HAYATI
Oyun yazarı. 1936’da Nallıhan’da dünyaya geldi. 27 Nisan 1977’de Ankara’da yaşama veda etti. Adalet Ağaoğlu’nun kardeşidir. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde eğitimini tamamladı. 1960 yılında Paris’e gitti ve burada iki yıl yaşadı. Dönüşünde Arena Tiyatrosu’nu kurdu. Burada uzun yıllar oyunculuk ve yönetmenlik yaptı. 1967’de Asaf Çiğiltepe’nin vefatından sonra AST’yi yönetti. 1970’de İstanbul’a yerleşti ve İstanbul Sanat Tiyatrosu’nu kurdu.
Güner Sümer, lise yıllarında arkadaşlarıyla birlikte Mavi adlı aylık bir dergi çıkarmış, bu dergide şiir, hikaye ve tiyatro eleştirileri kaleme almıştı. Adını oyun yazarlığı ile duyurdu. Yarın Cumartesi adlı oyunu ile 1965 yılında en iyi yönetmen seçilmişti.
ESERLERİ
Oyun:
- Yarın Cumartesi (1961, bas., 1962)
- Bozuk Düzen (1965)
- Hüzzam (1983)
- Baba ile Oğul (1983).
Uyarlama:
- Kel Şarkta (E. Ionesco’dan, Sahne Z ekibi ile birlikte Ankara Radyosu için, 1960).
Çeviri:
- Gizli Ordu (Brenden Behan’dan çev., 1963)
- Küçük Burjuvalar (M. Gorki’den, 1975).
Şiir-Düzyazı:
- Şiirler/Düzyazılar (1954-56).
Öykü:
- Öyküler (1954-56).
Ölümünden sonra tüm eserleri Adalet Ağaoğlu tarafından hazırlanarak basıldı: Toplu Eserleri (2 cilt, 1983). Adı Nalan isimli tamamlanmamış bir de romanı vardır.
ESER ÖRNEKLERİ
YARIN CUMARTESİ’DEN
(Hapisteyken karısı tarafından kardeşiyle aldatılan bir adamın içine düştüğü hüzünlü durum ile bu olay dolayısıyla yaşanan bir ailenin dramı anlatılır oyunda. Bir yandan da gelecekten mutluluk bekleme ve bağışlayıcı olma temaları da işlenir.)
…
İKİNCİ PERDE
ÜÇÜNCÜ TABLO
(Ertesi sabah. Gün, yeni ağarmaya başlamıştır. Dekor aynıdır. Sahne hafif, solgun bir ışıkla aydınlatılmıştır. Bu aydınlık tablonun devamınca çoğalacaktır. Fikret, koltukta uyumaktadır. Pantolon ve gömlekledir. Perde açıldıktan bir süre sonra ağır ağır kalkar. Saçı başı darmadağınıktır. Yüzünde ve her halinde bir gece öncesinin yıkıntısı, alkolün verdiği bir karışıklık vardır. Ağır ağır pabuçlarını giyip kravatını bağlar. Ceketini alıp sanki bir şeyden kaçıyormuş gibi sessizce sokak kapısına doğru yürür. O sırada Anne, soldan girer. Elindeki tepside çaydanlık ve bardaklar vardır.)
Anne- Fikret! Nereye gidiyorsun?
Fikret- Çıkıyorum. Dolaşacağım.
Anne- Biraz dur.
Fikret- Ne var?
Anne- Biraz dur. Seninle konuşacağım.
Fikret- Sonra konuluruz. İşim var.
Anne- (Bir yandan bardaklara çay doldurur.) Gece hiç uyumadım…
Fikret- Hangimiz uyudur?
Anne- Senin kalkmanı bekledim. Konuşmamız gerek.
Fikret- Bence artık olup bitenlerin lafını etmek gereksiz. Hoşça kal.
Anne- Dur, diyorum. (Bir an) Çayın soğuyor.
Fikret- Canım istemiyor. İçmeyeceğim.
Anne- Fikret, seninle konuşmalıyız, anlamıyor musun? Limon da var. Midene iyi gelir.
Fikret- Bir şeyim yok benim.
Anne- Aynada kendini bir görsen. Haydi gel, otur, iç bunu. (Fikret, annesinin yüzüne bakmadan koltuğa çöker.)
