HAYATI

Yazar. 1865’te İstanbul’da dünyaya geldi. 27 Mart 1945’te İstanbul’da yaşama veda etti. Bazı yapıtlarını Mehmet Halit, Halit imzaları ile kaleme aldı. Helvacızadeler adıyla tanınan Uşak kökenli bir aileye mensuptur. Ailenin bir kolu sonradan İzmir’e yerleşmiş ve Uşşakizadeler adıyla tanınmıştır. Büyükbabası dönemin tanınmış halı tüccarlarından Hacı Ali Efendi, babası İstanbul’da yine halıcılıkla meşgul olan Hacı Halil Efendi’dir. Halit Ziya, ailenin İstanbul’a taşınmasından sonra Eyüp Balcılar’daki bir kira evinde dünyaya geldi. Babası eski edebiyat ve tasavvuf kültürüyle birlikte Batılı hayat tarzına da yabancı olmayan, çocuklarını ara sıra Beyoğlu’ndaki tiyatro temsillerine götüren bir adamdı. Çocukluk yılları, babasının daha sonra Şehzadebaşı’nda inşa ettirdiği konakta zengin ve kalabalık bir aile ortamında geçti. Öğrenimine Mercan’daki mahalle mektebinde başladı, daha sonra ailesine haber vermeden Fatih Askeri Rüştiyesi’ne yazıldı. Edebiyat ve özellikle tiyatro ile bu yaşlarda daha yakından ilgilenmeye başladı. Kırk Yıl adlı anılarında anlattıklarına göre, Âşık Garip, Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun öyküleriyle Binbir Gece Masalları’nı bu sırada okudu. Edebiyata karşı ilgisinin gelişmesinde babasıyla birlikte Gedikpaşa Tiyatrosu’nda seyretmiş olduğu oyunlar etkili oldu. Büyükbabası her istediği kitabı aldığı için de yaşıtlarına göre oldukça zengin bir kütüphaneye sahipti.

1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) sonrasında İstanbul’da işleri bozulan Halil Efendi, ailesini İzmir’e taşıyınca, Halit Ziya da öğrenimini İzmir Rüştiyesi’nde sürdürdü. Bu arada özel hocalardan Fransızca öğrendi. Katolik rahiplerin Ermeni çocuklar için İzmir’de kurduğu Machitariste adlı okula devam etti, burada gayrimüslim çevre ile kurduğu ilişkier sonucu alafranga eğilimleri arttı. Okulda Fransızca ile birlikte İtalyanca da öğrendi. Bir yandan da Ahmet Mithat ve Namık Kemal gibi dönemin tanınmış yazarlarıyla birlikte Jules Verne, Eugène Sue gibi yazarları asıllarından okumaya başladı, hatta bunlardan Ponson du Terrail’ın bir yapıtını Türkçeye çevirmeye çalıştı. Henüz okulda okurken fenni içerikli bir yazısı Uşşakizade Mehmet Halit imzasıyla Hazine-i Evrak’ta yayımlandı, daha sonra Tercüman-ı Hakikat’te de bazı edebi yazıları çıktı. 1883 sonlarında rüştiyeden mezun oldu, ancak öğrenime devam edemedi. Bu arada yine bir özel hocadan İngilizce dersleri aldı.

1884’ten başlayarak Envar-ı Zekâ dergisine yazmaya başladı. Aynı yıl İzmir’deki yakın arkadaşlarından Tevfik Nevzat ve Bıçakçızade Hakkı ile birlikte İzmir’in ilk edebiyat dergisi olan Nevruz’u çıkarmaya başladı (1 Mart-15 Ağustos 1884, 12 sayı). Dergide Tevfik Nevzat şiirler yazıyor, Bıçakçızade Hakkı Arap-Fars edebiyatlarından çeviriler yapıyor, Halit Ziya da “Tuvalet Masası” adlı bir dizi yazı ile tuvalet eşyası hakkında bilgi veriyordu. Halit Ziya’nın George Ohnet’den çevirdiği Demirhane Müdürü adlı roman da tefrika halinde bu dergide yayımlandı. Bazı edebiyat tarihçileri, Halit Ziya’nın derginin 3. sayısında yayımlanan “Genç Kız” adlı yazısının, onun diğer bütün yapıtlarının dikkati çeken özelliğini oluşturan sanatkârane düzyazının ilk örneğini ortaya koyduğunu belirtmektedirler. Goncourt Kardeşler, Gustave Flaubert ve Paul Bourget’nin yapıtlarını yine bu sırada okuyan Halit Ziya’nın üslubunda belirli bir değişme ve gelişme olduğu açıkça görülüyordu.

1885’te, Hariciye Nezareti’nde bir memurluğa girmek isteğiyle İstanbul’a gitti; istediği memurluğa giremedi, ama Muallim Naci ve Ebüzziya Tevfik gibi dönemin önde gelen bazı edebiyatçılarıyla tanışma fırsatı buldu. Ayrıca, biraz da arkadaşı Abdülhalim Memduh’un özendirmesiyle Fransa Edebiyatının Numune ve Tarihi adıyla bir kitap yazmaya başladı. Albert, Nisard, Sainte-Beuve ve Vapereau gibi yazarların yapıtlarından yararlanılarak hazırlanan ve Türkçede Fransız edebiyatı hakkındaki ilk kaynak olan bu yapıt aynı yıl yayımlandı.

Ancak annesinin hastalanması, ayrıca İstanbul’da aradığını bulamaması üzerine bir süre sonra yeniden İzmir’e döndü. Önce İzmir Rüştiyesi’nde Fransızca hocası olarak, daha sonra Osmanlı Bankası’nda memur olarak çalışmaya başladı. 1886’dan başlayarak da İzmir İdadisi’nde Türk edebiyatı dersleri verdi. 1886’da Tevfik Nevzat ile birlikte İzmir’in kültür ve edebiyat hayatına canlılık getiren Hizmet ve Ahenk gazetelerini çıkarmaya başladı. Aynı yıl, ilk romanı olan Sefile’yi Hizmet’te tefrika etti. Gazetede düzyazı şiirleri yanında pek çok küçük öyküsü ve edebiyat üzerine yazıları çıktı. 1889’da Hizmet’in “Küçük Kitaplar” dizisi içinde Mensur Şiirler’i yayımlandı. Daha önce gazetede parça parça yayımlandığı için fazla ilgi görmeyen düzyazı şiirleri kitap haline gelince edebiyat çevrelerinin ilgisini çekti. İzmir dönemine ait ilk yapıtı olan Bir Muhtıranın Son Yaprakları adlı öykü kitabı da 1888’de yayımlandı. Bu kitabın yayımlanışından sonra Recaizade Ekrem ile mektuplaşmaya başladı. Hizmet’te tefrika edilen Sefile’yi kitap halinde yayımlamak üzere İstanbul’a gönderdi, ancak yapıt “âdâb-ı İslamiyeye aykırı” bulunarak yayımlanmadı. Bu sırada geniş bir yayım faaliyetine girdiği görülen Halit Ziya’nın Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası, Bir Muhtıranın Son Yaprakları, Nemide, “Dayda” ve “Deli” adlı yapıtları hep bu günlerde ortaya çıktı. Yine bu günlerde, çok sevdiği ve yetişmesinde büyük etkisi olan annesini kaybetti (1888). Biraz annesinin ölümü, biraz da ölüm temasını işlemenin o dönemde bir tür moda olması nedeniyle Mezardan Sesler ile üçüncü romanı olan Bir Ölünün Defteri’ni kaleme aldı. Önce Hizmet’te tefrika edilen bu roman 1893’te İstanbul’da kitap halinde yayımlandı. Halit Ziya Kırk Yıl’da, bu romanının “üslubunun istikrar noktası” olduğunu belirtmektedir. Daha sonra yazdığı Bu muydu? ve Heyhat adlı yapıtları da önce Hizmet gazetesinde tefrika edildi.

