HAYATI
Şair ve oyun yazarı. 2 Ocak 1852’de İstanbul’da dünyaya geldi. 13 Nisan 1937’de İstanbul’da yaşama veda etti. Tanzimat dönemi devlet adamlarından tarihçi Hayrullah Efendi ile Müntehâ Nasip Hanım’ın oğlu. Büyükbabası Hekimbaşı Abdülhak Molla’nın Bebek’teki yalısında doğdu. Bulunduğu semtin mahalle mektebinde ve bir süre Hisar Rüştiyesi’nde okuduktan sonra düzenli bir okul öğrenimi olmadı. Babası ulema sınıfından olduğu için kendisine beş yaşında “İstanbul rüusu” verilerek 800 kuruş maaş bağlandı. On yaşlarında iken ağabeyi Abdülhak Nasuhi ile birlikte önce kısa süre kaldıkları Napoli ve Roma’ya, daha sonra Paris’e gitti (1862). Ertesi yıl, tedavi ve gezi amacıyla Avrupa yolculuğu yapmakta olan babası Hayrullah Efendi ile bir süre Paris’te kaldıktan sonra onunla birlikte Viyana yoluyla İstanbul’a döndü (1863). Hayrullah Efendi’nin Tahran elçiliğine atanması üzerine yine onunla birlikte Trabzon üzerinden Tahran’a gitti (1865); burada bir buçuk yıl kadar kaldı ve bir süre sefaret ikinci kâtipliğinde bulundu; babasının ani ölümü üzerine İstanbul’a döndü (1866). Aynı yıl Maliye Mühimme Kalemi’nde başladığı resmi görevi Şûra-yı Devlet ve Sadaret Mektubi Kalemi’ndeki memurluklarla sürdürdü. 1874’te Edirne’de Pirizade ailesinden Fatma Hanım ile evlendi. 1876 Haziranında Paris büyükelçiliği ikinci kâtibi olarak Fransa’ya gitti. 1878 sonlarında izinli olarak İstanbul’a döndüğü günlerde Paris’te yazıp bastırdığı Nesteren adlı oyunu yüzünden memurluktan alınmış olduğunu öğrendi. Önce Belgrad, daha sonra Berlin elçilikleri kâtipliğine atandıysa da kabul etmedi. Bir süre, Rize’de vali olarak bulunan ağabeyi Nasuhi Bey’in yanında kaldı. 1881 Eylülünde atandığı Poti’ye (Rusya), birkaç ay sonra da Golos’a (Yunanistan) şehbender (konsolos) olarak gitti. 1883 Ekiminde Bombay başşehbenderi oldu; Bombay’a giderken Midilli’de Namık Kemal ile beş altı saat görüştü. Vereme yakalanmış olan karısı Fatma Hanım’ın sağlığının Bombay’da iyice bozulması üzerine İstanbul’a dönme kararıyla bindikleri vapurda hastalık daha da ilerledi. O sırada Nasuhi Bey’in vali olarak bulunduğu Beyrut’a inmek zorunda kaldılar; Fatma Hanım burada öldü (21 Nisan 1885) ve defnedildi. Büyük bir sarsıntı geçiren Hâmit burada kaldığı kırk gün içinde yaşadığı ıstırapla Makber’i yazmaya başladı. İstanbul’a döndükten bir buçuk yıl sonra Londra elçiliği başkâtibi olarak İngiltere’ye gitti (Aralık 1886). Burada kaleme alıp tamamladığı Zeynep ve Finten adlı oyunlarını bastırmak üzere gönderdiği İstanbul’da bu yapıtların, özellikle de Zeynep’in, devleti ve hanedanı hicvettiği iddiasıyla basımına izin verilmedi ve yeniden görevden alınan Hâmit İstanbul’a döndü (Ağustos 1888). Bazı nüfuzlu dostlarının araya girmesiyle ve bizzat Hâmit’in II. Abdülhamit’e edebiyatla uğraşmayacağına ilişkin bir ariza yazması üzerine bağışlanarak aynı yıl Londra’daki elçilik kâtipliğine iade edildi. 1894 başlarında sefaret müsteşar muavinliğine yükseltilen Abdülhak Hâmit ertesi yıl Lahey elçiliğine atandı (Temmuz 1895). Burada iki yıl kadar kaldıktan sonra yeniden Londra’ya, bu defa elçilik müsteşarı olarak döndü (Haziran 1897); diplomatik unvanı da ortaelçi oldu. 1906’da Brüksel elçiliğine atandı. Bu görevdeyken, Kâmil Paşa hükümeti, yerine yeni bir elçi atayarak Hâmit’in görevine son verdi (23 Aralık 1912). Londra’dayken evlendiği (1890) Nelly Clower’in ölümü (1911) üzerine İstanbul’da Cemile Hanım ile yirmi gün süreyle evli kalan Hâmit aynı yıl Belçika’da Lüsyen (Lucienne) Hanım ile evlendi. 1914’te Meclis-i Âyan üyeliğine atandı; 1917’de bu meclisin ikinci reis vekili oldu. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı sonundaki yenilgisi üzerine Viyana’ya gitti. Mütareke yıllarını orada büyük sıkıntılar içinde geçirdi. Milli Mücadele’den sonra, 1922’nin sonuna doğru İstanbul’a döndü. TBMM ona “hidemat-ı vataniye” tertibinden maaş bağladı; İstanbul Belediyesi de ikameti için Maçka Palas’ta bir daire ayırdı. 1928’de girdiği TBMM’de ölümüne kadar İstanbul milletvekili olarak görev yaptı. Zatürreeden öldüğünde resmi bir tören düzenlendi; o sırada yeni açılmış olan Zincirlikuyu’daki Asri Mezarlığa ilk defnedilenlerden oldu.