Fikret- Ne söyleyeceksen çabuk söyle. Dünyanın en aşağılık adamıyım, iradesizim, iğrencim…
Anne- O kadar kötü olamazsın. Bilirim, sizin içiniz tertemizdir. Öyle uzun boylusuna aklım ermez benim. Nazar mı değdi ne…
Fikret- Bırak şimdi. Böyle şeylere inanmadığımı bilirsin. Karınca duası yaptırdığın süper günler çoktan geçti. Artık dünya öküzün boynuzları üzerinde durmuyor.
Anne- Dün bir şey söylemiştin ya… Haksız değildin.
Fikret- Dün birçok şey söyledim. Hiçbirini de hatırlamıyorum şimdi.
Anne- Baban için ayyaş demiştin. Evet, öyleydi. Artık bunu bilmenizi istiyorum.
Fikret- Çok mu içerdi? Onu hemen hemen hiç hatırlamıyorum.
Anne- Beni yüzüstü bıraktığı zaman siz daha çocuktunuz. Bir akşamüzeri çekti gitti. Gidiş o gidiş.
Fikret- Onu bir daha görmedin mi?
Anne- Hayır birkaç ay sonra ölüm haberini getirdiler. Üzülemedim. Çünkü onu gittiği gün, o akşam kaybettiğimi biliyordum.
Fikret- Neden bu kadar içerdi?
Anne- Bilmem. Yalnız ikide bir “Ben sümüklüböcek değilim” derdi. Bunu hep söylerdi. “Ben sümüklüböcek gibi evimi sırtımda yaşayamam” diye bağırırdı.
Fikret- Zavallı. Demek o da sırtında taşıyacağı bir evin ağırlığını istemiyordu.
Anne- Umurumda değil. İster sümüklüböcekler gibi evinizi sırtınızda taşıyın, ister leylekler gibi baharın geldiği yere gidin…
Fikret- Bu elimizde olsa…
Anne- Ne yaparsanız yapın ama ayyaş olmayın. İçinde çıkamayacağınız bir çukura yuvarlanmanızdan korkuyorum, anlıyor musun?
Fikret- İçmek bir kurtuluş yolu oluyor anne. Küçükken bize masallar anlatırdın. O masallarda bir Billur Köşk vardı hatırlıyor musun?
Anne- Evet.
Fikret- O Billur Köşkü küçücük beynimizin içinde nasıl süslemiştik. Günler geçti. Hayat zordu. Billur Köşkümüzü taşa tutuyorlardı. İlk gençlik yıllarımız geldi. Billur Köşkümüze yeşil panjurlar taktık. İçine sarı saçlı bir peri sultanı oturttuk. Günün birinde sekiz kollu cadı uçan süpürgesiyle değil ama, bir Amerikalı çavuş Chevrolet markalı arabasıyla gelip sultanımızı Kaf Dağının ardına kaçırdı. O günden beri yürüyoruz yürüyoruz bir de dönüp arkamıza bakıyoruz ki bir arpa boyu yol gitmişiz. (Sessizce ağlamaya başlar.)
Anne- Ağlama yavrucuğum. Dünya peri sultanlarıyla dolu.
Fikret- Artık Billur Köşkümüz yıkıldı anne. İstediğimiz peri sultanı da değil.
Anne- Göreceksin, her şey yoluna girecek.
Fikret- Bahar gelip de ayaklarımızın ucundan beynimize doğru ateş gibi bir rüzgar esince biraz et istiyoruz. Senin akıl erdiremediğin bu işte. Şimdiye kadar genelevlerdekilerden başka kadın tanımamıştım.
Anne- Seni evlendirmeliydik.
Fikret- Evlenemezdim. İnsanlar mutluluğu, rahatlığı paylaşmaya hazır. Fakat huzursuzluğuna, sıkıntına bir ortak bulmak. İşte bu zor.
Anne- Ne olursa olsun iyi-kötü bir yoldaşın olmalıydı.
Fikret- Söylemesi kolay. Gelecek olan belki önce seni istemeyecekti. Ne bilirsin ne biçim bir insan olduğunu…
Anne- Bildiğin, tanıdığın bir kız yok muydu?
Fikret- Of, anne söyletme beni Allah’ını seversen. Daha uzun boylusunu sorarsan ben daha hiçbir kız tanımadım. Hiçbirinin elinden tutup hayatına giremedim.
Anne- Neden?
