HAYATI

Roman yazarı ve devlet adamı. 27 Mart 1889’da Kahire’de dünyaya geldi. 13 Aralık 1974’te Ankara’da yaşama veda etti. Cenazesi Ankara’da İstanbul’a getirildi ve Beşiktaş’taki Yahya Efendi Mezarlığı’nda toprağa verildi.  Manisa ve çevresinde adı daha çok 17. yy sonlarında duyulmaya başlanan ve zaman zaman bazı siyasi olaylara da karışan Karaosmanoğulları ailesinden gelen Abdülkadir Bey ile Mısır Hıdivi İsmail Paşa’nın saray halkından İkbal Hanım’ın oğludur.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, ilk ve orta eğitimini altı yaşında iken ailesiyle geldiği Manisa’da Fevziye Mekteb-i İbtidaisi, İzmir İdadisi ve Mısır’a dönerek devam ettiği Frerler Mektebi ile İsviçre Lisesi’nde tamamladı. 1908’de Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre önce annesi ile birlikte İstanbul’a yerleşti. Bir süre devam ettiği Mekteb-i Hukuk’un üçüncü sınıfından ayrıldı. Bu dönemde Şahabeddin Süleyman aracılığı ile Fecr-i Ati topluluğuna katılarak 1909’da Muhit,  aynı yıl Şiir ve Tefekkür ile 1910-11 yılları arasında Servet-i Fünun, Rübab ve Peyam-ı Edebi gibi pek çok dergi ve gazetede hikaye, oyun ve mensur şiir yayınladı. O yıllarda Paris’ten yeni dönmüş olan Yahya Kemal’in etkisi ile Yunan ve Latin kaynaklarına dayalı bir sanat anlayışını savundu. Bu dönemde ayrıca Bektaşilikle de ilgilendi. 1916’da tedavi için gittiği İsviçre’den döndükten sonra İkdam, Dergah, Akşam dergi ve gazetelerinde Milli Mücadeleyi destekleyen yazılar yazdı. 1921’de Anadolu’ya geçti ve Cumhuriyet’in ilanından sonra 1923-31 yılları arasında Mardin, 1931-34 arasında ise Manisa vekili olarak TBMM’de bulundu. Burhan Belge’nin kız kardeşi Leman Hanım’la evlendi. Roman çalışmalarını sürdürdüğü bu dönemde Cumhuriyet, Hakimiyet-i Milliye, Milliyet gazetelerinde yazılar kaleme aldı. 1926’da tedavi için ikinci kez İsviçre’ye gitti.

Cumhuriyet devrimlerini halka benimsetmek amacı ile çıkarılan Kadro dergisinin editörleri (Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf, İsmail Hüsrev Tökin) arasında katılıp derginin imtiyaz sahipliğini yaptı. Kadro dergisinin Atatürkçü ideolojisi Marksist bir yorumla anlattığı gerekçesi ile derginin başından alındı ve Tahran elçiliği görevine atandı (1934). Kısa bir süre sonra kadrosu dağılan Kadro dergisi de yayın hayatına son verdi. Daha sonra 1935’te Prag, 1939’da Lahey, 1942, 51 ve 55’te Bern ve 1955’te tekrar Tahran elçilikleri görevlerinde bulundu. Aynı yıl emekli olduktan sonra Ulus (eski adı ile Hakimiyet-i Milliye) gazetesinin başyazarlığına getirildi. 27 Mayıs 1961’de ikinci kez Manisa Milletvekili oldu. Ulus gazetesinin başyazarı olduğu 14 Ekim 1962’de, Atatürk ilkelerinden ödün verdiğini ileri sürerek CHP’den istifa etti. Son olarak da Anadolu Ajansı yönetim kurulu üyeliğinde bulundu.

Hikaye, oyun, mensur şiir, anı, deneme, makale, fıkra, monografi gibi pek çok türde eser veren Yakup Kadri Karaosmanoğlu, yaygın ününü 1920’den sonra yoğunlaştırdığı romanları ile sağladı. Tanzimat ve Cumhuriyet dönemi kuşaklarının tarihsel olay ve toplumsal değişimi konu edindiği romanlarında tahlil ve özeleştirilere yer vererek bu alanda büyük bir usta olduğunu kanıtladı. En önemli ve ünlü eseri olarak kabul edilen Yaban romanı ile CHP 1942 Roman Ödülü (ikincilik) sahibi oldu. Yapıtlarından Nur Baba (“Boğaziçi Esrarı” adıyla, yön M. Ertuğrul, 1922) ve Yaban (yön. N. Durak, 1996) filme alındı

