HAYATI

Roman yazarı. 1 Mart 1847 günü İstanbul’da Vaniköy’de dünyaya geldi. Babası “Encümen-i Daniş” ve “Meclis-i Maarif Umumiye” üyesi, “Takvimhane nazırı” (Takvim-i Vakayi ve Matbaa-yi Amire müdürü) yazar ve bilgin Recai Efendi idi. Annesi Rabia Hanım da okuma yazma bilen bir hanımdı.

Bir süre Beyazıt Rüştiyesi ve Mekteb-i İrfan’da okuduktan sonra, Harbiye İdadisi’ne girdi (1858). Henüz on bir yaşındayken girdiği bu okulda sağlık nedenleri yüzünden okuyamadı. Babasından ve özel hocalardan aldığı derslerle eğitimini tamamlayan yazar, beden yapısının zayıflığı ve edebiyata karşı gösterdiği ilgiden dolayı, Hariciye Nezareti mektubi kalemine yerleştirdiler (1862). Orada Fransızcaya çalışmak, Suphipaşazade Ayetullah ve Namık Kemal gibi o devrin genç yazarları ile tanışmak fırsatını buldu. Divan tarzında şiirler yazmaya ve Fransızcadan ufak tefek çeviriler yapmaya bu dönemde başladı.

Daha sonra Vergi İdare-i Umumiyesi kalemine memur oldu (1866). Namık Kemal Avrupa’ya giderken “Tasvir-i Efkar” gazetesini ona emanet etmişti. Bu vesile ile yazarlar dünyasını daha yakından tanıdı. O sırada, “Şura-yı Devlet” teşkilatı kuruluyordu. Kendisini taktir eden Şura-yı Devlet başkanı Mithat Paşa’nın himayesini gördü ve 1868’de muavinliğe getirildi. Amcası Arif Efendi’nin kızı olan Rabia Hanım ile evlenmesi bu sıradadır. Ertesi yıl Nafia dairesine verildi. Sonra Tanzimat Dairesine geçti. 1873’te baş muavinlik görevine getirildi. 1877’de daire üyeliğine terfi etti. Şura-yı Devlet’e bağlı Temyiz Mahkemesi üyeliğine, sonra da Tanzimat Dairesi başkanlığı görevine yükseldi. Bu ilerlemelerin sonunda bala rütbesi aldı. II. Abdülhamit’in idaresinin son yıllarına doğru, İtalyan propagandasını karşılamak için tedbirler almak yerinde araştırmalar yapmak üzere Trablusgarb’a gönderilen heyette bulundu.

1880-87 yılları arasında Galatasaray Sultanisinde ve Mekteb-i Mülkiyede edebiyat öğretmenliği yaptı. 1908’de Meşrutiyet’in ilanından sonra, önce Evkaf, bir süre sonra da Maarif nazırlığı görevine tayin edildi. O yıl içinde senato üyesi oldu. Ölümüne kadar bu görevde kaldı.

Özel hayatında çok talihsiz bir baba olan Recaizade Mahmut Ekrem Bey, üst üste gelen evlat acıları ile sarsılmış, acılı duygularını eserlerinde yansıtmıştı. 31 Ocak 1914 tarihinde, İstanbul, Şişli’deki evinde yaşama veda etti. Küçüksu Mezarlığında oğlu Nejat’ın yanında toprağa verildi.