Fikret- Bunu sen sorma bari. Tam bir kızın peşine düşecek çağdayken pabuçlarımızın delik, pantolonumuzun yamalı ve midemizin boş olduğunu gördük. Hayatın karşısına çıktığımız gün para kazanmak zorundaydık.
Anne- Peki, şimdi?
Fikret- Evet. Artık pantolonumuz ütülü ve karnımız tok. Ama doğrusunu istersen başımız önümüzde evden işe, işten eve gide gele hesap makinalarından farkımız kalmadı. Geçen baharların bile farkında değiliz.
Anne- Kabahat bende mi?
Fikret- Sana kabahat bulan yok. Anne, beni anlamaya çalış. Düşün, nasıl anlamsız bir hayat yaşadım. Toplama çıkarma yapan bir makinadan farkım yoktu.
Anne- Geceleri o meyhaneye kapanacağına kendine bir kız arkadaş arayabilirdin.
Fikret- Bunu yapamazdın anne. Günlerce bir kızın peşinden koşmak benim becereceğim iş değildi. Bu bana, nasıl söyleyeyim, dünyanın en yüzsüzce işi gibi geliyordu.
Anne- Sonu ne oldu?
Fikret- Evet. Çaresizdim. Yanı başımda olan bir dişiye sarıldım. Hayatım küçük bir heyecan kazanır sanmıştım. Ama sonu kötü oldu. Sizin inandığınız ahlak böyle bir rezaleti nasıl karşılar, çok iyi biliyorum. Bu da yetmiyormuş gibi bir de onun karnında gittikçe büyüyen bir ur peydahlandı.
Anne- Bunlar ne biçim sözler? Ne uru? Şimdi ortada bir çocuk var.
Fikret- Olmaz olsun.
Anne- Böyle deme. Bir şeyler yapmalıyız. Bir çaresini bulmalıyız.
Fikret- Sence bunun bir çaresi var mı?
Anne- Evet. Bütün gece düşündüm. Bir tek yol var.
Fikret- Nedir?
Anne- Onu seviyor musun?
Fikret- (Kararsız) Bilmiyorum, galiba evet.
Anne- Onu al ve git.
Fikret- Anlamadım.
Anne- Onu al ve buradan git. Tek çıkar yol bu. Huzursuzluğunu, sıkıntını paylaşacak birini arıyordun. İşte buldun. Gidin kendinize yeni bir hayat kurun.
Fikret- Olmaz bu.
Anne- Olur, Sabaha kadar çırpındı, sayıkladı durdu. Onun da gönlü sende.
Fikret- Ne?
Anne- Evet. Seninle cehennemin dibine gitmeye hazır.
Fikret- Fakat, fakat ağabeyim… Onu bırakamam.
Anne- O hepinizden sağlamdır, merak etme. Dayanmasını bilir.
Fikret- Hayır. Saçmalık bu.
Anne- Söylesene, başka ne yapabiliriz.
Fikret- Çocuk doğmayacak.
Anne- O nasıl söz?
Fikret- Önce bu piç ortadan kalkmalı. Sonra da ben çekip giderim.
Anne- Bunu yapmaya hakkın yok. Ne olura olsun çocuk yaşayacak.
Fikret- Evet, çocuk yaşasın ama bizim hayatımız tükensin öyle mi?
Anne- Tükenmez. Biraz dayanıklı ol. Sen bugün biletleri alırsın. Birikmiş biraz paramız var.
Fikret- Nereye gideceğiz?
Anne- Nereye istersen. Baharın geldiği yere. Leylekler gibi.
Fikret- Gidemem.
Anne- Neden gidemezsin?
Fikret- İşte… Gidemem…
Anne- Korkuyorsun.
Fikret- Düşünsene. Yeni bir ev, bir kadın, bir çocuk… Ben buna alışık değilim. Sorumluluk istemiyorum. Bu yükün altında ezilirim.
Anne- Bazen senden nefret etmek istiyorum.
Fikret- Biliyorum, benden hepiniz nefret ediyorsunuz.
Anne- Hayır. Senden nefret etmek elimden gelmiyor.
Fikret- Hep, büyük, geniş bir camı parçalamak geliyor içimden. Şuramda bir sıkıntı var. Büyüyor büyüyor, bir balon gibi patlayacağımı sanıyorum. O zaman etrafıma saldırmak, duvarları yıkmak, camları parçalamak istiyorum!…
Anne- Kendine gel yavrum.