Abdülhak Hâmit, Tanzimat döneminin birçok aydını gibi, düzenli ve resmi bir öğrenim görmemiştir. Buna biraz da çok küçük yaşlarından itibaren ağabeyine ve babasına refakatle yurtdışında uzun sürelerle kalması neden olmuştur. Hâmit anılarında, Hisar Rüştiyesi’nde de pek bir şey öğrenmediğini yazar. Paris’te Mösyö Hortus’un işlettiği ve çoğunlukla Osmanlı çocuklarının devam ettiği Ecole Nationale adlı bir özel okulda bir buçuk yıl kadar okumuş ve sadece Fransızca öğrenmiştir. Paris dönüşünde yine Bebek’te bir Fransız kolejine devam eder. Hiçbirinden mezun olamadığı bu dağınık, düzensiz okulların Hâmit üzerinde genel bilgiler ve Fransızca öğrenmek dışında herhangi bir iz bırakmadığı anlaşılmaktadır. Yine aynı dönemin diğer Osmanlı aydınları gibi, o da özel dersler, kişiler ve kitaplarla kendi kendini eğitmiş bir insandır. Bunların başında müderris, kadı, hekimbaşı, tarihçi yetiştirmiş, şiire meraklı kişilerin bulunduğu, dönemin benzer konak ve yalıları arasında ulemanın ve şairlerin gidip geldiği, sohbetlerin yapıldığı bir mekân olarak Hekimbaşı Yalısı da vardır. Yetişmesinde tarih, tıp, seyahatname, sözlük, tarım, şiir, öykü, tiyatro gibi çok değişik alanlarda dikkate değer yapıtlar yazmış olan babası Hayrullah Efendi ile Hâmit’in edebiyata, belki biraz da felsefeye yönelmesinde rolü olan ağabeyi Abdülhak Nasuhi’nin katkıları büyüktür. O dönemde bu koşullar altında büyüyen her çocuk gibi ona da özel hocalar tutulmuştur; bunlar arasında Arapça öğreten bir Evliya Hoca’nın adı geçer. Onu çocukluk ve gençlik yıllarında asıl yetiştirenin ise Nafia Nezareti mümeyyizlerinden Edremitli Bahaettin Efendi olduğu görülür. Yalıda başlayan, daha sonra Tahran’daki ikameti sırasında da devam eden en az altı yıllık hoca-talebe, daha sonra dostluk ilişkileri içinde Hâmit ondan Arapça, Arap edebiyatı ve divan şiiri kültürünü alır. Yine çocuk yaşta karşılaştığı için önceleri değerini bilemediği, fakat sonraları takdir ettiği ve kendisinden çok şey kazandığını söylediği Hoca Tahsin Efendi de doğa bilimleri ve felsefe kültürü olan bir kişidir. Paris’te de birlikte oldukları süre içinde Hoca Tahsin’in Hâmit üzerindeki önemli etkisi, onun felsefe ve metafizik konularında daha özgür düşünmesine yol açmıştır. Tahran’dayken elçilikte görevli İranlı Mirza Hasan Şevket’ten Farsça, Daniş Efendi’den Fransızca dersleri alır. İstanbul’a dönüşünde Sezai Bey’in babası Sami Paşa’nın Çamlıca’daki köşkünde yine Farsça derslerine devam eder. Dönemin pek çok yazarı gibi onun da yetişmesinde ve bir edebiyat çevresine girmesinde, adına “kalem” denilen devlet daireleri ve bürolar birer okul rolü oynamışlardır. Nitekim Hâmit’in de Maliye Kalemi’nde çalışırken Namık Kemal, Recaizade Ekrem, Samipaşazade Sezai ve Mizancı Murat gibi döneminin önemli aydınlarıyla tanıştığı bilinmektedir. Bunların dışında Hâmit anılarında, kişiliği ya da yapıtlarıyla tanıdığı ve kendisi üzerinde etkisi olduğuna