İnsan
- İbret-nüma
- Hüsn ü Dil
- Münazara-i Bahar ü Şita
- Letâifnâme
- Münşeat
- Şerh-i Dibace-i Gülistan
Manzum:
- Divan
- Guy u Çevgan
- Şehrengiz-i Bursa
- Vamık u Azra
- Vis ü Ramin
- Salaman u Absal
- Şem ü Pervane
- Ferhad u Şirin
- Maktel-i Hüseyin
- Lügat-i Manzûme
ESER ÖRNEKLERİ
MANZUM:
Şunda bir pak kız oğlan bulunur mu dellal
Yanağı gül sözü şirin dili şekker lebi bal
Beni hindu gözü cazu kaşı yay kirpiği ok
Zülfü anber nefesi misk ü teni penbe misal
***
Ol perinin şivesinden anladım bildim yakıyn
Kim hayal-i hab imiş dünyay-yı dün-i bikarlar
***
Senin gitmez başından bü havalar
Dimağın cümle toprak dolmayınca bu sergendanlığın payanı yokdur
Vücudun serteser hak olmayınca.
DİVAN’DAN
GAZELLER
GAZEL I
Gerçi hak etdi vücudum hasret-i ruyun senün
Gitmesi dilden heva-yı kadd-i dilcuyun senün
Micmer-i canın yakaldan aşk odı ben hastenün
Doydı kuy-ı üstühanumdan seg-i kuyun senün
Cana minnetdür ne navek kim urur ya kaşlarun
Olmışamdur haşre dek candan du’a-guyun senün
Berk-veş bir dem görünüp gizlenirsin ey peri
Ademiler aldadur vallah bu huyun senün
Dem vurmuşsun heva-yı müşk-i zülfinden meğer
Bu sebebden can verirmiş ey saba buyun senün
Eşigünde baş komuşsun ol mehun subh-ı ezel
Anun-içün çarha dödni ey güneş kuyun senün
Hey nice rind-i cihansın Lamii sofi-sıfat
Hankah-ı çarhı tutdı hay-ı pür-huyun senün
GAZEL II
Kış erişdi gelünüz sohbet-i şam eyleyelüm
Ya’ni kim subha-degin ayş-ı müdam eyleyelüm
Muhtesib irte yasağ eyler imiş şurb-i meye
Bu gece anun biz de tamam eyleyelüm
Akl serkeşlik edip aşkuna ram olmaz ise
Zülfüni bend edüben boynuna ram eyleyelüm
Kangı dilber ki surahı gibi ayağuna baş
Senün indirmez ise kaddini lam eyleyelüm
Arz kıl hüsnini bin Yusuf-ı Ken’an’ı bugün
Mısr’a sultan ise kapunda gulam eyleyelüm
Ola kim pir-i harabat bize ede kabul
Sakıya senden ana medh ü selam eyleyelüm
Lamii ger demeye bade-i aşkuna helal
Biz ana sohbet-i uşşakı haram eyleyelüm
MENSUR:
CAHİL DOKTOR
Bir cahil doktor ilacını satmak için Tahtakale’ye gelmiş, yaygısını yayıp eline bir kitap almış. Kah felsefeden kah doktorluktan bahseder, çeşit çeşit yalan laflar söyler. Şehrin rintlerinden bir meslektaş ileri gelip hitap eder:
-Ey olgun üstat, büyük doktor! Benim uzun zamandan beri bir acayip sıkıntım, bir tuhaf hastalığım var. Kime söylesem beni alaya alıyorlar. Tedavisinde de aciz ve hayran kalıyorlar.
Doktor der ki:
-Allahtan gelen hastalığa gülmek olmaz. Hangi dert vardır ki ona tecrübeli doktorlar çare bulamaz? Söyle sıkıntını görelim. Müslümanlar işitsin: bir şerbet vereyim, üç güne kalmasın, gitsin, haydi, söyle!
Meslektaş anlattı:
-Hastalığım şu ki ne ağzımda bir ıstırap var, ne de dudağımda, fakat tükürüğüm eğri gidiyor. Kapıyı gözlüyorum, ocağa düşüyor; pencereye tükürsem bucağa geliyor, mutlaka bir yana şaşıyor.
Doktor düşünür:
-Garip sıkıntı, tuhaf hastalık! Şuraya bir tükürsene görelim!
Meslektaş, doktorun münasebetsiz, yalan yanlış sözlerine kızarak intikam almayı düşünmüştü. Fırsat bulur, burnunda boğazında olan balgamı ağzına toplayarak doktorun suratına tükürür, yüzü gözü belirsiz olur.