EDEBİ KİŞİLİĞİ

Recaizade Mahmut Ekrem’in ikisi hikaye ve roman olmak üzere üç eseri göze çarpmaktadır. İlki “Muhsin bey veyahut Şairliğin Hazin Neticesi” (1889), o çağın edebi zevkine uygun düşen, duygulu ve acıklı bir hikaye idi. Yazılışından üç yıl sonra basılmıştı. İçinde, o devir yazarlarının pek hoşlandıkları, olay kahramanı şair Muhsin Bey’in duygularını yansıtan şiirler de bulunan bu eser, o günlerde moda olan bir düzendeydi. Sevgilisi veremden ölünce, kendisi de aynı acıya dayanamayıp “tair-i ruh-ı mustarib” kafesinden kurtulmuş bir kuş gibi “alem-i bala-yi safa”ya çırpına çırpına uçup giden kahramanın ıstıraplarının teşhiri, hikayeyi baştan başa kaplamaktadır. Eser bir yanı ile yaşanmış bir olaydan konusunu almaktaydı. Ahmet Hamdi Tanpınar, onun bu eserini, “Graziella” gibi dokunaklı bir aşk hikayesi olsun diye yazdığını söylemektedir.

“Araba Sevdası” (1896), onun adı geçen eseri ile hemen aynı zamanda yazılmış olmakla birlikte, ondan tamamıyla ayrı ve farklı, gerçekçi nitelikler göstermektedir. Ancak eserin yayınlanması biraz geç kalmış, 1886’da yazılmış, 1889’da Servetifünun’da tefrika edildikten sonra kitap halinde yayınlanabilmişti. Bu roman, Tanzimat sonrası edebiyatımızın ortak konusu olan “yabancılaşma”yı, o devrin örnek tipi olan çevresinden kopmuş alafranga delikanlı tipinin hayatını anlatmaktaydı. Ekrem Bey’den önce Şinasi’nin Şair Evlenmesi (1860) oyunu ve Ahmet Mithat Efendi’nin “Eflatun Bey ve Rakım Efendi” (1876) romanında aynı tipin ele alındığını görmüştük.

Bihruz Bey, Tanzimat’tan sonra servet sahibi olmuş bir kimsenin oğludur. Olaylar 1810-1875 yılları arasında geçmektedir. O sıralarda ileri gelen varlık ailelerin köşkleriyle süslenmiş, belli başlı eğlence yerlerinin başında gelen Çamlıca, Göksu, Fenerbahçe, kışları herkesin toplandığı Şehzadebaşı gibi İstanbul’un ün salmış gezinti yerleri romanın çevresini vermektedir.

Ekrem Bey’in bu romanındaki realist ölçü, olayların düzeni, çevre tasvirleri, Bihruz Bey’in psikolojisinin belirlenmesi gibi unsurlar, diğer eserleriyle kıyaslanamayacak kadar tabii ve başarılıdır. Onun yaptığı için bilincine ne ölçüde ulaşabildiği eserinin önsözünden anlaşılmaktadır.

Ekrem Bey’in, bu romanındaki gerçekçi üslup anlayışına işaret eden önsözden sonra, bölümleri gözden geçirilince, onun o devirde moda olan gereksiz süslerden göze çarpacak ölçüde arındığını, gerçekçi ölçüleri titizlikle koruduğunu görmekteyiz. Bütün bunlara rağmen, Recaizade Mahmut Ekrem’in bu eseri, roman türünde 1896-1898 yıllarında ulaşılmış bulunan seviyeyi aşacak bir nitelik göstermez. Ancak kullanılan gerçekçi anlatım tekniği, gözlemler, tiplerin belirlenmesi bakımından o günlerdeki eserlerle yanı seviyede olduğu kabul edilebilir.

Asıl dikkat nazarını çeken cihet, Ekrem Bey’in sanat anlayışı, diğer eserlerine yansıyan duygulu ve ıslak gözlü romantik mizacına rağmen, böyle bir sanat verebilmiş olmasıdır. “Araba Sevdası” üzerinde duranlar bu soruyu hayretle sormaktadırlar. Ekrem Bey’in şiirlerindeki kişiliği, Muhsin Bey hikayesi ile ortaya koyduğu örnekten sonra, burada ansızın ortaya çıkıveren gerçekçi davranışı anlamak güçtür. “Araba Sevdası”nın önsözünde şiirle ilgisini kestiğini, artık kendisini tamamıyla roman ve hikayeye vermek istediğini söylemektedir. Belki de Ekrem Bey, eserini yazdığı tarihle basıldığı günler arasındaki roman türünün evrimini izlemiş, bu yolda ileri sürülen düşünceleri ve örnekleri takip etmiş, roman türündeki gerçekçiliğe doğru gelişen yönelmeleri hesaba katarak, basılmadan önce, eserini geniş ölçüde düzeltme gereğini duymuştu.

