HAYATI

Şair. 2 Aralık 1884’te, Üsküp’te, İshakiye mahallesinde bir evde dünyaya geldi. Asıl adı Mehmet Agah’tır. Babası, Üsküp’te icra memurluğu ve bir aralık belediye başkanlığı da yapmış olan Nişli İbrahim Naci Bey’dir. Annesi ise babasının akrabalarından olan Dilaver Bey’in kızı Nakiye Hanım’dır. 19. Yüzyılın ünlü divan şairi Leskofçalı Galip Bey, annesinin amcasıydı. Tarihçe bilinen ilk atası, 1377’de Niş’i alan Yahşi Bey komutasındaki orduda bulunan Çankırılı Şehsuvar Bey’di. Buna göre, ailesine “Şehsuvarzadeler” diye adlandırıldığından, Yahya Kemal, soyadını bunu Türkçesi olan “Beyatlı”dan almıştı. Topraklarının çoğu Niş civarında olan aile, sonradan Üsküp’e göç etmiş, Mehmet Agah, Üsküp’te doğmuş, çocukluğunu da babaannesinin Üsküp civarındaki çiftliğinde geçirmişti. Baba yurdunun toprakları, Rakofça çiftliğinden gayrısı, Sırbistan’da kalmıştı.

Annesi Nakiye Hanım, 1895 yılında, Mehmet Agah, on bir yaşındayken veremden ölmüştü. 1898’de Mihrimah Hanım’la evlenen babası, 1942’ye kadar yaşamış, Kemalpaşa’da kaymakam olan kardeşi Reşat Beyatlı’nın yanında ölmüştü. Mehmet Agah, Üsküp’te Muradiye Cami yanındaki mahalle okuluna henüz beş yaşındayken başladı (1889). İki yıl sonra buradan ayrılarak Üsküp valisi Ahmet Eyüp Paşa’nın açtığı, yeni metotlarla öğrenim yapan “Mekteb-i Edeb” adındaki özel okula devama başladı. Bu okuldaki dört yıllık öğrenimden sonra Üsküp İdadisi’ne girdi (1895). Bu sırada çıkan Türk-Yunan savaşı yüzünden ailece Selanik’e taşındılar. Mehmet Agah da Selanik İdadisi’ne girdi. Bu arada öğrenimi aksayan Mehmet Agah’ı, daha ciddi ve düzgün bir öğrenim görmesi için İstanbul’a, akrabalarının yanına gönderdiler (1902). Bir aralık Mekteb-i Sultani’ye ve Robert Koleje girmeye teşebbüs ettiyse de ancak bir yıl kadar Vefa İdadisi’ne devam edebildi.

Sarıyer’de, akrabalarından Abdurrahman Paşazade İbrahim Bey’in konağında, Paris’te bulunmuş kimselerden dinledikleri, onda Avrupa’ya gitme isteği uyandırmıştı. Mehmet Agah, bu sıralarda ilk şiirlerini “Agah Kemal” adı ile Malumat ve İrtika dergilerinde yayınlamıştı. O sıralarda Tevfik Fikret’in tesirleri altındaydı.

1903 yılında bir Fransız acente memurunun yardımı ile Paris’e kaçtı. Önce bir süre para sıkıntısı çeken şair, babasının gönderdiği para ile toparlandı. Fransızcasını ilerletmek için Marne suyu kıyılarındaki Maux Kolejine devam etti. Sonra da “L’ecole Libre des Sciences Politiques”ne yazıldı ve yüksek öğrenime başladı (1904). O yılların ünlü tarih bilgini Prof. Albert Soral’in dersleri ilgisini çekti. Onun etkileri ile milli tarih merakına düştü.

O sırada Paris’te toplanan “Jöntürkler” havasına kendini kaptırmadığı, daha çok şairler ve artistlerin dünyalarına girmeye çalıştığını görüyoruz. O günlerin ünlü şairlerinin toplandıkları kahveler devam ediyor, kendini artistçe bir hayata hasrediyordu. O sırada Paris’te “Parnasçılar” ve “Sembolcüler” hüküm sürüyor, Baudelaire, Mallerme, Veralaine gibi büyük ustaların yanında, bir sürü genç şair, bulvar kahvelerini dolduruyorlardı. Yahya Kemal de onların yazdıklarını okuyor, sohbetlerine katılıyor, parlak bir sanat çağı ve havasında beslenerek yaşıyordu. İlk adımda Jose Maria de Heredia ve Leconte de Lisle’in “destani şiir” anlayışlarının etkisinde kalmıştı. Daha sonra Türk şiirine yeni bir ses ve zevk arıyordu. Bir yandan tarih merakı, öte yandan şiir araştırmaları, onu, taklitle değil, yeni bir senteze ve çığıra götürüyordu. Önce Baudelaire’ye tutkundu. Sonra Veralaine daha cana yakın buldu ve sevdi. Sonunda Jean Moreas’a tutuldu.