1889’da Köse Raif Paşa’nın yeğeni Memnune Hanım’la evlendi, aynı yıl Uluslararası Paris Fuarı’na katıldı, dönüşünde gezi izlenimlerini Vakit gazetesiyle Hizmet’te yayımladı. Avrupa’dan döndükten sonra yazdığı Ferdi ve Şürekâsı önce yine Hizmet’te tefrika edildi. Bir süre sonra aile içinde arka arkaya bazı ölümler oldu; önce çok sevdiği büyükbabasını, sonra amcasını ve ilk çocuğu Vedide’yi kaybetti. Aile dağılır gibi oldu, babasıyla kayınpederi İstanbul’a gittiler. Kendisi de çalıştığı bankadan ayrıldı; İzmir’e yeni atanan Vali Abdurrahman Paşa’nın önerisi üzerine Vilayet Mesalih-i Ecnebiye Kalemi başkâtipliğine getirildi (1893) Bu dönemde bir yandan da Hizmet’te Hint, Rus, İskandinav ve İbrani edebiyatlarını tanıtıcı yazılar kaleme aldı, ayrıca 19. yüzyılın tanınmış bir kısım öykücülerinden çeşitli öyküler çevirdi. Daha sonra bu öyküler Nâkil adıyla kitap halinde de yayımlandı.

Bir süre sonra İstanbul’dan, Reji İdaresi’nden başkâtiplik teklifi alınca, hiç düşünmeden, dokuz yıl süren İzmir dönemini noktalayarak, edebiyat çevrelerinde az çok tanınmış bir yazar olarak İstanbul’a gitti (4 Mart 1893). Reji İdaresi’nde önce Muhaberat-ı Türkiye başkâtibi olarak göreve başladı, sekiz ay kadar sonra aynı kalemin müdürlüğüne yükseldi. 1909 Nisanına kadar 16 yıl Reji İdaresi’nde çalıştı ve maddi bakımdan oldukça iyi olanaklar elde etti. Bu dairedeki görevi bir tür çevirmenlik olduğu için, vaktinin büyük bir kısmını okumaya ve yazmaya ayırabiliyordu. Reji’deki çalışma odası kısa sürede Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit gibi dönemin genç yazarlarının uğrak yeri haline geldi. İstanbul’a yerleştikten bir süre sonra Hüseyin Siret, Ahmet Rasim, Rıza Tevfik, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci, Recaizade Ekrem, Ali Ekrem, Ahmet İhsan, Ahmet Hikmet, Safveti Ziya, Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin gibi dönemin tanınmış edebiyatçılarıyla tanıştı, bir kısmıyla ölümüne kadar sürecek dostluklar kurdu. Böylece bir süre sonra Servet-i Fünun topluluğunu oluşturacak isimler de bir araya gelmiş oldu. Bu sırada İstanbul’da dağınık şekilde devam eden edebi etkinlikler yavaş yavaş eski ve yeni edebiyat biçiminde belli başlı iki grup halinde bir oluşuma doğru yöneldi.

Halit Ziya’nın İstanbul’a gittikten sonra “Canbaz Kız” adlı öyküsü Nisan 1893’te Servet-i Fünun’da yayımlandı. 1894’ten başlayarak Mektep dergisinde yazmaya başladı. Recaizade Ekrem’in önayak olmasıyla Tevfik Fikret’in Şubat 1896’dan itibaren Servet-i Fünun dergisinin başına geçmesi ve derginin bütünüyle edebi bir kimlik kazanmasından sonra, burada yazmaya başladı. Kısa zamanda Cenap Şahabettin, Hüseyin Cahit, İsmail Safa ve Mehmet Rauf’un da katılmasıyla oluşan Edebiyat-ı Cedide hareketinin en önemli isimlerinden biri oldu. Edebiyat dünyasında ilk ününü sağladığı Mai ve Siyah adlı romanı Mayıs 1896-Mart 1897 arasında Servet-i Fünun’da tefrika edildi. Bunun yanında yine burada telif ve çeviri çeşitli öyküler yayımladı. 1898’de bu defa Aşk-ı Memnu romanı tefrika edildi. Bu sırada Servet-i Fünun yanında Musavver Fen ve Edep dergisiyle İkdam ve Sabah gazetelerinde yayımlanan küçük öykülerini Bir Şi’r-i Hayal (1897), Solgun Demet (1898) ve Bir Yazın Tarihi (1900) adlı kitaplarda bir araya getirdi. Giderek alevlenen eski ve yeni edebiyat tartışmalarının mümkün olduğu kadar dışında durmaya çalıştı, polemiklere katılmadı. 1901’de Kırık Hayatlar tefrika edilirken Hüseyin Cahit’in bir yazısı yüzünden dergi tatil edilince, tefrika da yarım kaldı. Servet-i Fünun’un kapanmasıyla birlikte yazı hayatı da önemli ölçüde aksadı. 1905’te, Yeşilköy’de yaptırdığı yeni evine taşındı. Yine bu yıllarda Ahmet Haşim, Hamdullah Suphi [Tanrıöver], İzzet Melih [Devrim], Reşit Saffet [Atabinen] gibi gençler Halit Ziya aracılığıyla Reji İdaresi’ne girdi ve zamanla burada bir edebiyat çevresi oluştu.