inandığı Türk ve yabancı, Doğulu ve Batılı, klasik veya çağdaşı, hatta bazıları kendisinden de genç olan yüz elli kadar yazarın ve devlet adamının adlarını sıralar. Abdülhak Hâmit’in, hayatı gibi, yapıtlarının yayımı da düzenli değildir. Kitaplarının ve tek tek şiirlerinin pek çoğu başta sansür olmak üzere çeşitli nedenlerle, yazıldıklarından çok sonra, bazıları otuz küsur yıl sonra yayımlanma olanağı bulabilmiştir. Döneminin özellikleri düşünülerek ilk denemelerinin şiir olması gerekmekteyse de, yayımlanma tarihleri dikkate alındığında şiirlerin daha geç yaşlarında gün ışığına çıktığı, ilk çalışmalarının tiyatro üzerine olduğu anlaşılmaktadır. Hâmit’in basılı ilk yapıtı Macera-yı Aşk’tır (1873). Konusu Keşmir’de tarihsel ve pastoral bir dekorda geçen bu oyunu, akrabası olan Ahmet Vefik Paşa okuyup takdir etmiş, daha yalın yazmasını ve halk deyişlerini kullanmasını da tavsiye etmiştir. Bu tarihten iki yıl sonra ikinci oyunu Sabr ü Sebat yayımlanır. Tanzimat dönemi edebi yapıtlarının pek çoğunda işlenmiş olan, gençlerin kendi istedikleriyle evlenebilmeleri konusuna dayanan bu oyunda daha yalın bir dil kullanan Hâmit bu doğrultuda yüzden fazla atasözü ve deyim kullanmış, bu da diyalogların doğallığını yitirmesine yol açmıştır. Aynı yıl, bizzat kendisinin Namık Kemal’in Zavallı Çocuk’una nazire olarak, Recaizade Ekrem’in de etkisi altında kalarak yazdığını ifade ettiği İçli Kız basılır. Bu ilk denemelerden sonra Hâmit’in özgün kişiliğinin belirdiği ilk yapıtı Duhter-i Hindu, işlediği konu ve geçtiği coğrafya olarak Hâmit’in egzotik oyunlarının da ilkidir. Hindistan’da geçen bir aşk olayı içinde sömürgeci İngiliz zihniyeti ile yerli Hint âdetlerinin çatışmasının anlatıldığı yapıtta alegorik yolla devlet yönetimi ve yöneticiler de eleştirilir; kahramanların konuşmaları arasına giren manzum pastoral parçalar ise yazarın giriştiği yenilik arayışlarını örnekler. Aynı yıl yayımlanan Nazife manzum ve tarihi oyunlarının ilki olduğu gibi, konusunu Endülüs tarihinden alan beş oyununun da ilkidir. Oyunun, İspanya kıralı Ferdinando ile Arap mücahidesi Nazife arasında geçen uzun bir diyalogdan ibaret olması, yapıtın diğer bir özelliğidir. Bunları, manzum fakat duraksız hece vezniyle yazdığı, yine kendisinin Corneille’in Le Cide adlı oyunundan yararlanarak kaleme aldığını söylediği Nesteren izler. Bu arada şiirle de uğraşan Hâmit’in ilk şiir kitabı olan Sahra yayımlanır. Tanzimat sonrası Türk şiirine biçim ve içerik bakımından önemli yenilikler getiren Hâmit’in bu ilk şiir denemesi, sağlam bir şiir yapısı üzerine kurulmuştur. Her birinin ayrı başlığı olan on büyük şiir, farklı sayıda manzum parçalardan meydana gelmiştir. Değişik sayıda mısra ve kafiye düzeninde, çoğu birer müzik ve ses kavramı gösteren başlıklarıyla bu manzumelerin ortak içeriği şehir hayatı karşısında köy ve kır yaşayışının yüceltilmesidir. Bu temanın, Tanzimat yazarlarının birçoğunu etkilemiş