Bu yıllarda bir aralık Londra’ya, Abdülhak Hamit’i görmek için gitti (1906). 1908’de okuldan ayrıldı. İstanbul’a gelip geriye döndü. Fransa’yı dolaşmaya çıktı. Bretagne kıyılarına kadar gitti. İsviçre’yi gezdi. Paris’te dokuz yıl kaldıktan sonra, ancak 1912’de İstanbul’a dönebildi. Önce Darüşşafaka’ya edebiyat ve tarih, ardından da Medrese-tül vaizin”e uygarlık tarihi öğretmeni oldu. Bu sıralarda adını ilk olarak Türk Ocağı çevrelerinde duyurdu. Ara sıra tarih ve edebiyat konularında konferanslar veriyor, şiirlerini okuyor, gençleri çevresinde toplayarak, uzun edebiyat sohbetlerine girişiyor. Paris’ten getirdiği düşünceleri yaymaya çalışıyordu.

Bu sıralarda Yahya Kemal, Türk Ocağı’nda milliyetçilik düşüncesine bağlananların yanında, ayrıca bir de Akdeniz Medeniyeti düşüncesini anlatmaya ve yaymaya çalışıyordu. Eski Yunandan günümüzün Rumlarına ve aramızdaki sürgit çatışmalara kadar ulaşan bu görüş, Ocak çevresinde bazı tartışmalara da sebep oluyordu. Yahya Kemal, çevresinde yavaş yavaş nahoş gelmeye başlayan bu “Akdeniz Uygarlığı” düşüncesini, Osmanlı tarihi üzerinde araştırmaları ve derlemelerine dayanan tatlı sohbetleriyle değiştirmeye doğru yöneldi. Hepsinden çok “İstanbul’un Fethi” olayını işlemeye ve kutsallaştırmaya başladı. Böylece Türk Ocağı’ndaki aydınlar çevresini yoklayıp kollayarak geliştirdi ve hazırladı.

14 Ekim 1915 tarihinde, İstanbul Darülfünunda medeniyet tarihi hocalığına getirildi. Daha sonra Batı Edebiyatı ve Türk Edebiyatı dersleri okuttu (1922).

Yahya Kemal, İstanbul’a döndükten sonra Peyam gazetesinde Süleyman Sadi imzası ile Çamlar Altında Musahabe başlığı altında yazılar yazdı. Daha sonra İleri, Tevhid-i Efkar, Tavus, Nedim gibi gazete ve dergilerde yazılar yazmaya devam etti. Lakin asıl ünü Yeni Mecmua’da 1918’den sonra Bulunmuş Sayfalar başlığı altında yayınladığı şiirleri ile başladı. Mütareke yıllarında, üniversiteli gençlerle birleşerek Dergah dergisini çıkardılar. Her sayfasında bir müsahabe, arada sırada da şiirler yayınlıyordu. Bu dergi çevresinde toplana gençler, Anadolu’da gelişen milli hareketleri destekliyor, dergide kurtuluş yanlısı bir hava estiriyorlardı.

Yahya Kemal, Milli Mücadele’ye katılmak üzere, 1922’de Ankara’ya gitti. Seferden sonra Lozan Barış Konferansına danışman olarak katıldı. Ardından İkinci Büyük Millet Meclisi’ne Urfa milletvekili seçildi (1923). 12 Mayıs 1924’te Darülfünun’dan ayrıldı. Bu tarihten sonra hariyecilik ve politika mesleğinin başlar. Güneyde, Suriye sınırımızı düzenlenmesi için Fransızlarla yapılan müzakereleri idare eden heyete o da katıldı (1925). Bundan sonra Varşova orta elçiliği görevine gönderildi (1926). Üç yıl sonra Madrid orta elçiliğine tayin edildi. 1931’de Lizbon orta elçiliğine başladı. 1934’te İspanya’daki görevinden ayrıldı. Bundan sonra onun parlamento hayatının başladığını görüyoruz. Önce Yozgat (1934), sonra da Tekirdağ vekili seçildi (1935). 1942 seçimlerini kazanamayınca, CHP’nin sanat müşaviri oldu. 1943 ara seçimlerinde ise de 1946’da yapılan seçimleri kazanamadı. Bu sefer Karaşi elçiliği görevine tayin edilerek yeniden hariciye mesleğine döndü. Daha sonra bir süre de Pakistan’da bulunan Yahya Kemal Beyatlı, 1949’da yaş haddinden emekliye ayrıldı. Emekliliğinde Milli Reasürans Şirketinin yönetim kurulu üyeliği görevinde bulundu.

Yahya Kemal, İnönü Şiir Armağanı’nı 1949 yılında “Hayal Şehir” adlı şiiri ile kazandı. Yine aynı yıl içinde 2 Aralık 1949’da doğumunun 65. Yılı sebebi ile İstanbul Üniversitesi’nden kendisi adına büyük bir tören yapıldı.

Sık sık rahatsızlanan Yahya Kemal, 1951 yılında Paris’e, 1955’te de Roma’ya gidip tedavi gördü. Döndükten sonra da ömrünün son yıllarını İstanbul’da Park Otel’de geçirdi.

Yahya Kemal’in mütareke yıllarında bazı aşk maceraları olduğunu söylenir. Bazı teşebbüslere rağmen hiç evlenmemiştir.