Biraz da dönemin siyasi koşulları ve sıkı sansür yüzünden II. Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908’e kadar edebi çalışmalarını büyük ölçüde azalttı. Ağustos 1908’de Reji komiserliğine atandı. Aynı günlerde Darülfünun’da Batı edebiyatı derslerini vermekle görevlendirildi, bir süre sonra estetik derslerini de vermeye başladı. II. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle birlikte bir anda hareketlenen edebiyat ve yayın dünyasında Sabah, Tanin, Mehasin, Şûra-yı Ümmet, Musavver Muhit, Servet-i Fünun ve Resimli Kitap gibi çeşitli gazete ve dergilerde adı yeniden görülmeye başlandı. Ayrıca Sahne-i Osmani’nin edebi heyeti ile Aralık 1908’de kurulan Türk Derneği’nin çalışmalarına fiilen katıldı. 31 Mart Olayı’ndan (1909) kısa bir süre önce birçok arkadaşı gibi o da İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdi; daha sonra cemiyetin önerisiyle V. Mehmet Reşat’ın Mabeyin başkâtibi oldu (Nisan 1909). Bu görevi Temmuz 1912’ye kadar devam etti; bu sırada bir süre de âyan üyeliği yaptı. Temmuz 1912’de Ahmet Muhtar Paşa başkanlığında kurulan Büyük Kabine onu İttihatçı sayarak görevinden uzaklaştırdı. O da böylece, bir süredir uzak kaldığı edebiyat dünyası ile Darülfünun’daki derslerine yeniden kavuşma fırsatı buldu. Yine bu sırada Reji’nin yerini alan Tütün İnhisarı’nın idare meclisi başkanlığına atandı. 1912-14 arasında Darülfünun’da Batı edebiyatı ve estetik dersleri verdi. Yine bu sırada Yunan Edebiyatı (1912) ve Latin Edebiyatı (1912) adlı kitaplarını yayımladı. Bu dönemde hocalık dışında Maarif Nezareti’nce oluşturulan Istılahat-ı İlmiye Encümeni ile Darülbedayi’nin edebi heyetinde, Cemiyet-i Umumiye-i Belediye ve Meclis-i Umumi-i Vilayet gibi çeşitli kurullarda görev yaptı.

1914’te, I. Dünya Savaşı’nın başladığı günlerde tedavi olmak amacıyla, ama resmi bir görevle ailesiyle birlikte yurtdışına çıktı. Belirli aralıklarla Paris, Bükreş, Viyana’da ve Almanya’nın çeşitli şehirlerinde bulundu. 1918 sonlarında yurda döndü, Avrupa gezisine ait anı ve izlenimlerini Tanin’de yayımladı. Bu dönemde daha çok İkdam, Tanin, Vakit ve Peyam-ı Sabah gazetelerinde zaman zaman siyasal, toplumsal ve edebi yazılar yazdı.

Cumhuriyet’in ilanından sonraki yıllarda Halit Ziya’ya herhangi bir resmi görev verilmedi, buna karşılık bu dönem onun yazı hayatına yeniden döndüğü verimli bir dönem oldu. Bir ara Matbuat Cemiyeti başkanlığına getirildi. 1923-30 arasında daha çok Hayat, Milli Mecmua, Güneş ve Resimli Ay dergilerinde öykü ve anı tarzında yazıları yayımlandı. Bir süre de Cumhuriyet ve Son Posta gazetelerinde sanat ve edebiyatla ilgili yazılar yazdı. Yine bu yıllarda Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu ve Kırık Hayatlar adlı romanlarını yeniden ele aldı ve yapılarına dokunmadan, dillerini dönemin sadeleşme hareketi doğrultusunda biraz sadeleştirerek yeniden yayımladı. 1936’da, bir yanıyla doğrudan doğruya kendi hayatına, bir yanıyla da II. Abdülhamit dönemine ve Servet-i Fünun hareketine ışık tutan, aynı zamanda Türk edebiyatının bu türdeki en güzel örneklerinden biri kabul edilen anıları Kırk Yıl’ı yayımladı. Bunu 1942’de Saray ve Ötesi izledi. Bu anılar dönemin edebiyatçıları arasında büyük yankılar uyandırdı. Ayrıca Akşam, Varlık, Muhit, Yedigün ve Anayurt dergilerinde öykü ve makaleleri yayımlandı.

1937’de Tiran elçiliğinde başkâtip olarak çalışan oğlu Halil Vedat’ın intiharı kendisini çok sarstı. Oğlu ile ilgili anılarını Bir Acı Hikâye adıyla yayımladı (1942). Oğlunun intiharından sonra bir çeşit inzivaya çekildi, hemen hemen hiç kimseyle görüşmedi. Üç ay kadar hasta yattı ve her türlü tedaviyi reddetti. 1905’ten beri oturduğu Yeşilköy’deki köşkünde öldü, Bakırköy Mezarlığı’na, oğlu Halil Vedat’ın mezarının yanına gömüldü. Ölümü dönemin edebiyat ve sanat çevrelerinde büyük üzüntü uyandırdı, çeşitli gazete ve dergilerde hakkında yazılar yazıldı, bazı özel sayılar hazırlandı.

Halit Ziya altmış yıl kadar devam eden yazı hayatında öykü, roman, düzyazı şiir, tiyatro, anı, hitabet, makale ve edebiyat tarihi gibi değişik türlerde yapıtlar vermiş, özellikle öykü ve romanlarıyla yenileşme dönemi Türk edebiyatına damgasını vurmuştur.

EDEBİ KİŞİLİĞİ

Türk romanın en belirgin öncülerinden ve geliştiricilerinden biri olan Halit Ziya Uşaklıgil, edebiyata Fransızcadan ve İngilizceden bazı küçük hikayeler çevirmekle girmişti. Bu yazı çalışmalarını çeşitli konulardaki ansiklopedik ve zamanına göre yenilik taşıyan çeşitli sohbet ve makaleleri izledi. Daha sonra nesir niteliğinde şiirler kaleme aldı. Onun bu ürünlerine verdiği “mensur şiirler” adı zamanında çok yadırganmış, bu yazılara karşı “Canım, şiirin de mensuru olur muymuş?” gibilerinden söylenmeler ve dudak bükmeler olmuştu. Oysa sonraları kendisinin terk ettiği bu türde Mehmet Rauf, Yakup Kadri, Ruşen Eşref ve daha başka edebiyatçılar önemli ve oldukça beğenilmiş örnekler verdiler.