Recaizade Ekrem Bey, o günlerin moda ve tutkularını, kişilerine yansımış davranışlarını tasvir edilebildiği kadar, eleştirmesini de yapmaktadır. Tanzimat döneminde ortaya çıkarak, gittikçe hayatımızda yerleşip yayılan, çeşitli yönleri çeşitli eserlerde tasvir edilerek anlatılan “yabancılaşmış alafranga genç” örnek tipinin iyice mekanize olmuş bir örneğini anlatmaktadır. Bihruz Bey, bütün nitelikleriyle belirmiş bir “az gelişmiş”tir. Zihni ve ruhi özellikleri iyice gelişmemiş, rüşeym seviyesinde bir taslak adamdır. Örnek tipin ele alınışındaki başarılı yönelişe rağmen, “Araba Sevdası”nda iyice işlenmemiş, çağının insanları ve sorunlarını ancak kroki halinde verebilen bir hali vardır.

Araba Sevdası’ndaki gerçekçi yönelişten sonra, Ekrem Bey’in “Şemsa” (1895) adını verdiği o çok zayıf hikayeyi yazmış olması, bu çabasının nasıl bir deneme yoklama seviyesinde kaldığını, şiirinde ve bütün edebiyat anlayışında olduğu gibi, roman ve hikaye de “çağına bağlı” bir edebi dengesizlik içinde bocaladığını göstermektedir. Evlat acıları ile sarsılmış olan Ekrem Bey’in acıları ve göz yaşları içindeki halini yansıtan bu eser, konaklarına bırakılmış zayıf ve zavallı bir evlatlığın hikayesidir. Evlatlarının ölümüne yazdığı bir mersiyeyi burada küçük bir köylü kızı için de yazmıştı. Bu eseriyle artık bir daha, “Araba Sevdası”na ulaştığı çizgiye dönemeyeceği anlaşılmaktadır.

Recaizade Ekrem Bey, edebiyatımızın evriminde eserlerinden çok hocalığı ve düşünceleri ile yararlı olmuştu. Kendisinden çok, yetiştirdiği gençler onun tasarladıkları yapabildiler. Bundan dolayı “üstad” adı ona uygun düşmüştü.

Önceleri eski tarzda gazeller yazarken, sonraları Namık Kemal be Abdülhak Hamit, daha sonraları da kendi yetiştirdiği, dergilerini ve örgütlerini kurduğu Servet-i Fünuncu gençlerin etkilerinde kalmıştı. Böylece bütün edebi hayatı aramak, denemek ve etkilenmekle geçmiş oldu.

“Talim-i Edebiyat” (1872) adındaki eseri ile yenilik hareketinin estetiğini yapan Ekrem Bey, şiirde üç çeşit güzellik kabul ediyordu: Fikri güzellik, hayali güzellik ve hissi güzellik. Kendi çizdiği bu kategoriler içinde Ekrem Bey’in ancak “hissi güzellik” çerçevesinde kaldığını görüyoruz. Hissi ve acılı şeylere tutkun, özel hayatının her yanını şiir haline getirmeye düşkün olan Ekrem Bey “hüzünlü ve dokunaklı” şeyleri severdi. Onun “Araba Sevdası” dışındaki bütün eserlerinde bu niteliği buluruz.

Çağında sevilmiş, saygı görmüş olmasına gençler arasında hoca ve zevk öncüsü sayılmasına rağmen, “Araba Sevdası”ndan başka hatırlanacak bir eser bırakmadı.