Sürekli olarak bronşitten rahatsız olan Yahya Kemal, 10 Ekim 1958 günü tedavi görmek üzere Cerrahpaşa Hastanesi’ne yatırılır. Kanama ve kansızlık şikayetleri nedeni ile Paris’e gönderilmesine karar verilmişti. Bir iç kanama sonucu, 1 Kasım 1958 sabahı, saat 9.50’de yaşama veda etti. Cenazesi merasimle 2 Kasım 1958 günü Fatih Cami’ne getirildi. Rumeli Mezarlığında toprağa verildi.

EDEBİ KİŞİLİĞİ

Yahya Kemal, Üsküp’ten İstanbul’a geldikten sonra, henüz bir lise öğrenciyken, şiirle uğraşmaya başladı. Bu dönemde Yahya Kemal, Servet-i Fünun nazmının etkileri altında altındaydı. Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin gibi iki önemli öncü şairden başka bir önceki kuşaktan Abdülhak Hamit’in de etkisi altında idi.

1903 yılında, sanat akımlarının, 19. Yüzyıldan kalma yoğun sanat yaşamının henüz son ışıklarını sürdürdüğü bir dünyanın içine girmişti. Yahya Kemal, bu Paris’e kaçığının nedenlerini “Genç Türk” hareketine bağlamakta gösterirse de Paris’te onlarla sıkı bir ilişki de kurmuş değildi. O daha çok Paris’in sanat ve düşün çevreleri ile ilgilenmiş, Genç Türklerin siyasi toplantılarına ilgi göstermemişti. Onun, Paris’e gittiği yıllarda, bulvar kahvehaneleri bile büyük ünlülerin toplantı ve tartışma alanlarıydı. Bizde Batıya yönelen edebiyatının aracılığı ile ilişki kurduğu sanat ve düşün dünyasını doğrudan görüp yaşamak, yararlanmak imkanlarını elde ediyordu. Üstelik o sıralarda İstanbul’da Servet-i Fünun şairlerinin manevi baskıları altında gençler seslerini gereği gibi duyuramıyorlardı. Bu nedenle bir grup onlardan kopmak zorunda bile kalmıştı. Bu sanat hiyerarşisinin baskıları altında daha uzun süre Yahya Kemal gibi şairlerin seslerini duyurabilmeleri mümkün değildi. Onları atlayarak asıl kaynaklara ulaşmak, hatta daha yeni izlenimlere bağlanmak için İstanbul’dan kaçmak Yahya Kemal için gerekli görülmüş olmalıydı. 1906 yılının yaz aylarında, Ahmet Hamit’i tanımak için Londra’ya kadar gittiğine bakılırsa, onun, henüz Paris’teki o yoğun sanat havası içinde bile, bizdeki sanat etkilerinden yakasını sıyıramadığı anlaşılmaktadır.

Yahya Kemal, Paris’te bizim Fransız şiirinin peşinden Batı’ya yönelen şiirimizin taklit seviyesindeki sürüklenişinin farkına vardı. Kendine yeni bir yön seçebilmek için Doğu ve Batı uygarlıkları, Türk ve Fransız edebiyatları üzerinde düşünmeye başladı ve şu sonuca ulaştı: Şiirimizde yüzyıllar boyunca çeşitli anlayışlar hüküm sürmüştür. İran şiirini örnek alan Divan şairinin baş endişesi “mazmun”dur. “Mazmun”a bağlı düşünce, duygu ve hayalin peşinden koşarken, “bütünlük” elde edememiştir. Manzume ancak beyit bütünlüğüne bağlanabilmişti. Böylece Divan şiirinin en büyük öncülerinden bile bize bütün halinde şiirler değil beyitler ve mısralar kalmıştı. Halk edebiyatı da şiir anlayışı bakımından aynı durumdadır. Onda da aynı söyleyiş ve motif monotonluğu vardır. Bölge özelliklerine dayandığından, “dil” bakımından da ayrı özellikler taşırlar. Fransız şiirini örnek alan Tanzimat edebiyatı, pek çok bakımdan Divan Şiirinin özelliklerini sürdürür. Tanzimat döneminde yavaş yürüyen yenileşme, Servet-i Fünun devrinde hızlandı ve yenileşme kesinleşti, taklit seviyesine yükseldi. Şiirimiz için bu kez “Frenk mukallitliği” tehlikesi belirdi. Divan nazmı İran’ı taklit ediyordu. Şimdi de yeni edebiyat Fransız nazmını taklit etmeye başlamıştı. Türk şiirinin en büyük devrimcisi Tevfik Fikret, yıktığı kadar yapıcı olamadı. Şiirimizin nazmını anlayıp yenisini kuramadı. Daha doğrusu “çağdaş Fransız şiiri”ne ulaşamadı, gerilerde kaldı. Üstelik Servet-i Fünun nazmı, nesir kuralları ile yazılan, nesirle ilişkisini kesmeyen bir nazımdı. Fransızca da dilimizin özelliklerine kadar işlemiş, milli zevkimiz bozulmuştu. Velhasıl Fransız örneklerine bağlanan nazmımız bize yabancı, taklitçi ve cılızdı.

Artık şiirimizi bu sürekli, biri biterken diğer başlayan taklit esirliğinden kurtararak kendi milli varlığını iyice ortaya koyabilecek, yeni bir gelişim yoluna sokmamız gerekiyordu.