Halit Ziya, bu hazırlıklardan sonra ilk roman denemelerini yaptı. Bu denemelerinde hem çok yakından izlediği Fransız realistlerin, hatta natüralistlerin hem de Namık Kemal ve Ahmet Mithat Efendi gibi Türk yazarlarının etkisi seziliyordu; dolayısıyla bunlar gerçek bir kişilik taşımıyorlardı. Bunlardan sonra romanda ilk ve oldukça başarılı atılımı sayılan “Ferdi ve Şüreka” adlı yapıtını yazdı. İlk roman denemelerini onun çıraklık dönemi ürünleri sayan bazı kimseler “Ferdi ve Şüreka” adlı yapıtı Halit Ziya’nın kalfalık dönemi çalışmalarına örnek olarak gösterirler. Ama o asıl ustalık dönemi romanlarını ve bu alanda kendisini en iyi temsil eden ürünlerini, İstanbul’a gelip Servet-i Fünun topluluğuna katıldıktan sonra meydana getirdi. Bunlar kendisinin en mükemmel eserleri olduğu kadar, Türk romancılığının da çok belirli bir aşamasını teşkil etmektedir.

İlk gençlik yıllarından sonra ilk roman denemelerinde fazla marazi, bir hayli romantik havada gözüken Halit Ziya, bu sonrakilerde realizme, ferdin ve toplumun ortak alınyazılarına yöneldi. Çağdaşı bulunduğu Fransız romancılarının, özellikle Paul Bourget’nin etkisinde kaldı. Onun roman havasını Türk edebiyatına adapte etmek istedi. Bunda bir yandan başarıya ulaşırken, bir yandan da başarısızlıklara uğradı. Örneğin geniş yığınlara ve gerçek Türk toplumunun inemeyip çoğu zaman alafranga yaşama yönelik bir ortamda kaldı; kendisine yöneltilen hücumların ağırlık noktalarından biri de – bu yüzden- onun bu alafrangalık tarafı oldu.

Romanlarında insan ruhu üzerinde çok zaman güçlü ve canlı gezintiler yapmasını başarabilen Halit Ziya, zaman zaman ferdin iç dünyasından onun çevresine de inme denemeleri yaptı. Ne var ki bu çevrelerdeki dolaşmaları geniş ve yaygın alanlara yayılmadı; belli sınırları geçemedi. Hele ferdin iç dünyasından açılıp çevredeki tereddütlü adımlarla dolaşmalarında mesafeyi hemen daima sınırlı tuttu. Bundan dolayı kendisine yöneltilen “İstanbul’un alafranga ve batıya yüzeyden yönelik, biraz bizden koymuş sınıflarının romancısıdır; taşra halkı bir yana, İstanbul’un asıl ve gerçek yerli halkıyla bile yüz yüze gelememiştir” yolundaki suçlamalar pek de haksız sayılmaz.

Halit Ziya’nın konularını, kişilerini, kahramanlarını ve ortamı seçmesi bakımından eleştirmek mümkündür ve kolaydır. Ancak bütün bunlar bir yana bırakıldıktan sonra, kendisini büyük ve usta romancı saymamak mümkün ve kolay değildir. Onun için “Türk romancılığının babasıdır” denmiştir. Bu söz, eskimiş ve çok çiğnenmiş de olsa, muhakkak ki bir gerçeği yansıtmaktadır. Bizde roman Halit Ziya’dan otuz yıl kadar önce başlamış, fakat ona gelinceye kadar hemen hemen dişe dokunur hiçbir gelişme göstermemişti. Romanda teknik, hikaye ediş, plan gibi çok önemli hususlar onunla başladı, onunla ve ondan sonra gelişti ve – hakçasına söylemek gerekirse- ondan sonraki yetmiş yıla yakın süre içinde, başka bazı hususlarda kendisini pek çok geride bırakan romancılarımız, şu sayılan hususlarda Halit Ziya’yı hiçbir zaman büsbütün gölgeleyemediler.

Romanın kendine özgü bir dili vardır ki Halit Ziya bu konuda da büyük ve seçkin bir başarıya ulaşmıştır. Ancak bu “dil” ile kastettiğimiz “roman dili”dir ve bu da romana özgü bir tekniği gerektirir. Onun seçkinliği ve başarısı bu özelliğindendir. Yoksa bu ünlü sanatçının romanlarında kullandığı dil ve anlatım sadelik açısından hiç de o kadar övülecek nitelikte değildir. Bu dil ve anlatım bir roman için çok süslü, pek çok yabancı kelime ve tamlamalarla doludur, fazla “şairane”dir; bütün bunlardan başka zincirleme birbirini izleyen pek uzun cümleler okuyucuyu gerçekten yoracak yapıdadır. Yazar bu noksanını kendisi de sonraları idrak ve kabul etmiş, eserlerinin bir kısmını –bu çeşit dil ve anlatım bakımından- belli bir oranda sadeleştirmiştir. Ne var ki bu sadeleştirme de onun kendi anlayış ve ölçülerine göredir ve günümüze bunlar da çoktan yetersiz duruma gelmiştir.

Halit Ziya, romanda olduğu gibi, hikaye türünde de bizde ilk ve gerçek temsilcisidir. Başka bir deyimle küçük hikaye tarzının ancak onunla ilk başarılı ve yetenekli örneklerini vermiş olduğunu söylemek yerinde olur. Çok güçlü bir gözlemci olan Halit Ziya, hikayelerini son derece kolaylıkla yazmış ve sayıca da çok yazmıştır. Etrafını çevreleyen büyüklü küçüklü, önemli önemsiz hemen her olaydan kolaylıkla bir hikaye çıkarmasını başaran yazarın: “Bana üç beş isim veriniz, basit bir olayı parmakla işaretleyiniz, size derhal bir hikaye takdim edeyim” dediği söylenir. Bu kadar kolay, bu kadar rahat bir hikaye yazan Halit Ziya’nın bu tür eserleri, romanlarına oranla, çok zaman daha tabii ve daha yerlidir. Üstelik bunlardaki dil ve anlatımda romanlarındaki özenti ve zorlama da pek göze çarpmaz. Öte yandan hikayelerindeki konular ve kahramanlar, çoğu zaman, alafranga semtlerden ve belirli insanların serüvenlerinden sıyrılmıştır. Okuyucu bunlarda daha çok kendisini ya da kendisine benzeyen tipleri görür. Halit Ziya’nın hikayelerinde toplumsal olaylara doğru da bir ilerleme görüldüğü gibi İstanbul dışına taşan, Anadolu’yu bir hava göze çarpar.

Tiyatro ile de ilgilenen, telif ve adapte üç tiyatro eseri bulunan Halit Ziya’nın en başarısız çalışma alanı budur. Onun üç tiyatrosu da, üzerlerinde durulmaya değmeyecek kadar, önemsiz ürünlerdir.