Fikret- Ben huzuru aramaktan bıktım artık. Her açtığım kapı yeni bir huzursuzluğun başlangıcı oluyor. Alıp başımı onunla gitsem benim huzursuzluğum iki kişinin huzursuzluğu olacak. Çocuk doğunca üç kişinin huzursuzluğu. Doğacak çocuğun çocuklarının huzursuzluğu. Yeter artık. Kendimi geberteceğim. Yeter! Suçlu kim? Kim o hergele?
Anne- Peki peki. İstersen gitme. Burada kal. Sen nasıl istersen.
Fikret- Bize bir gökyüzü verilmiş. Her bahar çiçek açmasını bilen ağaçlar verilmiş. Biz bunların değerini bilmiyoruz. Biz birbirimizin mağlubuyuz anne. Orada tek bir galip yok.
Anne- İstersen benimle beraber kalırsın, ha?
Fikret- Elimizden gelse gökyüzünü parselleyeceğiz. Bize kurtuluş yok artık.
Anne- Bana bak, sen hastasın. Bugün dışarı çıkma. Yaz dinlen biraz.
Fikret- Deli misin? Hesap makinesi tam zamanında işlemeye başlamazsa bu çark nasıl döner? Gideceğim. Hem de koşa koşa. Düğmene basacaklar ve başlayacağım: Üç artı bir, çarpı seksen, çarpı beş bin… (Bağırır) Artı bir milyon üç yüz bin… Artı. Eksi. Tekrar çarpı. Beş, üç, sıfır!… (Bu sırada soldaki kapı açılır. Tarık girer. Tertemiz giyinmiş, kravat takmıştır.)
Tarık- (Gülümseyen bir yüz, sakin bir sesle) Günaydın… (Bir sessizlik) Çay demlendi mi anne?
Anne- Evet. Orada. Dur, ben koyarım.
(Çay koyar. Fikret pencerenin önünde başı eğik ve arkası dönük durur.)
Tarık- Güzel bir gün olacak. Havada tek bulut yok. (Çayını yudumlar.) Pencereden baktım, bahçedeki armut ağacı bile çiçeklenmiş. Beyaz beyaz çiçekleri var. Belki bu yıl meyve de verir.
Anne- Geçen yıl iki meyve vermişti.
Tarık- Bak sen bodura. Onu kendi ellerimle diktiğim günü hatırlıyorum. Demek bizim diktiğimiz ağaçlar da meyve veriyor. (Sigara paketini çıkarır. Fikret’e uzatır.) Yak bir tane bacaksız.
Fikret- (Döner, sert.) Bırak numarayı be!
Tarık- Hayrola.
Fikret- Yeter artık. Şu kapıdan içeri girdin gireli komik bir oyun oynamaya çalışıyorsun. Biraz da gerçek yüzünü göster.
Tarık- Sen hele yak bir sigara.
Fikret- (Pakete eliyle vurup fırlatır.) Sana numarayı bırak, dedim. Söylenecek başka bir şeyin yok mu yani?
Tarık- (Anneye) Bu çocuğun nesi var?
Fikret- (Alaycı) Sadece biraz nezleyim. Üşütmüştüm de. Oldu mu beyefendi? Bana bak, olduğundan başka türlü görmek isteyenlerden nefret ederim.
Tarık- Ben de öyle.
Fikret- Öyleyse açık konuşalım. Cilve yapıp durma karşımda.
Anne- Evet, şu meseleyi halledelim. Ama daha sakin. Kavga etmeden.
Tarık- Hangi meseleyi?
Fikret- Karınızın karnındaki çocuğa ait meseleyi.
Tarık- Hangi karımın?
Fikret- Aman Allah’ım! Beş yıl önce evlendiğiniz karınızın, Nurten’in herhalde karnında bir çocuk taşıdığınızın biliyorsunuz.
Tarık- Evet, biliyorum. Bu dün pek açıkça söylenmemişti ama tahmin etmiştim…
Fikret- Çocuğun insan kurallarına göre gayrı meşru, tabiat kurallarına göre meşru babasının ben olduğumu da biliyor muydunuz?
Tarık- Aşağı yukarı.
Fikret- Güzel. Peki, bunlara karşı söylenmeyecek bir şeyiniz yok mu?