EDEBİ KİŞİLİĞİ

İlk edebiyat zevkini çocukluk günlerinde annesinden dinlediği aşk ve macera romanlarından edinmiş olduğunu söyleyen Yakup Kadri, II. Meşrutiyet’i izleyen yıllarda yazı hayatına atılmış; Türkiye’de İttihat ve Terakki, Mütareke, Milli Mücadele ve Cumhuriyet dönemlerinde yaşanan hemen hemen bütün siyasal ve toplumsal değişmelere tanık olmuştur. Şahabettin Süleyman’la birlikte çıkardıkları Ümit adlı dergide ilk öykü denemeleriyle bazı yazıları yayımlanan Yakup Kadri, aynı günlerde Resimli Kitap’ta da İbsen’in Hortlaklar’ına nazire olarak yazdığı “Nirvana” adlı oyununun yayımlanmasıyla edebiyat dünyasına ilk adımlarını attı. II. Meşrutiyet’i izleyen günlerde birçoğu Servet-i Fünun dergisinde yazan ve varlıklarını ortaya koyabilmek için, kendilerinden önceki Servet-i Fünun şair ve yazarlarını ağır bir dille eleştiren gençler (Müfit Ratip, Refik Halit, Faik Âli, Şahabettin Süleyman) arasına katıldı ve bu gençlerin oluşturduğu “Fecr-i Ati” edebi topluluğu içide yer aldı. Amaçlarını Servet-i Fünun’da (No. 977, Şubat 1910) yayımladıkları bir bildiri ile açıklayan Fecr-i Ati topluluğu mensupları, ağır bir dille eleştirdikleri Servet-i Fünuncular’dan pek de farklı ve yeni bir edebi anlayış ortaya koyamadılar. Daha acemice denemeler yazma döneminde olan Yakup Kadri arkadaşlarının önayak olmasıyla bu topluluğa katılmışsa da, henüz durulmuş bir sanat anlayışı yoktu. Buna karşın Fecr-i Ati topluluğuna yöneltilen bütün eleştirilere cevap vermek, hatta topluluğun bir slogan halinde benimsediği “Sanat şahsi ve muhteremdir!” görüşünü savunmak ona düştü. Bir yandan kendilerine yöneltilen eleştirilere cevaplar vermeye çalışırken, bir yandan da Servet-i Fünun’da küçük öykülerini yayımlıyordu. Bu öykülerinde yer yer gerçekçi, yer yer romantik bir havada görünen yazar, zaman zaman yalın, bazen de sanatkârane bir üslupla dikkati çekiyordu. Onun bu ilk öykülerinde daha çok Maupassant ile İbsen etkisi açıkça görülmektedir.

Yazar çoğu birer deneme niteliğindeki sanatkârane düzyazılarını da yine bu sırada yayımlar. “Miss Chalfrin’in Albümü” adlı denemeleri bu yılların ürünüdür. Yakup Kadri’nin 1913’te Bir Serencam adıyla yayımlanan ilk öykülerinin Mısır, Batı Anadolu ve İstanbul’a ilişkin gözlemlerin ve romantik duyguların ürünü olduğu üzerinde durulmuştur. Onun, sanatı biricik amaç olarak görmesi, yeni arayışları 1911’e, Balkan Savaşı’na kadar devam eder. Bu savaşın oluşturduğu dehşet tablosunun onda sanatın toplum hizmetinde kullanılması gerektiği yönünde bir değişime yol açtığı görülür: “Ne vakit ki Çatalca önüne dayanan düşman toplarının sesini ta yatağımın içinden işitmeye başladım, hisseder gibi oldum ki, hayatta benim yaptığım mücadeleden daha mühimleri vardı. Balkan Harbi’ni daha bir sürü felaketler takip etti. Ben gene ‘Sanat şahsi ve muhteremdir’ diyordum. Fakat onun yanı başında hiç değilse onun kadar şahsi ve muhterem başka şeyler olabileceğini de düşünmeye başladım.” Bu günlerden sonra Yakup Kadri toplum meseleleri üzerinde daha çok durmaya, sanatını bu yönde kullanmaya başlayacaktır.

Bu sırada Peyam gazetesinde daha çok, günün, üzerinde en çok konuşulan konularından kadın sorunu çevresinde yazılar yazan Yakup Kadri, bu yazılarında biraz tutucu bir bakış açısıyla kadını daha çok bir sanat eseri olarak ele alma eğiliminde görülmüştür. Yine aynı günlerde Peyam-ı Edebi’de yayımlanan yazılarında ise Tevrat’taki anlatım tarzını andırır bir üslup dikkati çekmektedir.

Henüz bir arayış döneminde olan Yakup Kadri o günlerde araştırmalarını edebiyatın asıl kaynaklarına doğru yöneltir ve burada eski Yunan edebiyatıyla karşılaşır. Hele Homeros’u okuyunca, o zamana kadar okudukları ona tamamen anlamsız görünür. Bunun üzerine Yahya Kemal’le birlikte ortak Akdeniz uygarlığı düşüncesinden hareket ederek Nev-Yunanilik adını verdikleri yeni bir akım oluşturmaya kalkışırsa da, görüş ve düşüncelerini dönemin sanat ve edebiyat çevrelerinde kabul ettiremediği gibi, birçok sert eleştiriyle de karşılaşır.

Yakup Kadri, biraz da içinde yaşadığı toplumun geçirmekte olduğu siyasal ve toplumsal değişimlerin etkisiyle, 1916’dan başlayarak İkdam gazetesinde yayımladığı yeni öykülerinde, Türkiye’nin sorunlarıyla birlikte gerçek hayatla ilgili çeşitli konuları ele almaya başlayacaktır. Bu öykülerin büyük bir bölümünde, sürmekte olan savaşlara ve bu savaşların ortaya çıkardığı bireysel ve toplumsal çöküntülere yer verildiği görülmektedir.

1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İstanbul’da toplumsal hayat ve düşünceler büyük ölçüde değişmiş, bir kısım aydınlar en güç koşullarda bile yine de bir kurtuluş ümidinin bulunduğuna inanırken, bazıları büyük bir şaşkınlık ve kararsızlık içine düşmüştü. Bu sırada İkdam’da çalışan Yakup Kadri Yeni Mecmua’da, var olan toplumsal durumla pek ilgisi bulunmayan “Erenlerin Bağından” adlı düzyazı parçalarını yayımlıyordu (1918-19). İkdam’daki yazıları 1923’e kadar sürdü. Memleketin bu karanlık günlerinde biraz da mizacından kaynaklanan kötümserliğinin, onu aşırı bir mistisizme sürüklediği de ileri sürülmüştür. Bununla birlikte aynı günlerde gerek İstanbul hayatına dair yazdığı bazı öykülerde, gerekse Anadolu’da başlayan Milli Mücadele üzerine yazdığı öykülerinde, yavaş yavaş da olsa bireycilikten kurtulmaya ve giderek toplumsal konulara eğilmeye başladığı görülür.