Ansiklopedik konulardan başlayarak çeşitli çeviriler yapan, gezi notları kaleme alan, sohbetler ve makaleler yazan Halit Ziya’nın romanları ve hikayeleri dışındaki en önemli eserleri anılarıdır. Türk edebiyatında anı türünde onun kadar zengin eser vermiş sanatçı azdır. Halit Ziya’nın bu anılarının büyük çoğunluğu belli bir dönemin fikir, sanat, siyaset alanlarına ışık tutma bakımından da değerli birer kaynak niteliği taşırlar. O, anılarında kendi özel yaşamından çok daha fazla, içinde bulunduğu günlerin ve ortamların gerçekleri yansıtmayı amaç edinmiştir.

Eserlerinde ve sanat hayatında olduğu gibi kişisel yaşamında da ölçülü, düzenli, ince ve zarif bir insan olarak göze çarpan Halit Ziya, Türk edebiyatının ve gelecekteki Türk kuşaklarının, kendisine her zaman sevgi ve saygı duyacakları bir büyük yazardır.

ESERLERİ

Roman:

  • “Sefile”, (Hizmet’te tefrika halinde kalmıştır) 1885
  • Nemide, İzmir: Hizmet Mtb., 1307/1889
  • Bir Ölünün Defteri, İzmir: Hizmet Mtb., 1307/1889
  • Ferdi ve Şürekâsı, İst.: Nişan Berberyan Mtb., 1312/1894
  • Mai ve Siyah, İst.: Âlem Mtb., 1313/1897
  • Aşk-ı Memnu, İst.: Edebiyat-ı Cedide Ktp., 1900
  • Kırık Hayatlar, İst.: İkbal, 1342/1924
  • Nesl-i Ahir, (yarım kalmış tefrika) İst.: İnkılâp, 1990

Öykü:

  • Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası, İst.: Mihran Mtb., 1306/1888
  • Bir Muhtıranın Son Yaprakları, İst.: Mihran Mtb., 1306/1888
  • Küçük Fıkralar, 3 c., İst.: İkdam Mtb., 1314/1896
  • Bu muydu?, İst., 1314/1896; Heyhat, 1896
  • Bir Yazın Tarihi, İst.: Âlem Mtb., 1316/1900
  • Solgun Demet, İst.: Edebiyat-ı Cedide Ktp., 1317/1901
  • Bir Şi’r-i Hayal, İst.: Matbaa-i Hayriye, 1330/1914
  • Sepette Bulunmuş, İst.: Şule Neşriyat, 1920
  • Bir Hikâye-i Sevda, İst.: Sabah Mtb, 1338/1922
  • Hepsinden Acı, İst.: Sühulet Ktp., 1934
  • Aşka Dair, İst.: Semih Lütfi, 1935
  • Onu Beklerken, İst.: Hilmi, 1935
  • İhtiyar Dost, İst.: Cumhuriyet Mtb., 1937
  • Kadın Pençesi, İst.: Hilmi, 1939
  • İzmir Hikâyeleri, İst.: Cumhuriyet Mtb., 1950

Oyun:

  • Kâbus, İst.: Ahmet İhsan ve Şürekâsı, 1334/1918
  • Füruzan, (A. Dumas Fils’ten uyarlama) İst.: Ahmet İhsan ve Şürekâsı, 1334/1918
  • Fare, (E. Pailleron’dan uyarlama) İst.: Cihan Mtb., 1341/1924

Düzyazı Şiir:

  • Mensur Şiirler, İzmir: Hizmet Mtb., 1307/1889
  • Mezardan Sesler, İzmir: Hizmet Mtb., 1307/1889

Anı:

  • Kırk Yıl, 4 c., İst.: Matbaacılık ve Neşriyat, 1936
  • Saray ve Ötesi, 3 c., İst.: Hilmi, 1940-42
  • Bir Acı Hikâye, İst.: Hilmi, 1942

Hitabet:

  • Birkaç Yaprak, İst.: A. Asaduryan Mtb., 1316/1898
  • Edebiyat Tarihi:
  • Garptan Şarka Seyyale-i Edebiye: Fransa Edebiyatının Numune ve Tarihi, İst.: Matbaa-i Ebüzziya, 1303/1885
  • Hikâye, İst.: Vatan Kitaphanesi, 1307/1889 (yb haz. Nur Gürani Arslan, paralel metin, YKY, 1998)
  • Tarih-i Edebiyat-ı Garbiyeden Fransız Edebiyatı Dersleri, İst.: Darülfünun Mtb., 1329/1913
  • Yunan Tarih-i Edebiyatı, İst.: Matbaa-i Amire, 1331/1912
  • İspanyol Edebiyatı, 1913
  • Alman Tarih-i Edebiyatı, 1914
  • Latin Tarih-i Edebiyatı, İst.: Matbaa-i Amire, 1915
  • Makale: Kenarda Kalmış, İst.: İkbal, 1342/1924; Sanata Dair, 4 c., 1938-63

Diğer:

  • Hesap Oyunları, İzmir: Hizmet Mtb., 1308/1890
  • Fransızca Muallimi, İst.: Mihran Mtb., 1306/1889
  • Tuhfe-i Letaif, İzmir: Hizmet Mtb., 1308/1890
  • Mebhasü’l-kıhf, İzmir: Hizmet Mtb., 1308/1890
  • Bukalemun-ı Kimya, İzmir: Hizmet Mtb., 1308/1890
  • Kanun ve Fenn-i Vilade, İst.: Nişan Berberyan Mtb., 1311/1893
  • İlm-i Sima, İst.: Nişan Berberyan Mtb., 1311/1893

Çeviri:

  • Demirhane Müdürü (G. Ohnet), İst.: Mahmut Bey Mtb., 1300/1888
  • Nâkil, (öyküler) 4 c., İst.: 1311-12/1893-94.
ESER ÖRNEKLERİ
MAİ VE SİYAH

Aşağıdaki örnek, romanın ana kahramanı olan Ahmet Cemal’in mavi ümit ve hayallerinin siyaha dönüşümünü anlatan bölümünde alınmıştır.

“Odasında büsbütün yalnız kalmak, yalnızlığından emin olmak için kapısını sürmeledikten sonra bütün burada duygularına sırdaş olan şeylere; arkadaş resimlerine, kitaplara, duvarda kendisini görmekten haz duyuyormuş gibi tebessüm ederek bakıp duran mektebe yapılmış tablolara baktı. “Bugün sizin tesellinizin kollarına başka bir ıstırapla geliyorum, bana her zamankinden daha fazla gülünüz” demek isteyen, merhamet arayan şaşırmış gözlerle baktı. Bu odacık, bu mini mini köşecik onun, yalnız onundu. Burada ne utanılacak yabancılar, ne sıkılacak arkadaşlar vardı. Burada yalnız kendisinin hayalinden başka bir şey yoktu. Bu duvarlar, şu minderle yatak, bütün bu ufak tefek; senelerden beri onun kalbiyle birlikte çarpışmış, onun hayatının nefesiyle teneffüs etmiş, onun öz niteliğiyle gelişip kabarmıştı. Burada kendisini olduğu gibi gösterilebilir, burada hiç utanmayacak, nefsini zapt etmeye lüzum görmeyecek kalbinin olanca yaralarını şu sessiz fakat şefkatli, mahrem dostlarının önüne serebilirdi. Evet, burada dünden beri baskını arttıra arttıra kendisini hasta eden ıstırap feryadını salıvermek mümkündü; ve salıverdi.