olan J. J. Rousseau’nun doğa felsefesinden kaynaklandığı görülür. Ancak Hâmit’te, bu romantik bakış açısının dışında bir tür doğa mistisizminin, panteizmin ilk örnekleri de Sahra’dadır. Sahra ile aynı yıl, Endülüs İslam tarihiyle ilgili oyunlarının en önemlisi olan Tarık, ertesi yıl Tezer’le birlikte Büyük İskender’in İran seferini konu alan Eşber oyunları yayımlanır. Hâmit’in bu verimli dönemi 1885-86 yıllarında arka arkaya çıkan şiir kitapları Belde, Bunlar Odur, Makber, Ölü, Hacle ve Bir Sefile’nin Hasbihali ile noktalanır. Bu tarih, Londra’da elçilik kâtibi iken Zeynep’i yazıp bastırması girişimi ve sansür edilmesi üzerine başlayan zorunlu suskunluk yıllarının başlangıcıdır. Kuşkusuz, yayımlamamakla birlikte yine yazmakla meşgul olduğu bilinen bu uzun dönem, II. Meşrutiyet’in ilanından bir süre sonra, 1912’de Bâlâdan Bir Ses adlı şiirinin yayımlanmasıyla sona erer. Bu tarihten sonra aynı üretkenliğiyle şiir ve oyunlarının yayımını son yıllarına kadar sürdürmüştür.
Abdülhak Hâmit’in şiiri 19. yüzyıl içinde bir açıdan gerçek bir inkılâp olarak değerlendirilebilir. Ona gelinceye kadar yenilikçi Tanzimatçılar’da bile belli kalıplara sıkışmış olan şiir, Hâmit’in cüretli atılımlarıyla her türlü sınırı aşar. Şiirlerinde genel olarak kullandığı aruzda kendi uydurduğu kalıpları da dener. Hece vezninde ve bu veznin duraksız uzun mısralarıyla, bazen de kafiyesiz manzumeler yazar. Doğu mistisizmi ile Batı’dan kaynaklanan panteist ve spritüalist bir düşünce ve sınırlandırılmamış, biraz da disiplinsiz bir hayal gücü bu şiirlerin genel dinamiğini oluşturur. Çok dağınık konularda ve bol ürün vermiş olan, sağlam bir şiir dilini de sorun edinmeyen Hâmit’te bu dağınıklığı yüzünden olağanüstü ile sıradan bir arada bulunur.
Çok değişik mekânlarda ve tarihlerde geçen oyunlarında konular Kanada’dan Avustralya’ya, İspanya’dan Orta Asya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayılır. Nesteren’in konusu Kabil’de, Eşber’inki Pencap’ta geçer; Finten bir tarafıyla İngiliz sosyetesini canlandırır. Bazı oyunlarında olaylar ve kişiler birbirleriyle ilişkilidir ve bir çeşit süreklilik gösterir. Tarık ve onun devamı olan İbn-i Musa ile Tezer, Nazife ve Abdullahü’s-Sagîr Endülüs Müslümanlarının tarihidir. Konusu Orta Asya’da geçen Zeynep, bir bakıma, Fatma Hanım’ın ölümü üzerine kaleme alınan Makber ve Hacle ile ilişkili bir oyundur. İlhan, Turhan ve Hakan oyunları Orta Asya Türk tarihine uzanır. Hâmit’in hayal gücünün karmaşık dünyasını sergilediği Tayflar Geçidi, Ruhlar ve Arzîler’de ise önceki oyunlarında yer alan bazı kahramanlar ile gerçek kişiliklerin ruhları (tayf: ışın) bir araya gelmiştir. Aslında, başta Finten ve Zeynep olmak üzere oyunlarının birçoğunda da hayali kahramanlar ve gerçekdışı varlıklar yer alır. Hâmit bunları da oyunlarının başında “eşhas-ı vaka” arasında sayar. Bu tipler ona İngiliz tiyatrosundan, özellikle Shakespeare’den gelmiş olmalıdır.