Ekrem Bey çağının eğilimlerine kapılarak tiyatroyu da denemişti. “Afife-Anjelik” (1876) ilk denemesiydi. Namık Kemal’in “Zavallı Çocuk” (1873) adlı yapıtına özenerek yazdığı “Vuslat” ise daha sonra yazdığı “Muhsin Bey” adındaki hikayesinin ilk taslağı gibi bir şeydi. Meşrutiyet devriminden sonra yayınladığı “Çok Bilen Çok Yanılır” (1914) komedisi ise “Bin Bir Gün” kitabından alınmış bir hikayenin geliştirilmiş şekli idi. Vefik Paşa tarzına yakın, oldukça başarılı bir eserdi.

ESERLERİ

Şiir:

  • Nağme-i Seher, İst.: Terakki Mtb, 1288/1871
  • Yâdigar-ı Şebâb, İst.: Tasvir-i Efkâr Mtb., 1290/1873
  • Zemzeme I, İst.: Matbaa-i Ebüzziya, 1299/1882
  • Zemzeme II, İst.: Matbaa-i Ebüzziya, 1300/1883
  • Zemzeme III, İst.: Şirket-i Mürettibiye Mtb., 1301/1884
  • Tefekkür, İst.: Mahmut Bey Mtb., 1303/1886
  • Pejmürde, İst.: Âlem Mtb., 1311/1894
  • Nijad Ekrem, İst.: Servet-i Fünun Mtb., 1316/1901
  • Nefrin, İst.: Matbaa-i Şems, 1332/1914

Oyun:

  • Afife Anjelik, 1870
  • Atala, (Chateaubriand’dan uyarlama) İst.: Terakki Mtb., 1288/1872 (Atala yahut Amerika Vahşileri adıyla 1290/1873)
  • Vuslat yahut Süreksiz Sevinç, İst.: Şark Mtb., 1291/1874
  • Çok Bilen Çok Yanılır, İst.: Yeni Osmanlı Mtb. ve Ktp., 1332/1916

Öykü:

  • Muhsin Bey yahut Şairliğin Hazin Bir Neticesi, İst.: İstepan Mtb., 1307/1889
  • Şemsâ, 1896

Roman:

  • Araba Sevdası, İst.: Âlem Mtb., 1314/1896

Diğer:

  • Nâçiz, İst.: Hakayik Mtb., 1288/1871
  • Talim-i Edebiyat, İst.: Mekteb-i Mülkiye-i Şahane Mtb., 1296/1879
  • Takdir-i Elhân, İst.: Mahmut Bey Mtb., 1301/1884
  • Kudemadan Birkaç Şair, İst.: Mahmut Bey Mtb., 1305/1888
  • Takrizat, İst.: Âlem Mtb., 1314/1896
ESER ÖRNEKLERİ

ARABA SEVDASI’NDAN BİR ÖRNEK

Muhteşem Bihruz Bey kudema-yı vüzeradan müteveffa Paşanın mahdumudur.

Vilayetten vilayete intikal ile on beş sene kadar alettavali İstanbul’a ayak basmamış olan pederiyle sıgar-ı sinninde memleket memleket dolaştığından dolayı, Bihruz Bey, bir çocuk için derece-i ulada vecibültahsil olan malumatı on altı yaşına kadar ele geçirememiş idi. Nihayet pederinin bur infisali üzerine, İstanbul’a vürudunda, mahdum beyin bir rüştiyeye konulmasına nasıl himmet olundu! Aradan altı ay mürur etmeden (…) Paşa, gene bir vilayet valiliğe memur ve İstanbul’dan tekrar müfarekate mecbur oldu ise de artık bu defa Bihruz Bey tahsilinden geri kalmamak için validesiyle beraber İstanbul’da bırakıldı.