Yahya Kemal, Paris’te bir yandan çağdaş Fransız şiiri ve kültürü ile haşır neşir olurken öte yandan da Türk şiirine “esirlik ve taklit” anlamı taşımayan yeni bir yol açmanın çarelerini düşünüyordu.

Fransız edebiyatındaki son gelişmeleri izleyerek “öz şiir” anlayışına ulaştı. Şiir bu açıdan bakılınca, nesirden ayrı, “musikiden başka bir musiki” içimizde ulaşacağımız bir ahenk idi. Bu iç ahenkteki solum imkanları, şiirinin bütününü kucaklayacak kadar genişti. Şiirin içini bu “ses”le doldurmak gerekliydi. Bu yeni anlayışa göre, şiire yabancı olan her şeyi arıtmak, şiiri kendine bağlı bir yoğunluğa ulaştırmak gerek idi. Üstelik bu yeni şiirin taklitçi olmaması, yerli, milli ve yeni bir kişilik kazanması gerekliydi. Şiirimizin bize has yaratıcı, yeni bir kişiliğe kavuşması için de şimdiye kadar kullanmadığımız kaynaklara başvurmak gerekli idi. O bu alandaki görüşlerini tamamlayabilmek için, o sıralarda tarih dersleriyle ün salan Albert Sorel’in görüşlerinden yararlandı. Ona göre yeni kuşaklarla bağlantılarını yitiren “olay-mekan” bağlantısını da yaşatmayan tarihin karşısında, mekana bağlanacak çağları aşan ve yeni kuşaklara da bağlanan bir “canlı tarih” vardı. İstanbul, işte bu canlı tarihin ayakta kalabileceği zamanları aşabilen bir tarih mekanı idi. Yeni şiirin de kaynağı bu olmalı, şiirimiz bu açıya bağlanmalı idi. Uzun araştırmalar ve düşünmelerden sonra, şimdi karşısında bir yol açılıyordu. Lakin her şeyden önce, Edebiyat-ı Cedide şiirinin sürüp giden egemenliğinin yıkılması, öte yandan bu edebiyatın kendi üzerindeki etkilerinin getirebileceği bir uygun ortam bulması gerekiyordu.

Uygun şartlar zamanla geldi. Önce 1909’da Fecr-i Ati adı altında birleşen gençler, Edebiyat-ı Cedide şiiri aleyhine saldırılara geçti. Yahya Kemal’in yolu kendiliğinden açılıyordu. Ardından bu grup iddialarını yürütemeyerek dağılmıştı. 1911’de Selanik’teki Genç Kalemler hareketi edebiyatımızın ve dilimizin millileşmesi meselesini ele alıyor, böylece Yahya Kemal’in idealine en yakın hareket, o daha Paris’teyken ortaya çıkıyordu. O, bu hareketteki milliyetçiliği, Asyalı eski kaynaklara kadar taşırmıyor, ancak imparatorluğun mirası olan bir alanla sınırlı görüyordu. Şimdi sıra kendi şiiri üzerinde Cenap Şahabettin ve Tevfik Fikret tesirlerinden kurtulmaya gelmişti. Onun, Servet-i Fünun nazmının etkilerinden 1909 yılında kurtulduğu sanılıyor.

Bir yandan eski etkiler ve alışkanlıklarından kurtulmaya çalışırken, öte yandan düşünüp tasarladığı “yeni şiir”in başarılı örneklerini vermek için dikkat ve itina ile çalışması, ilk denemelerini saklaması gerekiyordu. Kendi deyimi ile “geç ve güç söyler” bir duruma geldi.

Yahya Kemal, yurda döndüğü sırada, karşısında artık ne “Servet-i Fünun ne de Fecr-i Aticiler vardı. Fakat Tevfik Fikret ile Cenap Şahabettin, şahsi tesir ve güçlerini sürdürdükleri kadar, “Milli Edebiyat” hareketinin getirdiği Mehmet Emin, Rıza Tevfik, Mehmet Akif, Ahmet Haşim gibi yeni ve güçlü şairler de iyice belirmişti. Şiir alanı boş değildi, bu güçlü isimler karşısına yeni bir amatör gibi değil, yeni bir yol açıcı olarak çıkmanın güçlükleri ve aşılması gereken engeller vardı. Yurda döndükten sonra, beş altı yıl kendine uygun çevrelerde Milli Edebiyat akımının desteğinde dolaştı, zemin yokladı. Çevresini dinledi, önce dostlar çevresinde ihtiyatla hazırladığı şiirleri, sohbetleri ile yerleşmeye başladı. Kendini, elden ele dolaşan şiirleri, sohbet kalıntısı düşünceleriyle tanıttı. O, şartları zorlayıp yol açmıyor, sabırla şartların yolunu açmasını bekliyordu.

Yahya Kemal, “Milli Edebiyatçılar” ile yan yana durmakla birlikte, bazı hususlarda onlardan ayrılıyor, dünya görüşü ile Avrupalı, söyleyiş ve muhteva bakımlarından “yerli ve milli” bir edebiyat tasarlıyordu. Uygarlık anlayışı bakımından da Osmanlı sınırlarını aşmaya yanaşmıyordu.