Yakup Kadri bir yandan İkdam’da bir gazeteci olarak çalışırken, bir yandan da asıl önemli yapıtlarını, romanlarını yazmaya başlar. 1920’de önce İkdam’da tefrika halinde yayımlanan Kiralık Konak romanında üç kuşak arasındaki görüş, yaşayış ve anlayış farklılıklarını bütün ayrıntılarıyla ele alıp eleştirir. Esas olarak, Osmanlı Devleti’nin yıkılışı sırasında, toplumu meydana getiren en küçük birim olan aileyi işleyen yazar, aynı konakta yaşayan üç kuşak, Naim Efendi, kızı ve damadı Servet ile torunları Seniha ve Cemil’in çevresinde, toplumun bozulmasını ve ahlaki bakımdan çöküşünü anlatır. Sağlam kurgusu, kişilerin yetkin bir biçimde işlenişi ve çözümlemelerinin ölçülülüğü ile Kiralık Konak yazarın ve Türk edebiyatının en başarılı yapıtlarından biri kabul edilmiştir. Kendisiyle yapılan bir konuşmada “En fazla tercih ettiğim roman hiç okunmamış olan Kiralık Konak’tır. Çünkü Kiralık Konak, tasvir nokta-i nazarından benim en az kusurlu olan eserimdir” demektedir.

Yakup Kadri Kiralık Konak’tan sonra, kamuoyunda büyük yankılar uyandıran Nur Baba’yı yayımlar (1922). Önce Akşam gazetesinde tefrika edilen roman, “Bektaşi sırrı”nın ifşa edildiği gerekçesiyle birçok eleştiriye hedef olmuş, ancak yazar bütün eleştirilere bıkıp usanmadan gerekli cevapları vermiştir. Yazar ikinci baskının başına koyduğu açıklamada, son zamanlarda gerçek kimliğini kaybeden İstanbul’da bir Bektaşi tekkesinde geçen olaylardan hareket ettiğini belirtmiş ve bu tarikatın dejenere oluşu karşısında duyarsız kalmadığı için bu romanı yazma ihtiyacı duyduğunu açıklamıştır. Konusu eleştirilmekle birlikte, bazı gelenek ve göreneklerin betimi, karakterlerin canlandırılışı ve mistik bir aşkın başarıyla öykülenmesi romanın güçlü bir sanat yanı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yönleriyle Nur Baba, Türk edebiyatının önemli yapıtlarından biri olma özelliğini hâlâ korumaktadır.

1923-25 arasında Hâkimiyet-i Milliye ile Cumhuriyet gazetelerinde daha çok siyasi yazılar yazan Yakup Kadri 1926’dan sonra yine tedavi amacıyla İsviçre’ye gider; buradan Milliyet gazetesine gönderdiği yazılarla “Alp Dağlarından” dizisini oluşturur. Yakup Kadri’nin üçüncü romanı Hüküm Gecesi 1927’de önce Milliyet’te tefrika edilir. Romanda II. Meşrutiyet’in ilanından sonraki günlerde İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf fırkaları arasındaki görüş ayrılıkları ve kavgalardan hareket eden yazar, romanın birinci derecedeki kahramanı Ahmet Kerim’in ağzından biraz da kendi düşüncelerini ortaya koyma fırsatı bulur.

Yakup Kadri, Hüküm Gecesi’nden sonra, bu defa işgal altındaki İstanbul’u, daha doğrusu düşmanla işbirliği halindeki bazı çevrelerin içine düştüğü yozlaşma ve ahlaki çöküşü anlattığı Sodom ve Gomore’yi yayımlar (1928). Romanda yazar, işgal altındaki İstanbul’u, Kutsal Kitap’ta geçen Tanrı’nın gazabına uğramış Filistin’deki tarihi Sodom ve Gomore şehirlerine benzetmiş ve şehrin ahlaken çökmüş çevrelerini eleştirmiştir.