Bu evvela boğuk, kısık bir inilti gibi başladı. Karyolasının yüksek demirlerinden birini tuttu. Başını, ateşler içinde yanan başını bu soğuk demire dayadı, gözlerini kapadı.

Şimdi bütün matemler hep birden uyanmıştı. Bunlar birbirine karışıyor, babasını, kız kardeşi İkbal’i, Lamia’yı zihninin içinde bir şimşek tekrarlamasıyla birbirini takiben levhalar gibi bir silsile şeklinde görüyordu.

Babasının ölümünden sonra geçen beş senelik – ancak beş senelik- zaman içinde hayatın ne zalim sillelerine uğramıştı. Daha hayatın henüz başlangıcında iken bundan sonra kırılmış emellerle, sönmüş hülyalarla, unutulmaz matemlerle istikbalin önüne çıkarak: “İşte ben bu omuzları çöktüren yüklerle yaşayacağım” diyecekti. Ah.. Bundan sonra yaşayacağı seneler… Kim bilir belki yirmi sene, belki kırk sene. Artık gücü kalmamıştı. O nasipsiz, ümitsiz senelerin kuru geçişi içinde kırık bir hayatı sürüklemek onun için ne büyük bir işkenceydi.

“Nasıl yaşayacağım?” diyordu. O zaman yine babasının, İkbal’in, Lamia’nı çehreleri birer birer, bazen melül mana ile yavaş yavaş, bazen ondan kaçmak için isteyerek, uçup silinerek zihninin içinden geçiyordu.

Şimdi ağlıyordu. Sakin ve ağır ağır sızan yaşlarla, güçsüzlüğün, ye’sin yorgunluğu, bitkinliğiyle akacak sıcak ve iri damlalarla ağlıyordu. Ne için bu kadar hülya esiri olmuştu.

Biraz hayatın maddi yönlerini de düşünmüş, bu toprak parçasının üstünde bir şiir bulutuna sarınarak uçmak için çalışmamış olsaydı bugün bu kadar mağlup olmayacaktı.

En küçük sebepleri en büyük hülyalar için yeterli saymış, kendisine sahte temeller üzerine kurulmuş bir hayat vücuda getirmişti. İşte şimdi gerçeğin insafsız rüzgarları üzerinden geçtikçe o hülyaları hep birer birer düşürmüş, onu şuracıkta en küçük bir yaşamak arzusundan tam bir yoksunluk içinde bırakmıştı.

O zaman eserini düşündü. Ah bu eseri! Fakat şimdi ona ne lüzum var? O artık ölmüş bir çocuğun boş ve soğuk gömleğinden başka bir şey miydi?

Yazıhanesine gitti. O defteri – bir vakitler eline aldıkça göğsünü gururla şişiren defteri- bugün bir ölü yadigarı gibi soğuk bir hisle aldı. Aramaksızın hemen bir yerinden açarak baktı. Okumadı. Okumak için bir heves duymadı. Ondan bir soğukluk sızarak sanki vücudunu üşütüyordu.

Ah bu eser! Bir vakitler bunun için neler kurmuş, ondan neler beklemişti!

Şimdi o kadar çocuk olduğuna utanıyordu. Bu kendisine ne kazandırabilirdi? Merak ederek bir göz atacakken kayıtsız bir tebessümünden, fena bulmaya hazırlanmış beş on arkadaşın ağzında yalan tebriklerden başka bu eserden ne ümit olabilirdi? O buna hayatının en güzel parçasını feda etmiş, gençliğinin en kıymetli hararetini ve ruhunu bırakmıştı. Bunu ahmakça bir hülyanın yanıltıcı görüşüyle aldanmış gözlerine başka türlü görünen basın sahasına attıktan sonra ne olacaktı? Bunun sevinç ve mutluluğu ne kadar sürecekti? Bir hafta, belki on beş gün… Daha sonrası ebedi bir unutuluş! Yalnız on beş günlük bir mestlik lezzeti için ne tahkirlere hedef olacak, ne kıskançlıklarla karşı karşıya gelecekti. Gözlerinin içi size inandırmak istedikleri şeyin ziddiyle gülen birtakım adamların: “Bu ne ulvi şiir!” deyişlerinden nasıl üşüyecekti.

Halbuki o, o biçare hastalıklı dimağ… Şimdi arkadaşı Raci’yi haklı buluyordu. Evet bir hastalıklı bir dimağdan başka bir şey değildi. Bu eserden neler beklemiş, onunla nasıl ümitlerin gerçekleşeceğini göreceğini sanmıştı.

Fakat şimdi mademki Lamia elinden kaçıyor, mademki onu artık kendisine bırakmıyorlar ve bütün o aşk rüyası bir yalandan başka bir şey değilmiş… O halde buna ne lüzum var?

Bu eserden nefret ediyor, kırık hayatının intikamını ondan almak istiyordu. Kapadı. Şimdi bu küçük defteri avucunun içinde zararlı bir böcek gibi sıkıyordu…

Ah, artık hülyalarından büsbütün ayrılmak, onlardan bir iz, eser bırakmamak için ihtiyacı vardı. Kendisini öldüren bunlar değil miydi? Sonra onlar da birer birer ölmüşlerdi. Şimdi yalnız bu eser, bu son hastalıklı dimağ izi ve eseri kalmıştı. Onu da öldürmek, ötekiler gibi bunu da varlık alanından kaldırmak istiyordu.

Kemiklerini kırarak birbirine geçirmek istediği bir düşman eli gibi bu defteri sıkıyor, sıktıkça garip bir lezzet alıyordu. Birden aklına bir şey geldi. Sobasına koştu. Bu, kıştan beri içine yırtılarak atılan küçük kağıtlarla dolmuştu. Bir kibrit çakarak bunları tutuşturdu. Kağıtlar küçük bir çıtırtı ile harekete geçti. Üzerlerinden bir kırmızı rüzgar uçtu. Şimdi bunlardan tüterek yayılan duman gözlerini dolduruyordu. Tamamıyla yanması için bekledi. Şu elindeki defteri yavaş yavaş, onun azab ve kıvranışından haz ala ala yakmak için bu birikmiş kağıt parçalarından eserine bir ateş yatağı hazırlamak istiyordu.