İki sene sonra, Paşa, gene mazulen İstanbul’a geldiği zaman, mahdum beyi karacümleden, imladan, kıraatten bizzat bil’imtihan malumatı derece-i kafiyede görmekle, tahsilini ikmal edip de bir şahadetname alıncaya kadar mektebe devam ettirmeye lüzum görmeyerek, çocuğu kendi arzusu üzerine Babıali aklamından birisine çerağ ettirmiş ve Beyefendi için tahsili artık bittabi cavip görünen Fransızca ile beraber ikinci derecede lüzumu teslim olunan Arabi ve Farasiyi öğrenmek üzere, Bihruz Bey’e başka maaşlı hocalar tayin etmiş idi.

Bihruz Bey, ilk hevesle beş altı ay kadar kaleme devam ederek, daha Fransızca bir ibare okumaya iktidar hasıl etmeden, ağızdan bellediği bir hayli elfaz ve terakip ile en alafranga genç beylerin tavır ve kıyafet ve hal ve hareketini taklitle hakka ki bir büyük eser-i istidat gösterdi.

Bihruz Bey, validesinin tek evladı olduğu için zaten pek şımarık büyümüş idi. Pederin servet ve samanı mahdumun her arzu ettiği şeyi koklayacak istihsal edebilmesine müsait olduğu gibi, gençlik icabatından olan temayulatına da hiçbir taraftan bir güna mümanaat görmediği cihetle Bihruz Bey, sonraları kaleme gidip gelmeyi pek seyrekleştirmek idi.

Kaleme gitmediği günler ise saçlarını kestirmek, terziye esvap ısmarlamak, kunduracıya ölçü vermek gibi hiç eksik olmayan vesilelerle Beyoğlu’nda, ötede beride vakit geçirir, cumaları, pazarları da sabahleyin hocalarıyla yarımşar saat ders müzakeresinden sonra hanesinden çıkar, akşamlara kadar seyir yerlerinde dolaşır idi.

Vilayetlerde bulunduğu zaman en büyük zevki sırmalı esvap içinde, midilli veya at üzerinde, arkasında çifte çifte uşaklarla sokak sokak gezip dolaşmaktan ibaret olan bu Bey’in, İstanbul’a geldikten sonra merakı üç şeye masruf oldu ki: birincisi araba kullanmak, ikincisi alafranga beylerin hepsinden daha süslü gezmek, üçüncüsü de berberler, kunduracılar, terziler ve gazinolardaki garsonlarla Fransızca konuşmak idi.

Bey, kışları Süleymaniye’deki konaklarında, yazları da Küçük Çamlıca’daki köşklerinde ikamet ederdi. Kendisi gibi kibarzadelerin rağbet göstereceği hiçbir seyir yeri bulunmazdı ki, bu beyefendi en son modaya muvafık giyinmiş olduğu halde, bazen yağız ve bazen kır bir çift beygir koşulu dört tekerlek üzerinde üstü ve yanları açık süslü ve peykeden ibaret olan seyis oturmaya mahsus olan yerin arka tarafından bulunan arabasıyla orada hazır bulunmasın.

Kışın mesela zemheri içinde bir açık hava görünce, arkasında mücerret süse halel vermemek için dar ve incerek ceket, dizlerinin üstünde ise mücerret süslü görünmek için kadife bir örtü bulunduğu halde Beyoğlu caddesinde, Kağıthane yollarında araba kullanmak hevesiyle en şedit poyrazın karşısında tiril tiril titreyen Bihruz Bey yazın da otuz, otuz beş derece sıcak günlerde Çamlıca, Haydarpaşa, Fenerbahçe yollarında gene o hevesle en kızgın güneşin altında haşım haşım haşlanır ve fakat bu azabı kendisine en büyük zevk addeder idi. Bihruz Bey, her nereye gitse, her nerede bulunsa, maksadı görünmekle beraber görmek değil, yalnız görünmek idi.