Tarık- Bak Fikret. Ben, dört yıl hapis yatmış bir adamım. Dört yıldır yapayalnızdım. Biz kızla evliydim. Bu dört yıl içinde o da yapayalnızdı. Beni bekleyemezdi. Bunu ondan isteme hakkına sahip değildim. Döndüm ve her şeyi umduğum gibi buldum.
Anne- Umduğun gibi mi?
Fikret- Nasıl yani?
Tarık- Beni bekleyememişti. Ancak bu durumun aksi benim için bir sürpriz olurdu. Umduğumu buldum. Yani şaşırmadım. Üzülmedim de.
Anne- Sahi, üzülmedin mi?
Tarık- Bu dört yıl içinde Nurten’i bir kadınla değil, bulsam bir dişi köpekle aldatabileceğim günler oldu.
Anne- Tövbeler olsun.
Tarık- O beni, buna aldatmak denirse bir erkekle aldatmış, çok mu?
Fikret- Yani kızmıyor musun?
Tarık- Yoksa beni, karım diye aldığım bir kızı kendimle birlikte mahkum edecek kadar bencil mi sandın?
Fikret- Neden mahkum olsun?
Tarık- Ne farkı var? Ha şu pencerenin önü, ha taş duvarların gerisi…
Fikret- Ne fark var olur mu?
Tarık- Ben orada bekliyorum, o burada. İkisinin de sonu beklemeye varır. Ben bir mahkumum, bekleyeceğim. Ama o mahkum değil ki. Neden beklesin?
Fikret- Ne olursa olsun, senin karın o.
Tarık- Eh, öyle kabul ediyorsan ben de o dediğindenim: Boynuzluyum.
Anne- Ne biçim konuşma bunlar?
Fikret- Basbayağı konuşma. (Tarık’a) Bütün sorumluluğu benim üzerime atmak istiyorsun değil mi? İşin içinden ne güzel de çıkıveriyorsun…
Tarık- Nasıl istersen öyle kabul et. Ama anladığıma göre Nurten seni seviyor.
Fikret- Evet seviyor. Daha diyeceğin var mı?
Tarık- Yok. Düşündüklerimin hepsini söylediğimi sanmıyorum.
Anne- Bana bakın.
Fikret- Yani durumu kabul ediyorsun, öyle mi?
Tarık- Evet.
Fikret- Benimle kavga etmeyecek misin?
Tarık- Ne diye?
Fikret- Daha ne olsun be? Yoksa erkekliğini mi kaybettin!..
(Tarık’ın üzerine yürür.)
Anne- Otur yerine!
Fikret- Sen karışma, (Tarık’a) söylesene. Adam değilim ben artık, desene… Bittim desene…
Tarık- Benim yerime sen söyle.
Fikret- Boynuzlu! Silik herif!
Anne- Sus.
Fikret- Eğer kendini savunmayacaksan, bütün bunlar senin derdin değilse aramızda işin ne? Defol, git buralardan!
Anne- Fikret!..
Tarık- Bırak söylesin anne.
Fikret- Ne duruyorsun? Sana “defol” dedim. Bas, git. Bu ev benim evim. Bu eve ben bakıyorum, anladın mı?
Tarık- Yanılıyorsun bacaksız. Bu ev de bahçeye diktiğim armut ağacı gibi benim sayılır. Her geçen yaz üç beş meyve verir. Hiç değilse bu meyvelerden biri benim hakkım değil mi?
Fikret- İkide bir başıma kakarsın. Sana borcum varsa ödeyeceğim. Bütün derdin paraysa aç kalmazsın, merak etme. Her ay bir çek gönderirim.
Tarık- Aç kalmaktan dokuz yaşımdayken bile korkmazdım. Şimdiden sonra bin kere daha vız gelir. Ama telaşlanma. Nasıl olsa gideceğim. Sırası gelince. Görüyorsun evin içinde halledilmesi gerekli bir mesele var. Onlar düzelsin, bir iş bulur, çeker giderim. İçin rahat etti mi?