Artık duman azalıyor, ateş kağıtların arasından kayarak, geçtiği yerde külden esmer kümecikler bırakarak aşağıda, köşelerde daha yakacak şeyler arıyordu. O zaman iki eliyle defteri ortasından ayırdı. Evvela bir yaprak kopardı, bunu soktu. Kağıt bir süre kızgın küllerin üzerinde tereddüt ediyor gibi durdu, sonra yer yer sarardı. Birdenbire duyulmuş bir acı ile kıvrandı. Daha sonra o sarı kıvrıntılardan bir ateş dalgası geçti. Kağıdın her tarafından küçük alevler çıktı. Ahmet Cemil acı bir gülüşle bakıyor, şimdi esmer bir kül tabakası şeklinde duran bir kağıdın üzerine bir beyazlıkla beliren yazılara bakıyordu. Bir iki satır okudu. “Ah yalan şeyler… ah sahte şiirler” diyordu. Bir yaprak daha kopardı. Kopmamakta sanki direnen başka bir yaprağı kıvırarak, bükerek attı. O ıstırabından kıvranarak kolları büküle büküle yandıkça şiirinin şu intiharını seyretmekten cehennemimsi bir zevk duyuyordu. Kağıtlar böyle yaprak yaprak birbirlerini izlediler. Nihayet son yaprağı attı. Bu son yaprağın üzerinde de alevden bir rüzgar esti. Bir an içinde kıpkırmızı oldu. Sonra çatırdayarak son bir can çekişme feryadı ile parça parça, dilim dilim yarılarak söndü. Şimdi esmer, buruşuk bir ölü çehresi gibi serilmişti. O zaman Ahmet Cemal bunun üzerinde bir beyazlıkta fark edilen yazıları derin derin süzdü. Onları okumak istedi. Gözleri ta nihayette, bir yabancı yazının belli belirsiz şekline tesadüf etti, Lamia’nın yazısına: “Tebrik Ederim.”

Ah, yalan!

“Tebrik ederim…” Bu sözün aksi vehmi kulaklarının içinde bir zehirli yılanın ıslığı gibi soğuk bir ürperme akıtarak geçiyordu. Ah bu yalan, hayatının en büyük yalanı!…

Onu yaktığında, artık hülyalarının zincirleme dizisine onunla şu sobanın içinde hala çıtırdayan bu küllerle bir son verdiğine, kesin bir netice ile, artık tamiri mümkün olmayan bir sonla hayatının bütün yalanlarını boğup öldürdüğüne tam bir kanaat duydu. Sobasının kapağını kapadı.

Artık hayatında işte yalnız bir gerçek kalmıştı. Hülyasız, çıplak, sefil bir gerçek… Beş sene evvel hayata uzun kumral saçlarıyla, ümitle aydınlanmış gözleriyle giren Ahmet Cemil’in yerinde şimdi yanakları çökmüş, dudakları hayatının matem acısı ile kısılıp kenetlenmiş harap bir vücut…

Bu vücudu ne yapacak? Onu kaldırıp atmak için ne büyük arzusu vardı. Fakat ona sahip olmak şimdi başka birisine, annesine aitti.

Ne yapmak lazım geleceğine artık karar veriyordu. Hüseyin Nazmi (bir dış görevle dışarıya) gidiyor öyle mi? O da gidecek… Fakat Hüseyin Nazmi ümitlerinin arkasından koşmak için giderken kendisi ümitlerinin yıkıntısından kaçmak için gidecek. Arkadaşı ile çocukluktan beri başlayan zıtlıklar zincirini tamamlayacak.

O zaman birden aklına bir gün arkadaşıyla Taksim bahçesinde ellerine ilk aldıkları şiir kitabından okudukları parça geldi. Hafızasında nasıl kalmışsa öyle tekrar etti: “Benim mezarlığım başka bir hayat hengamesinin mahvolmuş kuvvetleriyle dolu; fakat henüz ölülerimin zincirleme dizisi bitmiş olmadı.”

Bu zincirleme dizinin tamamiyle bitmiş olması için yalnız kendisi mi kalmıştı. İşte o da gidiyor; o da, o da mahvolmuş kuvvetlere katılacak.

O zaman çehresine son bir yeis azminin metaneti geldi. Çekmecesini açtı. Kağıtların arasında araştırdı. Mektepten mezun olduğunu gösteren diplomayı buldu. Açarak okudu. Bununla vilayetlerden birine gidecekti. Karşısında, yazıhanesinin üstüne harita kendisine bakıyor, kuvvet vermek isteyen bir bakışla gülümsüyor gibiydi. Kendi kendisine:

“-Bir yerlere gitmek, o kadar uzak bir yerlere gitmek ki fikrim şu geçen hayatıma bile yetişemesin…” diyordu.

Gözleri bir aralık arkadaşının gidebileceği yerleri dolaştı. Sonra indi, kendisine sakin bir hayat hazırlayacak yerlere baktı. “Öyle bir yer ki önünde, ardında, sağında, solunda çöl; kuru, çıplak, uzun ve sonsuz bir çöl olsun…” O zaman yazıhanesinin önüne oturdu. Gözleri bu haritanın çöl denizlerine dikilerek orada hayalinde uyanan alemin seyrine dalarak düşündü.

Burada hareket etmeyerek, saatlerin geçtiği fark etmeyerek kendi benliğinden tam bir sıyrılma ve uzaklaşma içinde duruyordu. Uzaktan tatlı bir dere çığıltısı gibi belirsiz bir şiiri, bir ötüşü işitmek vahmiyle titredi.

Bir Arap dilenci vardı ki haftada bir gün öğle ile ikindi arasında Süleymaniye’nin bu tenha sokağından, Ahmet Cemil’in, sözlerini bir türlü anlayıp ezberleyemediği bir acı şarkı okuyarak geçti. O evde bulunduğu zaman, başka bir cihanın başka bir tarzda yaratılmış bir mahlukuna mahsus, yalancılığında tatlı bir vahşilik, adeta sarhoş edici bir gariplik hissolunan bu sesten bütün kalbinde hissedilip de ne olduğu tahlil edilebilmek imkanından kaçan duyguların ona katıldığı bir ahenk ile uyanır; hayatının zapt edilmeyen şiirlerine meramını çok güzel anlatan bir tercüman gibi gelen bu şarkının estetik havasını kaçırmamak için sahibini görmek isteyerek dinlerdi.

Bugün şu haritanın seyrettiği çöllerinde oranın ıssın ve sakin hayatını, onun çıplak manzarasının hayali içinde, bu sesin tesiri altında görüyor gibi oldu. Kendisine öyle geldi ki bu dünyanın üstünde ve ötesinde bir yer olacaktı burası.