Nihayet (…) Paşa’nın vuku-i irtihali üzerine mahdum bey def’atan yirmi sekiz bin liralık bir mirasa nail olarak, ef’alince de serbest kalınca o servet-i cesimeyi az zaman içinde ifna edecek bir sefahate koyuldu. Çünkü valide hanımefendinin mahdum bey hakkında eskiden beri hiçbir hükmü, hiçbir tehdidi nafiz ve müessir olamazdı. Pederinin irtihalinde, oğluna intikal eden servetin hüsn-i idaresi yolunda, akrabadan bazı zevatı işe karıştırmamak gibi, tedabire teşebbüs etmiş ise de semersiz kalacağını anladığı gibi, çocuğu bütün bütün kendi havasına bırakmak zafını göstermiş ve fazla olarak genç beye o cihetle de bir sıkıntı çektirmemek üzere, konağın matbah masarifini ve hizmetlerinde ipka ettikleri bazı emektar etbaın maaşlarını kendi iradından tesviye etmeye razı olmuş idi.

Mirasyedi beyefendinin kendi sefahatinden başka hiçbir masrafı olmadığı halde, her ay eline geçen yüz elli lira kadar bir para o sefahatle kifayet etmezdi.

Bu arada idi ki, beyin Arabi ve Farisi hocaları birer düçar-ı istiskal olarak konağa gelmemeye başladılar. Yalnız mösyö Piyer namındaki Fransızca hocası, beyin mizacına göre şerbet verir, kurnaz bir ihtiyar olmakla, onun kemakan devamına müsaade ve hatta dört liradan ibaret maaşı altı liraya iblağ olundu.

Alelumum mirasyedilerin düşündüğü gibi, Bihruz Bey de servetini yemekle bitmez tükenmez zannederdi. Binaenaleyh uluorta giriştiği istihlakata nakitten başlandı. Onlar bitince İstanbul tarafındaki en az irat getiren dükkanlar birer birer def olundu. Bedahu Beyoğlu’ndaki ehemmiyetli mağazalara sıra geldi. Bunlar da elden çıkarıldı. İrat namına Galata’da bir han kalmış idi. Nihayet o da satıldı. Mülk olarak elde Süleymaniye’deki konak ile Küçük Çamlıca’daki köşkten başka bir şey kalmadı. Mamafih Bihruz Bey, dalmış olduğu mezlaka-i sefahatte arabasıyla, etbaiyle, debdebesiyle püyan olmakta devam ediyordu. Çünkü valide hanımın renk renk kadife muhafazalar içinde çekmecelere ziynet veren mücevherat ve hulliyatına henüz el sürülmemiş ve hanımın kendi uhdesinde bulunan diğer beş on parça akarata ise henüz taarruz olunmamış idi.

Çamlıca bahçe-i umumisinin açılacağını, civariyet münasebetiyle bittabi herkesten evvel haber alan Bihruz Bey, mart gelir gelmez validesini zorlaya zorlaya sayfiyeye nakle razı etmiş ve köşke nakillerinin ertesi günü, hemen “jarden publik”e şitap ile dahil ve haricini muayene ederek buranın pek “alamod” ve hususiyle kendi arzusu veçhile arz-ı ziynete pek “favuranl” bir “promenad” mahalli olacağını anlayınca, “ekipaj”ına biraz daha süs vermek için Beyoğlu’ndan tedarik ettiği bazı vesaitle “Bender” fabrikası malumatından olmak üzere, gayet hafif ve zarif bir araba ile mevcutlarına nispeten ikişer parmak daha boylu bir çift muallem Macar araba hayvanı ısmarlamış idi.

Gene bir defa, o suretle araba içinde temaşa-yı devr-i daimle eğlenirken, kalem refiklerinden kendisi gibi epeyce süslü, fakat arabalı değil, hatta hayvanlı da değil, piyade bir genç bey, Bihruz Bey’in arabasına takarrüple, beyefendiye, “alamod”, yani kısacık bir temenna ederek, el de verdikten ve arabanın, hayvanların meth ü senasına müteallik birkaç sözden sonra, Bihruz Bey’in daveti üzerine arabaya çıkmış, ötekinin yanına oturmuş idi.