Doktor:
-Behey cahil, ne yapıyorsun diye bağırır.
Meslektaş cevap verir:
-Sana dedim ki eğri tükürüyorum, işte gördün, ilacın var mı?
TAVUK ÇORBASI
Pinti Hamit, İstanbul tüccarlarının malı en çok olanlarından, en zenginlerindendi. Fakat hasisliği ve yemek içmek, para harcamak hususundaki sıkılığı son derece olduğundan “Pinti Hamitlik” ile dört yandaki şehirlere şöhreti yayılmıştı. Dünyanın fakiri, zengini ve şehrin büyüğü, küçüğü onun bu halini bilirdi.
Bir gün, insanlık bu, hasta olur ve ortalıkta görülmez. Kendisiyle muamelesi olan tüccarlardan biri bunu görmeğe ve hastalığını sormağa gelir, bir de soyulmuş tavuk getirir.
Pinti Hamit’in Devlet adlı bir ihtiyar aşçı cariyesi vardı, atasından kalmıştı. Onu çağırıp der ki:
-Devlet, şu tavuğu çömleğe koyup ocağı vur, biraz kaynatıp suyu ile bana bir çorba pişir! Tavuğu yine sakla, eğer yarın ölmezsek bir çorba daha pişir!
Böylece birçok günler geçer, Devlet tavuğu kaynatıp tüccar çorbasını içer. Nihayet bir gün Devlet tavuğu çömleğiyle birlikte getirip tüccarın önüne koyar:
-Efendi, tavuğun işi bitti ve kaynatmaktan canıma yetti, bir daha kaynarsa dağılır gider. Ondan sonra onu kim ne yapar? Ye gitsin! der.
Tüccar tavuğu bu halde görünce ah eder, dönüp Devlet’e der ki:
-Eğer bu tavuğu bir daha kaynatıp dağıtmazsan ve çorbasını getirip etini ziyan etmezsen, vasiyet edeceğim: Bu hastalıktan ölürsem seni benim malım olmaktan azat ve hatırını şad etsinler.
Devlet cevap verir:
-Efendi sen sağ ol, devletle sıhhat bul. Ben o azatlıktan vaz geçtim. Sen şu tavuğu azat et ve kendi canını şad eyle!
TİMUR İLE AHMEDİ
Naklederler ki Timur Anadolu’ya geldiği zaman İskendername sahibi Ahmedi kendisiyle konuşup anlaşarak en yakınlarından olur. Bir gün Timur’la hamamda sohbet meclisi kurarak yiyip içerler ve konuşurlar. Timur neşelenip Ahmedi’ye eydür:
-Şu benim meclisimde olan beyleri ve adamlarımı pahaya tutsana, görelim her biri ne getirir.
Ahmedi dahi her beyine bir paha söyler ve her ağasına bir para takdir eyler. Timur dahi:
-Ya ben pahada ne getirem ola? der.
Ahmedi eydür:
-Otuz beş akçe.
Timur eydür:
-Bu ne sözdür ve nice görüştür? Yalnız belimdeki peştamal otuz beş akçe değer!
Ahmedi eydür:
-Ben dahi otuz beş akçe dediğim peştamal parasıdır. Yoksa sen buçuk getirmezsin ve iki pul değmezsin der.
Timur’a nu çok hoş gelir ve Ahmedi’ye taktirler gösterip ihsanlar eyler.
LATİFE
Bir divane bir bakkal dükkanına varır, hoş adetçe selamını verir:
-Bakkal usta, bal ve yağ ve yumurta var mıdır?
Bakkal divaneyi müşteri sanıp:
-Tatlı bal ve nefis yağlarım ve taze gelmiş yumurtalarım vardır, der.
Divane eydür:
-Ya niçün kaygana yapıp yemezsin?
KAYNAKÇA: Songül Karaca, Lâmi’î Çelebi, Fütûhu’l-Mücâhidîn li-Tervîhi Kulûbi’l-Müşâhidîn (Nefehâtü’l-Üns Tercümesi): İnceleme, Tenkitli Metin, Sözlük, Dizin (Doktora Tezi, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, 2019), Mustafa Altuğ Yayla, “Lamiî Çelebi ve Onun Maktel-i Âl-i Resûl’u: 16. Yüzyıl Vaizlerinden Molla Arab’ın Maktel Karşıtlığına Yakından Bakmak,” içinde IV. Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi, Bildiriler Kitabı – III (Edebiyat – Tarih), (İstanbul: İlem Yayınları, 2015)