Fikret- Sen kardeş misin be! Görmüyor musun boğuluyorum. Çıldıracağım. Sen benimle düpedüz alay ediyorsun. Dök içindekilerini. Benden nefret ettiğini söyle. Ne diye saklanıyorsun? Beni ifrit etmekten zevk duyuyorsun değil mi? Bu gece hiçbirimiz uyuyamadık. Sen de uyuyamadın. Bana ne kadar aşağılık, ne kadar sefil bir insan olduğumu söyle de ferahlayayım biraz. Ne susuyorsun be? Konuşsana! Hayvan herif! (Tokatlar. Tarık dimdik durur. Fikret’in kolları düşer. Başı eğilir. Bitmiştir. Yenik bir sesle devam eder.) Eskiden ne derdim olsa sana gelirdim. Başım belaya girince hep senden yardım beklerdim. Mahallelerdeki çocuklardan dayak yesem sen gelir kurtarırdın. Aşık olsam sen teselli eder, onunla nasıl konuşmam gerektiğini sen öğretirdin. Sarhoş olurdum, sen beni eve getirir yatırırdın. Pek Kaptan, şimdi başım seninle belada. Şimdi kim yardım eder bana? Kim akıl öğretir! Sarı kız da gitti. Hem de uyuzun biriyle. Benim derdimden kim anlar artık? Sen de yoksun… (Kapıya döner) Kim tutar elimden benim? Kim akıl öğretir? Kim?… (Hızla çıkar. Sokak kapısının kapandığı duyulur. Bir sessizlik.)
Tarık- Bir çay daha koysana anne.
Işıklar söner.
DÖRDÜNCÜ TABLO
(Işıklar yanar. On gün sonra bir akşamüzeri. Ortalık alacakaranlık. Nurten, bir koltukta oturmakta. Fikret, yağmurlukla, ayakta, biraz sinirli dolaşmakta.
Fikret- Vaktimiz kalmadı. Bu son şanstır.
Nurten- Yapamam. Bunu benden isteme.
Fikret- İş işten geçtikten sonra pişman olacaksın.
Nurten- Ne olursa olsun yaşamasını istiyorum.
Fikret- Etraftan ne diyecekler?
Nurten- Ne diyeceklerini biliyorum.
Fikret- Öyleyse?
Nurten- Bu benim başlattığım bir hayat. Şuramda ılık ılık yaşadığını duyuyorum.
Fikret- Hele bir evlenelim. Ondan sonra isteğin kadar çocuğumuz olur.
Nurten- Ama bunun suçu ne?
Fikret- Peki, bizim suçumuz ne?
Nurten- Daha yaşamak hakkını bile kullanamayan bir çocuğun sana ne kötülüğü olur?
Fikret- Onun yaşaması için gireceğimiz sıkıntıyı düşün.
Nurten- Bu sıkıntıya değer Fikret. Düşünsene. Bizden bir parça. Yarın nefes almaya, ağlamaya, gülmeye başlayacak.
Fikret- Saçmalama! Kalk haydi. Doktor bekliyor. Bir daha böylesini bulamayız.
Nurten- Bir çocuğum olmasını ne kadar istemiştim. Bundan başka isteyecek neyim var ki? Günün birinde hepinizin de beni yüzüstü bırakmayacağınızı nereden bilebilirim. Artık yalnızlıktan korkmuyorum. Hiç değilse sevebilecek bir çocuğum olsun.
Fikret- Seni yalnız bırakmayacağım.
Nurten- Garip ama onu şimdiden sevmeye başladım. Fikret, bırak yaşasın ne olur.
Fikret- Yavrucuğum, düşünsene etraftan ne diyecekler. Bir piç o.
Nurten- Piç değil. Bir çocuk.
Fikret- Vakit geçiyor.
Nurten- Beni seviyor musun?
Fikret- Evet.
Nurten- Öyleyse benim için bırak, çocuk yaşasın.
Fikret- Yapamam Nurten.
Nurten- Neden yapamazsın?
Fikret- O çocuğu ömrüm boyunca görmeye dayanamam.
Nurten- Ama neden?
Fikret- Ona her bakışımda Tarık’ı görür gibi olacağım.
Nurten- Acaba senin yerinde Tarık olsa böyle mi düşünürdü?
Fikret- Ne demek istiyorsun?
Nurten- O hiçbir zaman bir çocuğu öldürecek kadar kötü olmadı.
Fikret- Açık konuş.
Nurten- Her şey ortada. İşte görüyorsun. Her haliyle bizi fiyaskoya uğrattı.
Fikret- Pekala. Sen de ondan yanasın. İstersen ona dön.
Nurten- Hangi yüzle?
Fikret- Bunu önceden düşünmeliydin.