İki refik hem konuşurlar hem de gözleri önünden mürur etmekte olan arabaları temaşa ederlerdi. Bu arabalardan bir tanesi, ikisinin birden nazarı dikkatini celbetti. Çünkü bu araba güzel bir çift duru beygir koşulu büyüyecek ve müceddet bir lando idi. Çünkü landonun “siej”i üzerinde bir temkin-i mahsus ile oturmakta olan “koşe”, yani arabacı parlak düğmeli idi. Çünkü landonun içinde bulunan iki beyaz baştan bir tanesi, beylerin bulundukları noktaya gelince, arabadan dışarıya doğru bir eda-yı mahsus ile uzanarak iptidai arabaya, hayvanlara, sonra da beyefendilere başka başka imale-i nigah-ı dikkat etmiş idi.

Lando, ikinci defa geçtiği sırada, o beyaz baş gene evvelki hareketi tekrar edince, Bihruz Bey’in söze iptidariyle, iki genç arasında şu muhavere cereyan etti:

-Tre şik!

-Trez elegant!

-Monşer kimin bu lango?

-Langoyu tanıyamadım…

-E la blond?

-Blondu tanıyacağım gibi.

-Kim bakayım?

-Fakat pek sür değilim. Bilmem, benzetiyor muyum?

-Kem port, dit?

-Zannederim ki, bizim köyden. Belki de bizim kartiye’den…

-Drol! Dünyada ne kadar güzel varsa, hepsi de sizin köyden mi olur?

-Hepsi değil amma bazıları… Ne zannetin ya… Bizim köy cennetten bir parça… Bunlar da hurileri…

-Fenerbahçe’sinden dolayı mı?

-Hayır… Kuşdili’nden dolayı…

-Ben o dilden anlamam. Fener alemi nasıl gidiyor? Mond geliyor mu?

-Ne gezer! Sizin jardeniniz yok mu? Papazın Bağı’nı da kuruttu. Fener’in parlaklığını da söndürdü, Moda’yı da eskitti. Şimdi buradan başka her şey dezer!

KAYNAKÇA: İsmail Hakkı (Eldem), Ekrem Bey, İst., 1890; Ali Ekrem (Bolayır), Recaizade Ekrem Bey, İst., 1924; İsmail Habib (Sevük), Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi, İst., 1926, s. 181-209; İsmail Hikmet (Ertaylan), Recaizade Ekrem, İst., 1932; A. H. Tanpınar, “Ekrem Bey”, İA, IV, 218-221; N. H. Onan, Namık Kemal’in Ta’lîm-i Edebiyat Üzerine Bir Risalesi, Ank., 1950; F. A. Tansel, “Muallim Nâci ile Recaizade Ekrem Arasındaki Münakaşalar ve Bu Münakaşaların Sebep Olduğu Edebi Hadiseler”, Türkiyat Mecmuası, c. X (1953), s. 159-200; Ş. Kurgan, Recaizade Mahmut Ekrem, İst., 1954; G. Dino, “Recaizade Ekrem’in Araba Sevdası Romanında Gerçekçilik”, Türkiyat Mecmuası, c. XI (1954), s. 57-74; E. E. Talu, “Ekrem, Recaizade Mahmut”, AA, I, 265-270; ay, “Ekrem Bey (Recâizâde Mahmud), İSTA, IX, 4982-4983; Kaplan, Şiir, I, 67-76; Akyüz, Antoloji, 80-92; Banarlı, RTET, II, 916-924; Tanpınar, 475-499; İ. Parlatır, Recaizade Mahmut Ekrem (Hayatı, Eserleri, Sanatı), Ank., 1983; Moran, I, 59-71; R. P. Finn, Türk Romanı-İlk Dönem: 1872-1900, (çev. Tomris Uyar) Ank., 1984, s. 87-98; İ. Parlatır, Recaizade Mahmut Ekrem, Ank., 1985; K. Yetiş, Ta’lim-i Edebiyat’ın Retorik ve Edebiyat Nazariyatı Sahasında Getirdiği Yenilikler, Ank., 1996.

 

Paylaş