Yakup Kadri 1932’de politikada devletçiliği, sanatta inkılapçılığı ve gerçekçiliği savunan Kadro dergisinin kurucuları arasında yer alır. Derginin hemen hemen her sayısında sanat ve edebiyat üzerine yazıları yayımlanan Yakup Kadri’nin, bu yazılarında Fecr-i Ati günlerinin sanat anlayışından bir hayli uzaklaştığı dikkati çeker. Milli Mücadele sırasındaki gözlem ve izlenimleri sonucu yazmaya karar verdiği, ancak çeşitli sebeplerle yayımı ertelenen Yaban romanı da, yazarın yeni bir sanat anlayışı ve dünya görüşünü benimsediği Kadro’nun çıktığı günlerde kaleme alınır (1932). Yayımlandığı günlerde çeşitli eleştirilere hedef olan romanda, İstanbullu bir aydın olan Ahmed Celal’in gözüyle Kurtuluş Savaşı sırasında Porsuk Irmağı yakınlarındaki bir Orta Anadolu köyünde yaşanan olaylar anlatılmaktadır; ama bunlar, 1920’li yılların gerçekliğinden çok, Anadolu köyünü ve köylüsünü inkılapların arkasından ve Ankara’dan görmeye çalışan Kadrocu Yakup Kadri’nin gözüyledir. Roman, Ahmed Celal’in tuttuğu günlükler biçiminde yazılmıştır. Gerek Milli Mücadele günlerinde, gerekse daha sonraki yıllarda halk ile aydınlar arasında var olan uzaklığın gerçekçi biçimde anlatıldığı romanda, romancının gerçeklerden çok kafasındaki düşünceleri bir romanın gerektirdiği biçim ve yapının ötesinde bir makale havasında ele alması eleştirilerin kaynağını oluşturmuştur. Eleştiriler karşısında ikinci baskının başına 1920’lerde yazdığı “Barbarların Yaktığı Köyler Ahalisine” adlı yazısını koyan yazar, o günden Yaban’ın yayımlandığı tarihe kadar Anadolu’da pek fazla bir şey değişmediğini, aslında kendi görüşlerinin de pek farklı olmadığını belirtmiştir. Milli Mücadele yıllarının Anadolu köyünü ve köylüsünü bütün gerçekliğiyle yansıtmadığı iddialarına rağmen Yaban, Türk okuyucusunun ilgisini çekmiş, yayımlandığı tarihten kısa bir süre sonra Almanca ve İtalyancaya çevrilmiş, ayrıca 1942’de CHP Roman Mükâfatı’nda ikincilik ödülü almıştır.

Dikkatle bakıldığı zaman Yakup Kadri’nin Tanzimat’tan başlayarak kendi zamanına kadar Türk toplumunda yaşanan belli başlı siyasal ve toplumsal olayları büyük bir roman zincirinin halkaları halinde sırayla ortaya koymak istediği anlaşılmaktadır; bu çerçevede Yaban’ı Ankara romanı izler. Cumhuriyet’in onuncu yıldönümünün hemen ardından yayımlanan Ankara’da, savaş günlerinden başlayarak Cumhuriyet döneminin Ankara’sı ve bu on yıl süresince düşüncelerdeki değişimlerle birlikte inkılapların uygulamadaki başarı ve başarısızlıkları ele alınır. Romanın sonlarında gelecekteki Türkiye’nin mutlu bir tablosunu çizen yazar, bu tablo ortasında Ankara’nın da “danslı, süslü püslü, gramafonlu, radyolu evleriyle Yenişehir Ankarası değil, müzeleriyle, stadyumlarıyla, laboratuvarlarıyla, hastaneleriyle ve diğer müesseseleriyle hakiki bir Avrupa Ankarası” olması gereği üzerinde durur.

İlk yazı denemelerini tiyatro türünde yapan Yakup Kadri, H. İbsen ve Maeterlinck etkisi altında birkaç oyun kaleme aldıktan sonra düzyazı şiir tarzına yönelmiştir. Özellikle Nev-Yunanilik anlayışını benimsediği sırada yazdığı düzyazı şiirlerinde eski çağlara duymuş olduğu özlem dikkati çekmektedir.

Yıllarca süren gazetecilik hayatında büyük bir bölümü gündelik olaylar ve günün politik sorunlarıyla, bir bölümü de sanat ve edebiyatla ilgili makaleler yazan Yakup Kadri’nin bu yazıları İkdam, Peyam, Hâkimiyet-i Milliye, Cumhuriyet, Milliyet ve Vatan gazeteleriyle Servet-i Fünun, Yeni Mecmua, Rübap, Peyam-ı Edebi, Dergâh, Muhit, Türk Yurdu, Varlık ve Kadro dergilerinde yayımlanmış, çok az bir bölümü dışında çoğu kitap haline gelmemiştir.

Türk edebiyatı tarihinde daha çok romanları dolayısıyla üzerinde durulan Yakup Kadri’nin yapıtları, bütünüyle Türk toplumunun Tanzimat’tan Cumhuriyet’e, Cumhuriyet’ten de çok partili rejime geçişe kadar yaşamış olduğu deneyimleri hikâye etmektedir. Aralarında kronolojik zaman sıralaması kadar, zihniyet itibariyle de bağlar bulunan romanları bütünüyle bu dönemin bir tür panoraması niteliğindedir.

ESERLERİ

Roman:

  • Kiralık Konak, İst.: Dergâh Mecmuası, 1338/1922
  • Nur Baba, İst.: Akşam Mtb., 1338/1922
  • Hüküm Gecesi, İst.: Milliyet Mtb., 1927
  • Sodom ve Gomore, İst.: Hamit Mtb., 1928
  • Yaban, İst.: Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi, 1932
  • Ankara, Ank.: Akba, 1934
  • Bir Sürgün, 1937; Panorama I, 1953
  • Panorama II, 1954; Hep O Şarkı, İst.: Varlık, 1956

Düzyazı Şiir:

  • Erenlerin Bağından, İst.: Dergâh Mecmuası, 1338/1922
  • Okun Ucundan (Erenlerin Bağından-Kadınlık ve Kadınlarımız ve Diğer Nesirleri), İst.: Remzi, 1940.

Öykü:

  • Bir Serencam, İst.: Hilal Mtb., 1330/1913
  • Rahmet, İst.: Dergâh Mecmuası, 1338/1922
  • Milli Savaş Hikâyeleri, İst.: Varlık, 1947.

Anı:

  • Zoraki Diplomat, İst.: İnkılâp, 1955
  • Anamın Kitabı, İst.: Varlık, 1957
  • Vatan Yolunda: Milli Mücadele Hatıraları, İst.: Selek, 1958
  • Politikada 45 Yıl, Ank.: Bilgi, 1968
  • Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Ank.: Bilgi, 1969.