Osmanlı uygarlığının Türklüğü, zengin tarihi, onun şiirinin esaslı temellerinden biri oldu. Bugün ile dünü bir bütün olarak kabul ediyor, büyük bir yıkıntının getireceği aşağılık duygusunu önlemeye çalışıyordu. 1910’dan başlayarak gittikçe genişleyen bir tempo ile Osmanlı tarihinin şanlı devirlerini, eski kültürün değerlerini yaşatıyordu. Tanzimat’tan sonra gittikçe artan bir tempoyla, edebiyatımızı kaplayan “geçmişle ilgimizi kesme” hareketi yerine, “geçmişle birleşerek direnmeye geçiş” denilebilecek bir hareket başlıyordu. Bu hareket hem de yıkılsın arifesinde imdada yetişiyordu. Osmanlı tarihinin onu en çok ilgilendiren birkaç seçme olayı ve devri vardı. İstanbul’un fethi ile başlayan Rumeli fetihleri, sanat ve edebiyatımızı da etkileyen “Lale Devri” denilen uygarlık aşaması. Üstelik bu devir, Yahya Kemal’in eski tarih havası içinde İstanbul’u anlatan şiirleriyle yeri havası ile İstanbul’u anlatan şiirleriyle birleşiyordu. Öte yandan anıları, tarihi pitoreski ve yerli havası ile İstanbul şiirleri, onun sanatında dünden bugüne bağlanıyor, ruhi bir gerçek olarak beliriyordu. Böylece Yahya Kemal, tarihle derinleşerek, uygarlığa bağlanarak, anılarla birleşerek sürüp gelen derinliğe zengin bir “yurt inanışı ve sevgisi”ni getiriyordu.

Onun şiirlerinde bir de “tabiat-insan” kompozisyonu vardır.” Burada, onun asıl amacı, şiirini “sonsuzluk” içinde yeniden duymaktır.

Öte yandan, kendi duygu ve hayalleri, aşklarını da şiirlerine geniş ölçüde yansımıştı. Dünya nimetlerinden yavaş yavaş ölüme doğru nasıl ulaştığını anlatırken, önce yalnızlık düşüncesine ulaşır. Ölmeden önce ölüm demek olan dünya zevklerinden çekilişin ıstırabını sayar dökerken, İslami bir rızadan çok, ölümü içine sindirerek kabul ediş basamağına kadar ulaşır.

Şiirlerini, bizim eski nazım şekillerimizle (gazel, şarkı, mesnevi ve rubai) yazan Yahya Kemal, çağının modasının dışında kalarak, aruz ölçüsünü daima tercih etmişti. Şiirinde aruzu kullanışında, ahenk temini hesapları ağır basmakla birlikte, o, kelimeler arasındaki ses uygunluklarından gelen “iç ahenk”ten de geniş ölçüde yararlandı. Kafiye seçimine fazla önem vermeyen şair, vezinle “dış ahenk”i, kelimelerindeki ses uyumları ile de “iç ahenk”i temin etmeye uğraştı ve bunda büyük bir başarı sağladı. Onun getirdiği “yeni şiir” anlayışında “kelime” seçimi önemli bir yer alıyordu. Divan nazmının dili, Servet-i Fünun’un yabancılaşmış dili, halk şiirinin yetersiz dilini bir yana bırakarak “konuşulan Türkçe”ye dayanan yeni ve sağlam bir kaynağa ulaşıyordu. Çağdaş şairlerin de ulaşıp denedikleri bu kaynak, İstanbul Türkçesinin canlı konuşma dili idi.

Şiirlerinde tasvirler birlikte hikayeyi de kullanan Yahya Kemal, divan nazmının başlıca kusuru sayılan kompozisyon zorluklarını aştı. Tanzimat sonrası yönelmelerindeki “yabancılaşma”nın karşısına çıktı. “Eski-yeni” bütünlüğünü sağlayarak “yeni şiir” yolunu açanlardan biri oldu. Üstelik bu çetin işi, kendimize güvenmenin, kaynaklarımıza yeniden bağlanmanın gerektiği “dar bir geçit”te başardı.

ESERLERİ

Şiir:

  • Kendi Gök Kubbemiz, İst.: Yahya Kemal Ens., 1961
  • Eski Şiirin Rüzgârıyla, İst.: Yahya Kemal Ens., 1962
  • Rubailer ve Hayyam Rubailerini Türkçe Söyleyiş, İst.: Yahya Kemal Ens., 1963
  • Bitmemiş Şiirler, İst.: Yahya Kemal Ens., 1976

Makale-Söyleşi:

  • Aziz İstanbul, İst.: Yahya Kemal Ens., 1964
  • Eğil Dağlar, İst.: Yahya Kemal Ens., 1966
  • Edebiyata Dair, İst.: Yahya Kemal Ens., 1971
  • Tarih Musahabeleri, İst.: Yahya Kemal Ens., 1975

Anı ve Mektup:

  • Siyasî ve Edebî Portreler, İst.: Yahya Kemal Ens., 1968
  • Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım, İst.: Yahya Kemal Ens., 1973
  • Mektuplar, Makaleler, İst.: Yahya Kemal Ens., 1977
  • Pek Sevgili Beybabacığım, (haz. Nuri Akbayar) İst.: YKY, 1998

Öykü:

  • Siyasi Hikâyeler, İst.: Yahya Kemal Ens., 1968
ESER ÖRNEKLERİ
YAHYA KEMAL BEYATLI ŞİİRLERİ
AÇIK DENİZ

Garbin ucunda, son kıyıdan en gürültülü

Bir med zamânı, gökyüzü kurşunla örtülü,

Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi;

Gördüm güzel vücûdunu zümrütliyen deri

Keskin bir ürperişle kımıldadı anbean;

Baktım ve anladım ki o ejderdi canlanan.