Abdülhak Hâmit’in oyunları tiyatro tekniği bakımından zayıftır. II. Meşrutiyet’ten günümüze kadar pek az yapıtı, üzerinde epeyce uğraşılarak sahnelenmiştir. Özellikle dönemin tiyatro tekniği ve olanakları göz önünde tutulduğunda, bu oyunların sahneye konulmasının mümkün olamayacağını, bu yüzden oynanmak için değil, okunmak için kaleme alındığını kendisi de belirtmiştir. Aslında oyunlarının anlatımı da konuşma dilinden oldukça uzaktır. Tanpınar, “bu noktada tiyatroları üzerinde fazla ısrarın beyhude olduğunu da söyleyelim. Hamid’in tiyatro dehasıyla doğmadığı aşikârdır” der.
Psikolojik yapısı ve yetişme tarzı bakımından çocukluğundan beri hayal gücünün öne çıktığı bir kişi olan Hâmit, özellikle Batı edebiyatını da tanıdıktan sonra, romantiklerin etkisi altında kalmıştır. Bazı oyunlarının giriş bölümlerinde kendisi Fransız klasiklerinin etkisiyle yazdığını söylemişse de, bu etki sadece bazı konularda ve birtakım ulvi duyguların yüceltilmesindedir. Bunun dışında klasik ekoldeki aklın üstünlüğü Hâmit’te yoktur; onda, romantiklerde olduğu gibi hayal gücü ve duygular egemendir. Oyunlarında ve daha çok şiirlerinde doğanın geniş bir yer tutması da aynı psikolojik özellikten ve etkiden kaynaklanır. İlk şiirlerinde, çağdaşı Recaizade Ekrem’de olduğu gibi, gerçek bir doğayı anlatan Hâmit, Hindistan gezisi sırasında karşılaştığı ve kendisinde olağanüstü bir şaşkınlık ve temaşa zevki uyandıran büyük doğa karşısında giderek panteist bir şair olur. “Kürsi-i İstiğrak”, “Hyde Park’tan Geçerken”, “Külbe-i İştiyak” ve “Devran-ı Muhabbet” gibi büyük şiirleri doğaya bu tarz bakışının örnekleri arasında sayılabilir.
Uzun ve verimli bir ömür süren Hâmit, Tanzimat’ın ikinci dönem şairi olmakla beraber, Servet-i Fünun, Fecr-i Ati, Milli Edebiyat ve Cumhuriyet dönemlerini de yaşamış ve her edebi dönemde kendini gençleştirme iradesi göstermiş olduğundan, kendisinden sonraki pek çok şairi etkilemiş ve kendisine sağlığında “şair-i azam” unvanı verilmiştir. Anılarını İkdam (28 Kânunısâni 1924-26 Haziran 1924) ve Vakit (8 Temmuz 1924-17 Mart 1925) gazetelerinde tefrika etti. Ayrıca yine Vakit gazetesinde “Ruznâme” (28 Mart 1925-10 Mayıs 1925), Resimli Ay dergisinde “Eserlerimi Nasıl Yazdım” (No. 53-66, Temmuz-Teşrinievvel 1928) başlıklı tefrikalar yayımladı. “Cünun-ı Aşk” ve “Kanuni’nin Vicdan Azabı” adlarında basılmamış iki oyunu daha olan Hâmit’in anıları ve mektupları İ. Enginün tarafından yayımlanmıştır.
ESERLERİ
Şiir:
- Sahra, İst.: Mihran Mtb., 1879
- Divaneliklerim yahut Belde, İst.: Dikran Karabetyan Mtb., 1885
- Bunlar Odur, İst.: Dikran Karabetyan Mtb., 1885
- Makber, İst.: Şirket-i Mürettibiye Mtb., 1885
- Ölü, İst.: Dikran Karabetyan Mtb., 1885
- Hacle, İst.: Şirket-i Mürettibiye Mtb., 1885
- Kahpe yahut Bir Sefilenin Hasbihali, İst.: Karabet ve Kaspar Mtb., 1886
- Bâlâdan Bir Ses, İst.: F. Lefler Mtb., 1912
- Validem, İst.: İçtihat Mtb., 1913
- İlham-ı Vatan, İst.: Matbaa-i Amire, 1916
- Garam, İst.: Matbaa-i Amire, 1923
Şiirleri “Bütün Şiirleri” genel başlığı altında İ. Enginün tarafından dört kitap halinde yayımlandı: Bütün Şiirleri I/Sahra-Divaneliklerim-Bunlar Odur, İst.: Dergâh, 1979; Bütün Şiirleri II/Makber-Ölü-Hacle-Bâlâdan Bir Ses, İst.: Dergâh, 1982; Bütün Şiirleri III/Hep yahut Hiç, (kitaplarına girmemiş şiirleri) İst.: Dergâh, 1982; Bütün Şiirleri IV/Garam-Bir Sefilenin Hasbıhali, İst.: Dergâh, 1999.