Makale:

  • İzmir’den Bursa’ya, (H. Edip, F. Rıfkı ve M. Asım ile) 1922
  • Kadınlık ve Kadınlarımız, İst.: Orhaniye Mtb., 1339/1923
  • Seçme Yazılar, (F. Rıfkı ve R. Eşref ile) 1928
  • Ergenekon, I, II, İst.: Hamit Mtb., 1929
  • Alp Dağlarından ve Miss Chalfrin’in Albümünden, İst.: Remzi, 1942.

Monografi:

  • Ahmet Haşim, Ank.: Hâkimiyet-i Milliye Mtb., 1934
  • Atatürk, İst.: Remzi, 1946.

 Mektup:

  • Yakup Kadri’den Hasan-Âli Yücel’e Mektuplar, (haz. C. Yücel-Eronat) İst.: YKY, 1996.

Oyun:

  • Tiyatro Eserleri, (haz. N. Akı) 2. bas., İst.: İletişim, 1991.

Çeviri:

  • Geçmiş Zaman Peşinde-Swann’ların Semtinden (M. Proust), 1942
ESER ÖRNEKLERİ
YABAN
YABAN’DAN BİR ÖRNEK

Dünyadan elini eteğini çekmiş bir kimse için Anadolu’nun bu ücra köşesinden daha uygun neresi bulunabilir? Ben, daha burada diri diri bir mezara gömülmüş gibiyim. Hiçbir intihar bu kadar şuurlu, bu kadar iradeli, bu kadar sürekli ve çetin olmamıştır.

Daha otuz beşimizde her şeyin bittiğini, her şeyin tamam olduğunu; aşkın, arzunun, ümit ve ihtirasın artık bir daha uyanmamak üzere sönüp gittiğini kendi kendimize itiraf etmek… kendi kendimize, bütün saadet ve muvaffakiyet kapılarının kapandığını söylemek be gelip, burada, bir ağaç gibi yavaş yavaş kurumaya mahkum olmak… Böyle mi olacaktı? Böyle mi sanmıştım? Lakin, işte böyle oldu ve böyle olması lazımdı.

Mehmet Ali bana “Gel, beyim, seni bizim köye götüreyim; buralarda yalnız başına sersebil olursun” dediği vakit bir Anadolu köyünün ne olduğunu bilmiyor değildim.

Mehmet Ali “Gel, beyim, seni bizim köye götüreyim” dediği vakit bu köyü kafamın içinde olduğu gibi görmüştüm. Hatta Mehmet Ali’nin evini, hatta bu odayı, hatta bu delikten seyrettim manzarayı…

Lakin, bu köyde de hiç kimse kolsuz olduğumun farkında değil. Halbuki burada isterdim ki fakında olsunlar. Zira sağ kolumu ben onlar için kaybettim. İstanbul’da zilletim olan şey burada şerefimdir. Hatta, ilk günler Mehmet Ali ile köyde dolaşırken şuna buna rast geldik mi, hemen sağ yanımı çevirirdim. Hele yeni yetişen delikanlılarla genç kızlara ne yapıp yapıp mutlaka bu noksanımı hissettirmeye çabalardım. Bu, benim son süsüm, son şuhluğum, son çalımımdı. Beş on gün içinde o da gitti. Sağ kolumun yokluğu, kimsenin taktirini celp etmek şöyle dursun, hatta, merhametini bile uyandırmadı. Acaba niçin? Bunu sonradan anladım: Zira, burada, sakatlık hemen herkese mahsus bir hal gibiydi.

Mehmet Ali’nin anası eni konu topallıyor. Salih Ağa’nın oğullarından biri kamburdur. Bekir Çavuş’un kızı Zehra kördür. Ben görmedim, fakat Mehmet Ali’nin rivayetine göre muhtarın karısının adı bilinmeyen bir illet sekiz yıldan beri öyle bir evirip kıvırmış, o kadar karmakarışık bir hale sokmuş ki, bacaklarını kollarından, kollarını bacaklarından ayırmanın imkanı yokmuş. Bütün vücudunda canlı yalnız bir yeri kalmış. O da gözleri imiş. Muhtar her gün ona bağırırmış: “Bari oldu olacak, şunları kapayıversene!”

Bunlardan başka, köyün iki meczubu, bir cücesi vardır. Şimdi, düşünün, bu illet ve sakatlık yuvasında ben nasıl kendimi gösterebilirdim?

Gerçi, köye geldiğim ilk günden beri, daima herkesten ayrı bir vaziyetteyim. Gözle görünmez bir çember, bir nevi karantina kordonu, beni, aralarına karışmak istediğim bu küçük insan kümesinden tecrit edip duruyor. Ne yapsam bu çemberi yaramıyorum. Zaten, korkunç, engin bir ıssızlıkla çepçevre çevrilmiş olan bu köyün içinde beni etrafımı ayrıca başka bir ıssızlık sarmış bulunuyor.

Mehmet Ali olmasa hiç kimse benimle konuşmayacak, benim yanıma yaklaşmaktan çekinecek; bana köyün sokaklarında dikili bir korkuluk gibi bakacaklar. İlk günler çocuklar benden ürküp kaçışmıyorlar mıydı? Köpekler arkamdan havlamıyorlar mıydı? Halbuki ben ne acayip, ne de korkunçtum. Bilakis… Ve buraya yabancılardan kaçıp geldim. Ta ki, kendi kanımdan, kendi canımdan bu küçük insan cemiyetinin içine karışayım; onunla hallihamur olayım, onda kimsesizliğimi unutayım diye… Yolda Mehmet Ali’ye durup durup şu sözleri tekrar ediyordum: “Anan benim anam, kardeşlerin beni kardeşlerim olacak. Bunu iyi bil!” ve Mehmet Ali hiç cevap vermeksizin yağız erkek çehresinin ortasındaki o çocuk tebessümüyle gülümsüyordu.