Sonsuz ufuktan âh o ne coşkun gelişti o!

Birden nasıl toparlanarak kükremişti o!

Yelken, vapur ne varsa kaçışmış limanlara,

Yalnız onundu koskoca meydan ve manzara!

Yalnız o kalmış ortada, âsi ve bağrı hûn,

Bin mağra ağzı açmış, ulurken uzun uzun…

Sezdim bir âşina gibi, heybetli hüznünü!

Rûhunla karşı karşıya kaldım o med günü,

Şekvânı dinledim, ezelî muztarip deniz!

Duydum ki rûhumuzla bu gurbette sendeniz,

Dindirmez anladım bunu hiç bir güzel kıyı;

Bir bitmeyen susuzluğa benzer bu ağrıyı.

AKINCI

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik

 

Haykırdı, ak tolgalı beylerbeyi “İlerle!”

Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle

 

Şimşek gibi atıldık bir semte yedi koldan

Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan

 

Bir gün yine doludizgin atlarımızla

Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla

 

Cennette bu gün gülleri açmış görürüz de

Hâlâ o kızıl hâtıra gitmez gözümüzde

 

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik

MOHAÇ TÜRKÜSÜ

Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle,

Canlandı o meşhûr ova at kişnemesiyle!

 

Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü;

Biz uğruna can verdiğimiz yerde göründü.

 

Gül yüzlü bir âfetti ki her bûsesi lâle;

Girdik zaferin koynuna, kandık o visâle

 

Dünyâya vedâ ettik, atıldık dolu dizgin;

En son koşumuzdur bu! Asırlarca bilinsin!

 

Bir bir açılırken göğe, son def’a yarıştık;

Allâh’a giden yolda meleklerle karıştık.

 

Geçtik hepimiz dört nala, cennet kapısından;

Gördük ebedî cedleri, bir anda yakından!

 

Bir bahçedeyiz şimdi şehidlerle berâber;

Bizler gibi olmuş o yiğitlerle berâber.

 

Lâkin kalacak doğduğumuz toprağa bizden;

Şimşek gibi bir hâtıra nal seslerimizden.

SENE 1140

Nev-bahâr-ı, vuslatın bassın deyû ilk âyına

Bûseden pâ-bûş giydirdim o nermîn pâyına

Kasr-ı Sa’d-âbâd gül-zâr-ı hümâyûn-sâyına

Eyledim meh-tâbı da’vet hem düğün âlaayına.

 

Tâ ki seyretsün felek ol şûh çözmüş kâkülü,

Bir elinde câm-ı âteş-fâma kalb etmiş gülü.

Leyl içinde âh ederken nev-bahârın bülbülü,

Eyledim meh-tâbı da’vet hem düğün âlaayına

 

Ey Kemâl, eyyâm gördüm meslek-i şûhânede;

Neşve verdim cûşişimden devr-i Ahmed Hân’e de.

Dehrden bir kâm alıp bir şeb bu mâtem-hânede,

Eyledim meh-tâbı da’vet hem düğün âlaayına.

MAHURDAN GAZEL

Gördüm ol meh dûşuna bir şâl atup lâhûrdan
Gül yanaklar üstüne yaşmak tutunmuş nûrdan

Nerdübanlar bûsiş-î nermîn-i dâmânıyle mest
İndi bin işveyle bir kâşâne-î fağfûrdan

Atladı dâmen tutup üç çifte bir zevrakçeye
Geçti sandım mâh-ı nev âyîne-î billûrdan

Halk-ı Sa’dâbâd iki sâhil boyunca fevc fevc
Va’de-î teşrîfine alkış tutarken dûrdan

Cedvel-i Sîm’in kenârından bu âvâzın Kemâl
Koptu bir fevvâre-î zerrin gibi mâhûrdan

BİR SAKİ

O muğbeçeyle tanıştımdı Lâle Devri´nde,
Fütâdegânına son bir piyâle devrinde.

On altı yaşına dâhil o şûh-ı Sa´d-âbâd,
Cihânı verdi idi ihtilâle devrinde.

Lisânı şîve-i Şîrâz´dan nümûne idi
Acem-perestî-i Rûm´un imâle devrinde.

Teferrüd etmedi derler nazîri bir sâkî
Cem´in serîrine câlis sülâle devrinde.

Kemâl, Kasr-ı Cinân içre, ser-be-ser bir şeb
O muğbeçeyle tanıştımdı Lâle Devrinde.

EYLÜL SONU

Günler kısaldı… Kanlıca’nın ihtiyarları

Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.

 

Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa…

Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa…

 

İçtik bu nâdir içki’yi yıllarca kanmadık…

Bir böyle zevke tek bir ömür yetmiyor, yazık!