Nurten- Haklısın. Ama geceleri sessizce odama girip o tatlı sözleri kulağıma fısıldarken böyle düşünmüyordum.
Fikret- O vakit ikimiz de vücutlarımıza yenildik.
Nurten- Öyleyse bu aşk değildi.
Fikret- Bilmiyorum. Ama inan Nurten, yine de sana ihtiyacım var.
Nurten- Ne kadar zavallıyız!
Fikret- Biraz da biz tadını çıkaralım hayatın. (Kıza sarılır.) Anlamıyor musun, aramızda bu kadar erken bir üçüncüsünün girmesine tahammülüm yok. Bir çocuk daha da olsa…
Nurten- (Kurtulmaya çalışır.) Bira Fikret!
Fikret- (Bırakmaz.) Göreceksin. Bunların hepsini unutturacağım sana. Seni o kadar çok seveceğim ki… Uzakta bir evimiz olacak. Hep dizinin dibinde oturacağım… (Kızı öper.)
Nurten- (Nefes nefese.) Çok fenasın. Bunu yapmaya hakkın yok.
Fikret- Artık seni kimse elimden alamaz.
Nurten- (Zayıflayarak.) Kolların ne kadar kuvvetli.
Fikret- İnkar etmeyelim, birbirimizi seviyoruz.
Nurten- Kendimden utanıyorum.
Fikret- Söyle, sen de beni seviyorsun değil mi? Hiç değilse birazcık seviyorsun.
Nurten- Bilmiyorum.
Fikret- Seviyorsun. Senin de bana ihtiyacın var.
Nurten- Bende akıl bırakmadın. Kendimi tanıyamıyorum.
Fikret- Aşk bu sevgilim. Kendimi tanıyamıyorum.
Nurten- Sarıl bana… Sarıl…
Fikret- Gidiyor muyuz?
Nurten- Gitmemiz gerekiyor mu?
Fikret- Evet.
Nurten- Çocuk biraz da senin sayılır. Eğer istiyorsan…
Fikret- İstemesem de mecburuz.
Nurten- Sen bilirsin.
Fikret- Oh, çok teşekkür ederim. Kabul edeceğini biliyordum.
(Yeniden kızı öper.)
Nurten- Yeter artık, yeter! Gideceksek bir an önce gidelim. Ne olacaksa olsun.
(Fikret, kızın omuzlarına mantosunu koyar.)
Fikret- Kendimi affettirmek için elimden ne gelirse yapacağım.
Nurten- Ya ben? Kendimi affedebilecek miyim?
Fikret- Başka ne yapabiliriz? Haydi, üzülme.
Nurten- Ben hazırım.
(Sokak kapısı açılır. Anne girer. Elinde bir iki paket. Şemsiyeyledir.)
Anne- Siz misiniz çocuklar?
Fikret- Evet anne.
Anne- Niye karanlıkta oturuyorsunuz? (Işığı yakar.) Gökyüzü delinmiş sanki… Tufan… Mübarek yağsın… Mevsimidir…
Fikret- Biz çıkıyordun biraz.
Anne- Nereye bu yağmurda?
Fikret- Biraz alışveriş yapacağız.
Anne- Yemeğe gelecek misiniz?
Fikret- Belli olmaz.
Anne- Şemsiye alın. Çok yağıyor.
Nurten- (Annenin karşısında durur.) Allahaısmarladık anne.
Anne- Güle güle.
(Kız birden ağlayarak annenin boynuna sarılır.)
Nurten- Anne! Anne! Niye böyle oldu?
Anne- Neyin var kızım?
Fikret- (Kızı kolundan çeker.) Kendine gel Nurten. Çocukluğun sırası mı?
Anne- Ne oluyor size?
Nurten- Anne, beni affetmeye çalış olur mu?
Anne- Haydi, haydi, kötü kötü söyleteceksiniz beni.
Fikret- Yürü Nurten. Neredeyse dükkanlar kapanacak. Eyvallah anne.
(Fikret, kızın kolundan çekerek çıkarlar.)
Anne- Allah Allah, bunlara da ne oluyor böyle?
…
KAYNAKÇA: Necatigil, İsimler, 337-338; Özkırımlı, TEA, IV, 1058; Kurdakul, Sözlük, 557; Karaalioğlu, 512; “Sümer, Güner”, TDEA, VIII, 76; Necatigil, Eserler, 81-82; Özgüç, I, 257; II, 350.