O vakitten bunun ne kadar imkansız olduğunu düşündüğünü içindir midir ki öyle susup gülümsüyordu? Kim bilir, kim bilir… Türk köylüsünün ruhu durgun ve derin bir sudur. Bunu dibinde ne var? Yalçın bir kaya mı, bir balçık yığını mı, bir yumuşak kum tabakası mı? Keşfetmek mümkün değildir.

Onlara hitap ettiğim vakit hiçbir şey anlamaz gibi bön bön yüzüme bakarlar. Sonra kendi aralarında bir şeyler mırıldanırlar. Hissederim ki sözlerimi anlamışlar, fakat tasvip etmemişler. Bazen bıyık altından bana güldüklerini de sezerim.

Buraya gelişimin ilk haftaları, etrafıma yalnız korku ve endişe veriyordum. Beni, Hükümet tarafından gönderilmiş herhangi bir memur, bir tahsildar, bir öşürcü, bir candarma, yoksa bir askerlik şubesi reisi mi sandılar bilmem; fakat, hepsinin yüzünde korku ve endişe emarelerini ayan bayan görmüştüm.

Sonradan, benim ne o, ne bu, ne de şu olmadığım, benim hiçten ibaret olduğum anlaşılınca, ıstırapla buruşan alınlar yerine hayretle açılan gözler ve sinsi bir istihza ile bükülen dudaklar görmeye başladım. Bana bakarken her birinin gözünde parlayıp sönen, sönüp parlayan bir acayip ışık damları beliriyordu. Şüphesiz, kökleri benim erişemeyeceğim derecede uzaklarda, bir nevi gizli ve şeytani zekanın bir sızıntısı olan bu ışık kadar beni rahatsız eden bir tesir hatırlamıyorum. O beni her yerde, her dakika takip ediyor, yegane kurtuluş deliğim olan odama kadar sokuluyor; yıkanırken, giyinirken, soyunurken veya tıraş olurken bir an yakamı bırakmıyor.

En basit, en sade, en tabii hareketlerim onlara, bir sirk ortasında, bir klovnun taklak atışları, sıçrayışları, atlayıp yuvarlanışları kadar tuhaf geliyor.

Mehmet Ali’ye soruyorum:

-Niçin her şeyim senin hemşerilerinin bu kadar tuhafına gidiyor?

Mehmet Ali evvela inkar etmek istiyordu; sonra kendini tutamıyor, baklaları, birer nasihat halinde, ağzından çıkarıyordu:

-Beyim, her gün tıraş olmayıver…

-Beyim, bu dağın başında sabah akşam dişlerini fırçalamak neyine gerek…

-Beyim, geceleri sabahlara dek mırıl mırıl ne okuyup duruyorsun? Seni büyü yapır sanırlar…

Geceleri sabahlara kadar okumayayım da ne yapayım? Ben, el ayak çekildikten sonra odamın kapısını sürmeleyip kitaplarımla baş başa kalmak saatini hırsıcan ile beklerim. Çünkü, bu ömrümün bütün hazin sergüzeştini ve yaşadığım anın faciasını unuttuğum yegane saattir. O vakit, bu çıplak ve yalçın oda, reel dünyadan daha geniş, daha ferahlı bir alemin, munis, sevimli ve her biri sihir ve füsunla yoğrulmuş mahluklarıyla dolmaya başlar.

Kendileri çekildikten sonra kokuları havada kalan dilber ve nadide kadınlar, sesleri bir ana sesinden daha yakın, daha dokunaklı arkadaşlar, nur çehreli ihtiyarlar, coşkun suya benzeyen berrak gözlü gençler, mahzun sevdalılar, mütebessim sevgililer, Dante’nin Beatriçe’si Petrarka’nın Laura’sı, Romeo’lar, Jülyet’ler ve daha birçok tatlı hayaller… kimi yatağımın üstünde yan yana, kimi bir küçük çocuk gibi benim kucağımda, kimi bir iskemlede tek başına, kimi ayakta, kimi pencerenin kenarında dirseğine dayanmış; kimi odanın içinde bir aşağı beş yukarı dolaşarak benimle sabahı ederler; ve sabaha kadar, havada ilahi bir orkestranın akisleri dalgalanır ve haliklerle mahlukların el ele verip hep bir arada raks ettikleri sezilir.

*

Ekinler sararmaya başladı. Zavallı ekinler… En yükseği iki yaşında bir çocuk boyunu geçmiyor. Orta Anadolu’nun topraklarındaki ıstırap sanki bunlarda en beliğ ifadesini bulmuş gibidir. Akşam üstleri bütün başaklar yetim boyunlarını büküyorlar ve hazin köklerine bakıyorlar.

Anadolu’nun ortası, asıl ana vatanın göbeği, tuzlu göllerden, kireçli topraklardan ibaret çorak bir ülkedir. Burada, Türk Milleti, çölde Beni İsrail’i andırır. Şimdi ise bir cehennem çemberi onun her tarafından kuşatmıştır. Bütün bereketli ve zengin topraklı çepeçevre elinden alınmıştır. İstiklal cidalinin “Ya ölürüz, ya kurtuluruz” parolası işte buradan ileri geliyor.