 

Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor;

Lâkin vatandan ayrılışın ıztırâbı zor.

 

Hiç dönmemek ölüm gecesinden bu sâhile,

Bitmez bir özleyiştir, ölümden beter bile.

HAYAL BESTE

Roma’nın şarkını fethettiğin andan sonra,

Yüce dağlar gibidir gördüğün iş, Türk oğlu!

Girdiğin yerde asırlarca kalıştan başka,

Kurduğun devlet asırlarca muzaffer yürüdü.

Tâlihinin döndüğü en korkulu yıllarda bile,

Yürüyen düşmanı son hamlede döktün denize.

Açtığın ülkede, yoktan yaratış kudretini,

Azminin kurduğu yüzlerce şehirden fazla,

İri firûzeye benzer nice gök kubbeyle,

Dehre aksettiriyor, gerçi, büyük mîmârî;

Bu eserler seni göstermeğe kâfî diyemem.

Şi’re aksettirebilseydin eğer, dinlerdin,

Yüz fetih şi’ri, okundukça, çelik tellerden.

Resm’e aksettirebilseydin eğer, ömrünce,

Ebedî cedleri karşında görürdün canlı.

Gönlüm isterdi ki mâzini dirilten san’at,

Sana târihini her lâhza hayâl ettirsin.

KOCA MUSTAFA PAŞA

Koca Mustâpaşa! Ücrâ ve fakîr Istanbul!

Tâ fetihten beri mü’min, mütevekkil, yoksul,

Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada.

Kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü’yâda.

Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyyetimiz

Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz.

Mânevî çerçeve beş yüz senedir hep berrak;

Yaşıyanlar değil Allâh’a gidenlerden uzak.

Bir bahar yağmuru yağmış da açılmış havayı

Hisseden kimse hakîkat sanıyor hulyâyı.

Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada,

O kadar komşu ki dünyâya duvar yok arada,

Geçer insan bir adım atsa birinden birine,

Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.

Serviliklerde sükûn, yolda sükûn, evde sükûn.

Bu taraf sanki bu halkıyle ezelden meskûn.

Bir afif âile sessizliği var evlerde;

Örtüyor fakrı asâletle çekilmiş perde.

Kaldırımsız, daracık, iğri sokak, doğru sokak..

Her geçildikçe basılmış ve düzelmiş toprak.

Kuru ekmekle, bayat peyniri lezzetle yiyen,

Çeşmeden her su içerken: “Şükür Allâh’a” diyen

Yaşıyor sâde maîşetlerin en sâfında;

Rûh esen kuytu mezarlıkların etrâfında.

Bu vatandaş biraz ahşapla, biraz kerpiçten

Yapabilmiş bu güzellikleri birkaç hiçten.

Türk’ün âsûde mizâcıyle Bizans’ın kederi

Karışıp mağrifet iklimi edinmiş bu yeri.

Şu fetih vak’ası, Yârab! Ne büyük mu’cizedir!

Her tecellîsini nakletmek uzundur birbir;

Bir tecellîsi fakat, rûhu saatlerce sarar:

Koca Mustâpaşa var, câmii var, semti de var.

Elli yıl geçtiği günlerde büyük mu’cizeden,

Hak’dan ilhâm ile bir gün o güzel semte giden,

Rum vezîr, eski manastırda ederken secde,

Kalbi çok dolduran îmân ile gelmiş vecde,

Onu, tek Tanrısının mâbedi etmiş de hayâl,

Vakfedip her neye mâlikse, bütün mâl ü menâl,

Bir fetih câmii yapmak dilemiş İslâm’a.

Sebep olmuş bu eser yâd edilir bir nâma.

Dört asırdır inerek câmie nûr üstüne nûr

Yerde bulmuş yaşıyanlar da, ölenler de huzûr.

Ona hâlâ gidilirken geçilir bir yoldan,

Göze çarpar ölüm âyetleri sağdan soldan,

Sarmaşıklar, yazılar, taşlar, ağaçlar karışık;

Hâfız Osman gibi hattatla gömülmüş bir ışık

Bu mezarlıkta siyah toprağı aydınlatıyor;

Belli, kabrinde, O, bir nûra sarılmış yatıyor.

Gece, şi’riyle sararken Koca Mustâpaşa’yı

Seyredenler görür Allâh’a yakın dünyâyı.

Yolda tek tük görünenler çekilir evlerine;

Gece sessizliği semtin yayılır her yerine.

Bir ziyâretçi derin zevk alarak manzaradan,

Unutur semtine yollanmayı artık buradan.

DENİZ TÜRKÜSÜ

Dolu rüzgârla çıkıp ufka giden yelkenli!

Gidişin seçtiğin akşam saatinden belli.

Ömrünün geçtiği sahilden uzaklaştıkça

Ve hayâlinde doğan âleme yaklaştıkça,

Dalga kıvrımları ardında büyür tenhâlık

Başka bir çerçevedir, git gide dünyâ artık.

Daldığın mihveri, gittikçe, sarar başka ziyâ;

Mâvidir her taraf, üstün gece, altın deryâ…

Yol da benzer hem uzun, hem de güzel bir masala

O saatler ki geçer başbaşa yıldızlarla.

Lâkin az sonra lezîz uyku bir encâma varır;

Hilkatin gördüğü rü’yâ biter, etrâf ağarır.