Oyun:
- Macera-yı Aşk, İst.: Fehmi Efendi Mtb., 1873
- Sabr ü Sebat, İst.: Mekteb-i Sanayi Mtb., 1875
- İçli Kız, İst.: Basiret Mtb., 1875
- Duhter-i Hindu, İst.: Tasvir-i Efkâr Mtb., 1876
- Nazife, İst.: Tasvir-i Efkâr Mtb., 1876
- Nesteren, Paris: Victor Gupy Mtb., 1878
- Tarık yahut Endülüs Fethi, İst.: Mahmut Bey Mtb., 1879
- Tezer yahut Melik Abdurrahmanü’s-Salis, İst.: Mihran Mtb., 1880
- Eşber, İst.: Mihran Mtb., 1880
- Zeynep, İst.: İkdam Mtb., 1909
- İlhan, İst.: Tanin Mtb., 1913
- Turhan, İst.: Yeni Osmanlı Mtb., 1916
- Finten, İst.: Matbaa-i Amire, 1916
- Abdullahü’s-Sagîr, İst.: Matbaa-i Amire, 1917
- İbn-i Musa yahut Zatülcemal, İst.: Matbaa-i Amire, 1917
- Sardanapal, İst.: Matbaa-i Amire, 1917
- Tayflar Geçidi, İst.: Matbaa-i Amire, 1917
- Yadigâr-ı Harp, İst.: Matbaa-i Amire, 1917
- Ruhlar, İst.: İkdam Mtb., 1922
- Yabancı Dostlar, İst.: Yeni Mtb., 1924
- Arzîler, İst.: Mahmut Bey Mtb., 1925
- Hakan, İst.: Akşam Mtb., 1935
Oyunları İ. Enginün tarafından “Tiyatroları” genel başlığı altında yayımlanmaktadır: Tiyatroları I/Sabrü Sebat-İçli Kız-Liberte-Yadigârı Harp, İst.: Dergâh, 1998; Tiyaroları II/Cünun-ı Aşk-Yabancı Dostlar, İst.: Dergâh, 1998; Tiyatroları III/Duhter-i Hindu-Finten, İst.: Dergâh, 1998; Tiyatroları IV/ Eşber-Sardanapal, İst.: Dergâh, 2000; Tiyatroları V/ Tarık İbn Musa-Tezer-Nazife-Abdullahü’s-Sagir, İst.: Dergâh, 2002; Tiyatroları VI/ İlhan-Turhan-Tayflar Geçidi-Ruhlar-Arzîler, İst.: Dergâh, 2002; Tiyatroları VII/ Macera-yı Aşk-Nesteren-Zeynep-Hakan, İst.: Dergâh, 2002.
Anı:
- Abdülhak Hâmid’in Hatıraları, (haz. İ. Enginün) İst.: Dergâh, 1994
Mektup:
- Abdülhak Hâmid’in Mektupları, (haz. İ. Enginün) İst.: Dergâh, 2 c., 1995
KAYNAKÇA: Rıza Tevfik, Abdülhak Hâmid ve Mülâhazat-ı Felsefiyesi, İst., 1918; İsmail Hikmet (Ertaylan), Abdülhak Hâmit, İst., 1932; H. Dizdaroğlu, Abdülhak Hâmit, İst., 1953; G. Akıncı, Abdülhak Hâmid Tarhan, Ank., 1954; A. H. Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İst., 1956 (genişletilmiş 2. bas.), s. 496-595; K. Bilgegil, Abdülhak Hâmid’in Şiirlerinde Ledünnî Meselelerden: Allah, İst., 1959; M. O. Okay, Abdülhak Hâmid’in Romantizmi, Erzurum, 1971; Y. Mardin, Abdülhak Hâmid’in Londra’sı, İst., 1976; A. Bezirci, Abdülhak Hâmit, İst., 1982; Özkırımlı, TEA, I, 22-25; İ. Enginün, Abdülhak Hâmid Tarhan, Ank., 1986; ay, “Abdülhak Hâmid Tarhan”, DİA, I, 207-210; A. Uçman, “Tarhan, Abdülhak Hâmid”, TDEA, VIII, 255-259; Y. Taşçıoğlu, Abdülhak Hâmid Tarhan, İst., 1999.