Hakikaten bunun ikisi ortası olmaz, Türk Milleti, ya bu çemberi yarıp geçecek, yahut da burada ölmeye razı olacaktır.

Ölmeye razı olmak… Şimdiye kadar hangi milletten bu kadar ağır bir şey istenilmiştir? Geçen gün aldığım İstanbul gazetelerinde okudum: Sevr Muahedesi esas itibariyle kabul edilmiş, Damad Ferid hükümeti onu imzaya üç kişi yolluyormuş…

Yazıklar olsun seni sevmesini bilmeyenlere, ey gamlı ülke! Seni sevip, senin sessiz hailen içinde gömülüp gitmekten korku çekenler!… Taşın toprağın ne bitmez bir sabır ve mukavemet hazinesidir! İnsan, senin göğsünde ya destani bir kahramanlığa erer veyahut en ilahi mizaçlı velilerin feragat ve mahviyet derecesine varır.

Şimdi, şu söğüt dalından haykırsam Yunus Emre bana ses verecektir:

Derviş gözlü taş gerek

Gözü dolu yaş gerek

Koyundan yavaş gerek

Evet, pirim. Ben işte burada öyle olmaya çalışıyorum. Ben bodur ve seyrek ekinler, bu boynu bükük başaklar, bu buğulu söğüt ağacı, bu donuk ve sessiz su, hulasa, bütün bu yoksul tabiat parçası neyin remzidir?

Bunlar arasında bir ruh, toprağa gömülmüş bir tohum değil midir? Ben, ihtiyat zabiti Ahmet Celal, Ferid Celal Paşa’nın oğlu Ahmet, Porsuk Çayı’nın kenarında böyle bir tohum haline girdim. Bir kulaç, iki kulaç kara toprak içinde filizimi sürmek, dal ve budaklarımı aydınlığa doğru uzatmak, meyvemi vermek için Allah’ın rahmetini bekliyorum. Ve gömülü olduğum toprağın ıstırabını bedenimde hissediyorum. Her hususta ona karışıyorum.

*

Görüyorum ki fikir ve tahayyül aleminden henüz yere inmiş değilim. Halbuki ben İstanbul’dan çıkarken bütün ıstıraplarımın kaynağı kafamda olduğuna karar vermiştim. Ve onu orada bırakmak istemiştim. Burada, hiçbir şey düşünmeyecek, metafiziğe tamamıyla veda edecek ve bir köylü nasıl yaşarsa öyle yaşayacaktım. Lakin işte görüyorum ki bir çanak suda bir damla zeytinyağı gibiyim. Ne karışıyorum ne de dibe çökebiliyorum. Bize bunun için cemiyetin kaymağı diyorlar galiba.

Lakin, Türkiye’nin münevver sınıfı, hakikaten bu cemiyetin kaymağı mıdır? Eğer öyle ise, bu Salih Ağa’larda, Bekir Çavuşlarda, bu İsmaillerde, bu Zeynep Kadınlarda benden bir şey bulunması lazım gelmez miydi? Halbuki ben burada hayvanlara insanlardan daha yakınım. Onları, tiksinmeden, şefkatle sevmesini biliyorum ve sevgim onlara geçebiliyor. Boz eşek bana iyiden iyiye alışmıştır. Zira, onun başını koltuğumun altına alıp saatlerce okşarken, o, tatlı tatlı bana bakar ve bazen ben yürüyünce kendiliğinden arkama takılır.

Halbuki, küçük İsmail, bana karşı hala ilk geldiğim geceki yabancılığını, uzaklığını muhafaza etmektedir. Ona dostluk ve sevgi göstermiyor muyum? Eski çamaşırlarımı hep ona vermiyor muyum? Avucuma mütemadiyen para sıkıştırmıyor muyum? Yaptığım iyiliklerin hiçbiri, hiçbiri onu bana meylettirmiyor.

Geçen gün, Zeynep Kadın’ı sokak kapısının önünde benden şikayet ederken yakalamayım mı? Ben onun bütün işlerini karıştırmışım. Salih Ağa ile aralarını bozmuşum. Zaten yanlarına geldiğim günden beri evlerinin beti bereketi kalmamış. Mehmet Ali askere gitmiş. Başlarına bu arazi davası çıkmış, İsmail şımarmış, kimseleri dinlemez olmuş…

Ben bunları işitmezden geldim. Kapıdan çıkmak üzere iken ayaklarımın ucuna basarak ters yüzü odama döndüm. Şimdi başım iki ellerimin arasında, düşünüyorum.

Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak… Haydi, bunların hepsini yaparım. Fakat onlar gibi nasıl düşünebilirim? Nasıl onlar gibi hissedebilirim?

Odamı dolduran bütün bu kitapları yakmak.

Bu resimler, bu levhaları ayaklarımın altına alıp ezmek.

Ne para? Hepsi benim içime girdiler. Bende silinmez, kazınmaz, yıkanıp temizlenmez izlerini bıraktılar. Benim iç duvarlarım, bütün bu yabancı nakışlar, bezgiler, işaretler, renkler ve hiyerogliflerle doludur. Dış cephem değişmiş, neye yarar? Ben asıl, bu toprağın malım olmayan ve hepsi dışarından gelen maddeler, unsurlarla yoğrula adeta sınai, adeta kimyevi bir şey halini almışım.