O ses yaklaşıyordu. Evvela uzaktan alçaktan ve içten bir şikayet başlamıştı. Sonra yavaş yavaş, yer yer bir ıstırap hıçkırığıyla, iniltisiyle boğularak yaralı bir güvercin gibi aciz bir atılışla yükselmek isterken birden bir meftunlukla, bir sessizlik çevrintisinin içine düşerek, bir müddet kanatlarıyla topraklarda sürüklene sürüklene çırpındıktan sonra meyus ve hasret çeken bir bakışla göklere gözlerini dikerek göğsünü parçalayan son bir feryatla başını kaldırdıktan sonra son nefesi bir figan gargarası içinde sönüp gidiyordu.

Bir müddet bir ölüm sessizliği, Ahmet Cemil’in hayatını bir mezarın soğuk havası kaplar gibi oldu. hiç bir şey işitilmiyordu.

Bir dakikalık sessizlik içinde şimdi nazarında hayatı için tasarladığı o çıplak sahne canlandı. Bu bir dakika içinde bir başka alem hayatını gördü. Bakışların alabildiğine uzanabileceği kadar uzun, lekesiz, saf ve berrak güneşle kaynayan bir gök altında bir nur denizi içinde oynuyor zannedilen çöl, beyaz ve parlak bir kum düzeyi ki parıltılarla çalkalanan gök altında sonsuz uzaklıklara kaçan o ufka yetişmek için koşarak ta ileride fark olunmaz, görülmez bir birleşme noktasında yetişiyor. İkisi, bu tertemiz gökte o saf çöl ta orada sanki koşmaktan, birbirini kovalamaktan yorgun düşerek yorgun bir kavuşma busesiyle dudaklarını uzatıyor; ta bir yukarıda da parlak bir güneş bütün berraklığıyla ve ihtişamıyla beyaz bir gerdek gecesi fanusu gibi şu buluşma yerinin üzerine saadet gölgesi döküyor.

Ah o sema, o çöl, o güneş… İşte Ahmet Cemil’in bütün nasipsiz hayatına layık bir sığınma ve huzur köşesi…

Ayağa kalktı. Kendi kendisine: “Evet, oraya gideceğim, o sade hayat içinde, ölmüş emellerimin sessiz türbesini orada kuracağım” diyordu.

Odanın kapısını açtı. Ah bu oda! Bu ruhunun can yoldaşı ve sırdaşı odacık… Buradan ebedi bir ayrılıkla ayrılmak lazım geliyordu.

Göğü ufak bir teessür ahiyle şişiyordu. Bu oda, bu ev; bunlardan ayrılmak icab ediyor öyle mi? Merdivenden inerken orada, taşlıkta İkbal’in tabutunu ebedi bir yolculuk için gitmeye hazır beklerken görüyor gibi oldu. İşte şimdi o da ebedi bir yolculuğa hazırdı. Biraz durdu; bir veda bakışıyla bu evi selamlıyor gibi aşağıya, yukarıya baktı. Burası nice tatlı, acı hatırların gömülü bulunduğu yerdi. Tatlı ve acı, fakat onların hepsi kalbinin aziz, muhterem servet hazinesiydi.

Burada bu evin bütün hayatını hatırladı. Kendisi daha küçük bir çocukken buraya nasıl bir telaşla taşındıklarını, babasının o günkü çocukça sevincini; fesinin, kilimin nereye döşeneceği konusunda kura sepetliği vazifesi gördüğünü hep birer birer hatırladı. Ah o vakit ve ondan sonra, babası ölünceye kadar nasıl mutlu idiler. Lakin daha sonra?

Ahmet Cemil artık daha başka şeyler hatırlamak istemedi. Bu hatıralar kalbini şu eve kuvvetli bağlarla yeniden bağlamaya başlıyor, kararının sağlamlığını zedeler gibi oluyordu. Beynine hücum eden o hatıraları silkinerek kendinden uzaklaştırmak istedi. Annesinin yanına gitti…”

KAYNAKÇA: Mehmet Rauf, “Halit Ziya Bey”, Nevsal-i Milli, İst., 1914, s. 143-147; A. C. Yöntem, “Halid Ziya Uşaklıgil”, AA, I, 385-386; M. Kaplan, “Halid Ziya”, İA, V/1, 143-147: L. S. Akalın, Halit Ziya: Hayatı, Sanatı, Eserleri, İst., 1953; O. Önertoy, Halit Ziya Uşaklıgil: Romancılığı ve Romanımızdaki Yeri, Ank., 1965; A. H. Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, (haz. Z. Kerman) İst., 1969, s. 301-304; N. Akı, “Halit Ziya Uşaklıgil’in Mensur Şiirleri”, AÜ Edebiyat Fakültesi Araştırma Dergisi, c. I, S. 1 (Ekim 1970), s. 1-9; C. Yener, Halit Ziya Uşaklıgil, İst., 1974; M. Kaplan, “Mai ve Siyah Romanının Üslubu Hakkında”, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar, c. I, İst., 1976, s. 437-458; Kudret (1977), I, 194-208; Banarlı, RTET, II, 1050-1055; S. İleri, Uzun Bir Kışın Siyah Günleri, İst., 1981; Fethi Naci, Türkiye’de Roman, 58-65; Moran, I, 72-93; N. Z. Bakırcıoğlu, Başlangıcından Günümüze Türk Romanı, İst., 1983, s. 76-86; R. P. Finn, Türk Romanı, (çev. Tomris Uyar) Ank., 1984, s. 151-155; H. Dizdaroğlu, “Halit Ziya Uşaklıgil’in Öykücülüğü”, Türk Dili, (Türk Öykücülüğü Özel Sayısı) S. 286 (Temmuz 1985), s. 53-65; C. Kavcar, Batılılaşma Açısından Servet-i Fünun Romanı, Ank., 1985; Ö. F. Huyugüzel, Halit Ziya Uşaklıgil: Hayatı, Eserleri, Eserlerinden Seçmeler, İst., 1995; Z. Kerman-Ö. F. Huyugüzel, “Halit Ziya Uşaklıgil Bibliyografyası”, Türk Dili, S. 529 (Ocak 1996), s. 164-248; Türk Dili, (Halit Ziya Uşakligil Özel Bölümü) S. 529 (Ocak 1996), s. 87-248; Z. Kerman, Halit Ziya Uşaklıgil’in Romanlarından Batılı Yaşayış Tarzı ile İlgili Unsurlar, Ank., 1997; M. Kutlu, “Uşaklıgil, Halit Ziya”, TDEA, VIII, 465-469; C. Aksu, “Uşaklıgil, Halit Ziya”, YYOA, II, 640-643

Paylaş