Som gümüşten sular üstünde, giderken ileri

Tâ uzaklarda şafak bir bir açar perdeleri…

Mûsıkîsiyle bir âlem kesilir çalkantı;

Ve nihâyet görünür gök ve deniz saltanatı.

Girdiğin aynada, geçmiş gibi dîğer küreye,

Sorma bir sâniye, şüpheyle, sakın: “Yol nereye?”

Ayılıp neş’eni yükseltici sarhoşluktan,

Yılma korkunç uçurum zannedilen boşluktan

Duy tabîatte biraz sen de ilâh olduğunu,

Rûh erer varlığının zevkine duymakla bunu.

Çıktığın yolda, bugün, yelken açık, yapyalnız,

Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervâsız,

Yürü! Hür mâviliğin bittiği son hadde kadar!…

İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.

GECE BESTESİ

O kuş en kuytu bahçelerde öter;

Sarmaşıklarla yüklü vâdîde;

Hiç bir el değmemiş ağaçlarda;

Geceden tâ şafak sökünceye dek

Yükselir perde perde içli sesi;

En uzun nağmesiyle, bir müddet,

Gaşyeder yer yüzünde dinliyeni;

Bir zaman gök yüzünde yalnız o ses,

O terennüm kalır;

Gaşyolur dinledikçe yaldızlar.

O kuş ancak bahâr olunca gelir;

Nerelerden gelir?

Kimse bilmez, bu bir muammâdır;

Bahâr erince sona

Kaybolur, başka bir bahara kadar.

O kuşun ömrü, bir güzel gecede,

Bir güzel beste söylemekle geçer.

O kuş en kuytu bahçelerde öter;

Hayâl içinde yaşar,

Hayâl içinde ölür.

GÜFTESİZ BESTE

Sizi dün bekledim o yollarda

Ki gezindikdi bir zaman karda,

Kararan gözlerimle rüzgarda

Sizi dün bekledim o yollarda!…

Sanıyordum unuttunuz adımı,

Dediniz hissedince maksadımı:

“Beni hala bu genç unutmadı mı

Ki bugün bekliyor bu yollarda?”

Nice sevdalılarla sevgililer

Aşkı yollarda böyle beklediler!

Nice sevdalılar da var ki diler

Akşam olsun bu kuytu yollarda!.

RİNDLERİN AKŞAMI

Dönülmez akşamın ufkundayız.Vakit çok geç;

Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!

Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,

Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.

Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan

Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan

Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece.

Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince,

Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!

Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.

KAYNAKÇA: A. Ş. Hisar, Yahya Kemal’e Veda, İst., 1959; N. S. Banarlı, Yahya Kemal Yaşarken, İst., 1959; ay, Yahya Kemal’in Hatıraları, İst., 1960; ay, Bir Dağdan Bir Dağa, İst., 1984; S. S. Uysal, Yahya Kemal’le Sohbetler, İst., 1959; ay, İşte Gerçek Yahya Kemal, İst., 1972; H. V. Eralp, Yahya Kemal İçin, İst., 1959; A. H. Tanpınar, Yahya Kemal, İst., 1962; A. Ayda, Yahya Kemal: Kendi Ağzından Fikirleri ve Sanat Görüşleri, Ank., 1962; ay, Yahya Kemal’in Fikir ve Şiir Dünyası, Ank., 1979; H. Yücebaş, Bütün Cepheleriyle Yahya Kemal, İst., 1979; A. S. Ünver, Yahya Kemal’in Dünyası, İst., 1980; C. Tanyol, Türk Edebiyatında Yahya Kemal, İst., 1985; B. Ayvazoğlu, Yahya Kemal: Eve Dönen Adam, Ank., 1985; M. Özbalcı, Yahya Kemal’in Duygu ve Düşünce Dünyası, Ank., 1995; H. B. Kahraman, Yahya Kemal Rimbaud’yu Okudu mu?, İst., 1997; A. Kahraman, Yahya Kemal Beyatlı, İst., 1998; Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası, c. I, İst., 1959, c. II, İst., 1968, c. III, İst., 1988; Ölümünün Yirmibeşinci Yılında Yahya Kemal Beyatlı, Ank., 1983; Doğumunun 100. Yılında Yahya Kemal Beyatlı, İst., 1984; R. Bakkal, Tanıtamadığımız Yahya Kemal, İst., 1998; Yahya Kemal: Cumhuriyet Şairinin Yalnız Adam Olarak Portresi, İst., 1998; Türk Kimliği ve Yahya Kemal, Ank., 1999; M. Kaplan, “Beyatlı, Yahya Kemal”, TDEA, I, 413-418; M. O. Okay, “Beyatlı, Yahya Kemal”, DİA, VI, 35-39; K. Yetiş, Yahya Kemal, I: Hayatı, İst., 1998; ay, Yahya Kemal İçin Yazılanlar, İst., 1998; A. Uçman, “Beyatlı, Yahya Kemal”, YYOA, I, 318-320; T. Abacı, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’da Müzik, İst., 2002; K. Bek, Yahya Kemal Beyatlı: Yaşamı ve Yapıtlarını Okuma Kılavuzu, İst., 2002.

Paylaş