Geçen gün kırlarda dolaşırken ayağım bir konserve kutusuna çarptı. Durdum, baktım. Bu kutu Amerika’dan gelmiş bir kutu idi ve üstünde İngilizce bir şeyin adı yazılı idi. Bu kutuyu buraya hangi yolcular bıraktı? Kim bilir ne zamandan kaldı, bilmiyorum. Fakat, tuhaf bir alaka ile eğildim, elime aldım, baktım ve adeta bir eski aşinayı görür gibi oldum.

Ben bu topraklarda işte bu teneke kutunun eşiyim.

*

Köyde kış hazırlıkları bitip tükenmek bilmiyor. Soğanlar kurutuldu. Dibeklerde günlerce bulgur kırıldı. Buğdaylar öğütüldü, öğütüldü. Bunlardan deste deste yufkalar yapıldı. Derken kuru yemişlere sıra geldi. Aman, o ne kadar ceviz! Ahırlar damlara, damların üstüne kadar saman yığınlarıyla doldu. Kadınlar, bir taraftan, taze tezek topraklarını duvarlara yapıştırıyorlar. Zeynep Kadın’ın evi, eski Abdülhamit ricali gibi, bu tunç renkli nişanlarla baştan başa donandı.

Zeynep Kadın kızları ve gelinleriyle beraber sabahtan akşama kadar durmaksızın çalışıyor. Mehmet Ali’nin yavrusunu sokak kapısının eşiğine bırakıp gidiyorlar. Bereket versin ki çalıştıkları meydanlık bizim evin önüdür. Çocuk bağırmaya başlayınca anası koşup gelebiliyor. Çok defa biz onunla eşikte arkadaşlık ederiz. Küçük insan yavrusu, ayaklarımın ucunda, yarı toprağa karışmış, döğlek cinsinden sürüngen bir nebat gibidir. Kımıldandıkça bir büyük solucan kümesini andırıyor. Her ne tarafından bakılsa bir ana karnından çıkmış olmaktan ziyade topraktan bitme şeyler hissini veriyor.

O kadar şahsiyeti yok ki daha adını bile koymadılar. İki üç defa Mehmet Ali’den sorduk. Hep unutuyor mu nedir, gönderdiği mektuplarda çocuğunun adından hiç bahsetmiyor, “mahdumuma selam-ı mahsus ederim” demekle kalıyor. Ve ben onu Adsız diye çağırıyorum.

-Adsız! Adsız!

Küçük gövdesi üstünden kocaman başını zahmetle çevirerek bana bakıyor. Öyle mahzun, öyle mahzun bir bakış ki insana ağlama isteğini veriyor.

-Adsız! Adsız! Biraz gülsene, oynasana!

Yüzü buruşur, dudakları bükülür. Hemen ağlamak üzeredir. Başkalarının kendisiyle meşgul olmasına o kadar alışmamış ki bunu bir işkence telakki ediyor. Ve hemen eline bir şey tutuşturup karşıda çalışmaları seyre koyuluyorum.

İnsanların her şeyden ziyade karıncalara benziyorlar. Ekonomi ve çalışma meselesi, her mahluktan fazla bu iki cinste kendini gösteriyor. Ve bu hassa, bir nevi yarını görme, yarını düşünme kudretiyle birleşerek onları alelade hayvanlığın fevkine çıkarıyor.

Bu çirkin ve bakımsız tabiat köşesinde, bu kaba saba insan kümesinin bana, adeta, hürmete yakın bir duygu verişi nedendir? Bu insanlar, her gün hiçe saydığım, hır gördüğüm, hatta bazen de tiksindiğim kimseler değil midir? Fakat işte, uzaktan çalışışlarını seyrederken, bana, her biri büyük bir hadisenin kahramanı gibi gözüküyor.

Bu kadınları ben düğünlerde raks ederken de görmüştüm. Hareketleri hiç bu kadar ahenktar değildi. Dibek başında bu kol sallayışları, yalak kenarında bu eğilip kalkışlar, yük altında iki büklüm oluşları, benim üzerimde eski Mısır ve Yunan taşlarında gördüğüm ritmik pozlar derecesinde bir tesir yapıyor. Öyle ki, Zeynep Kadın bunlar arasından ayrılıp bana doğru geldiği vakit az kalsın elini öpecektim.

KAYNAKÇA: İsmail Hikmet (Ertaylan), Türk Edebiyatı Tarihi, Bakû, 1926, c. III, s. 29-37; A. F. Oğuzkan, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İst., 1954; N. Akı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu (İnsan, Eser, Fikir, Üslup), İst., 1960; Banarlı, RTET, II, 1202-1205; Fethi Naci, Türkiye’de Roman, 141-144; Moran, I, 151-169, 170-184; İ. Enginün, “Yakup Kadri ve Halide Edib”, “Milli Mücadele Edebiyatında Yakup Kadri Karaosmanoğlu”, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, İst., 1983, s. 15-41, 209-248; N. Z. Bakırcıoğlu, Başlangıcından Günümüze Türk Romanı, İst., 1983, s. 135-145; Ş. Aktaş, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ank., 1987; Doğumunun 100. Yılında Yakup Kadri Karaosmanoğlu, MÜ Fen-Edebiyat Fakültesi, İst., 1989; A. Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı 1923-1950, Ank., 1993, s. 925-955; Fethi Naci, 40 Yılda 40 Roman, İst., 1994, s. 40-56; O. Okay, “Türk Romanında Köy Gerçeği ve Yaban”, Yedi İklim, Ekim 1995, s. 5-10; İ. Enginün, “Karaosmanoğlu, Yakup Kadri”, TDEA, V, 185-189; A. Uçman, “Karaosmanoğlu, Yakup Kadri”, YYOA, II, 13-14; Özgüç, I, 26; III, 139.

Paylaş