HAYATI

13 Nisan 1914’te İstanbul’da dünyaya geldi. 14 Kasım 1950’de İstanbul’da aynı yılın kasım ayında, bir haftalığına gittiği Ankara’da bir gece, belediyenin kablo döşetmek için açtırdığı bir çukura düşerek başından yaralandı. İstanbul’a döndükten sonra bir arkadaşının evinde otururken birdenbire fenalaştı ve kaldırıldığı Cerrahpaşa Hastanesi’nde 14 Kasım salı günü beyin kanamasından yaşama veda etti. Rumelihisarı’ndaki Aşiyan Mezarlığı’nda toprağa verildi. Varlık’ta yayımlanan ilk şiirlerinde Mehmet Ali Sel, bazı çevirilerinde Adil Hanlı imzasını kullandı. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası şeflerinden Bando Heyeti başkanı Mehmet Veli Kanık’ın oğlu. Yazar Adnan Veli Kanık kardeşidir.

Çocukluğu Beykoz, Beşiktaş ve Cihangir semtlerinde geçen Orhan Veli Kanık, Galatasaray Lisesi’nde yatılı olarak başladığı ilkokulu babasının Ankara’ya atanması üzerine Ankara Gazi İlkokulu’nda, ortaöğrenimini yine yatılı olarak Ankara Erkek Lisesi’nde tamamladı. . Lise yıllarında hocaları Ahmet Hamdi Tanpınar, Rıfkı Melûl Meriç, Halil Vedat Fıratlı ve Yahya Saim Ozanoğlu’nun ilgisini gördü. Bir süre İÜEF Felsefe Bölümü’ne devam etti (1932-36). Ankara PTT Genel Müdürlüğü Telgraf İşleri Reisliği Milletlerarası Nizamlar Bürosu’nda memur olarak çalıştı (1936-42). Askerlik görevini Gelibolu’da yedek subay olarak tamamladıktan sonra MEB Tercüme Bürosu’nda çalışmaya başladı (1945-47); ancak daha sonra, “kurumda anti-demokratik bir hava esmeye başladığı”nı söyleyerek bu görevinden istifa etti. 1 Ocak 1949 tarihinden itibaren on beş günde bir yayımlanan iki sayfalık (tek yaprak) Yaprak dergisini çıkarmaya başladı. 15 Haziran 1950’ye kadar 27 sayı yayımlanan bu dergiyi parasal güçlükler nedeniyle yayımlayamaz olunca Ankara’dan ayrılarak İstanbul’a döndü (Son Yaprak adlı özel bir sayı arkadaşları tarafından ölümü üzerine yayımlandı).

İlk yazılarını lise yıllarında çıkardığı Sesimiz adlı okul dergisinde yayımladı. Nahit Sırrı Örik’in teşvikiyle Varlık dergisine gönderdiği ilk şiirleri (“Oaristys”, “Ebabil”, “Düşüncelerimin Başucunda”, “Eldorado”) 1 Aralık 1936 tarihinde şu notla basılmıştır: “Varlık’ın şiir kadrosu yeni ve genç imzalarla zenginleşmektedir. Aşağıda dört şiirini okuyacağınız Orhan Veli, şimdiye kadar yazılarını hiç neşretmemiş olmasına rağmen olgun bir sanat sahibidir. Gelecek sayılarımız onun ve arkadaşları Oktay Rifat, Melih Cevdet, Mehmet Ali Sel’in şiirimize getirdikleri yeni havayı daha iyi belirtecektir.” (“Mehmet Ali Sel” Orhan Veli’nin ilk şiirlerinde kullandığı imzadır.) Daha sonraki şiir ve yazılarını İnsan, Ses, Gençlik, Küllük, İnkılâpçı Gençlik dergilerinde yayımladı. 1947’den sonra çeviriye ağırlık verdi; M. A. Aybar’ın çıkardığı Hür ve Zincirli Hürriyet adlı gazetelerde eleştiriler, Ulus’ta “Yolcu Notları” başlıklı yazılar yayımladı.

EDEBİ KİŞİLİĞİ

1936-37 arasında yayımladığı şiirlerinde, Fransız sembolist şairlerin (Baudelaire, Verlaine, Rimbaud) ve bu şairlerin etkisinde yazan (A. Haşim, A. H. Tanpınar, A. M. Dıranas ve C. S. Tarancı etkisi görülen Orhan Veli, şairliğinin ilk yıllarında, hece ölçüsüne dayanan, kafiye ve redife özen gösteren şiirler yazdı. Bu şiirlerinde geçmişi özleyiş, çocukluk anıları, doğa sevgisi, umutsuzluk ve yalnızlık gibi temaları hüzünlü bir lirizm ve akıcı bir dille işledi. Eski biçimde yazılmış olduğu için sağlığında yayımlanan hiçbir kitabına almadığı bu şiirleri yayımladığı tarihten yaklaşık bir yıl gibi kısa bir zaman sonra, “yeni biçimli” ilk şiiri “Ağaç”ı (Oktay Rifat’la birlikte) yayımladı. Fransız sembolistlerinin etkisinden çabucak kurtularak bir sonraki kuşağın modern ve gerçeküstücü (A. Breton, P. Eluard, P. Soupault, J. Supervielle) şairlerin etkisinde, şiirde vezin, kafiye ve söz sanatlarını bırakarak serbest şiire yöneldi.

lih Cevdet ile birlikte, ortaklaşa çıkardıkları Garip adlı şiir kitabına A. Breton tarafından 1924’te kaleme alınmış olan “Gerçeküstücülük Bildirgesi”nden (Manifeste du Surrealisme) esinlenerek yazdığı imzasız bir önsözle Türk şiirindeki yenileşme hareketini başlattı. “Şiir Hakkında Düşünceler” başlıklı bu önsöz aslında 1939-40 yıllarında Varlık’ta yayımladığı “Şiire Dair” başlıklı yazılarını içeriyordu. “Bu kitap sizi alışılmış şeylerden şüpheye davet edecektir” ibaresiyle başlayan kitabın önsözünde ad belirtmeden hem Nâzım Hikmet’in toplumcu şiirine, hem de simgeci ve geleneksel hece şiirine karşı çıkan Orhan Veli, şiirin “insanın beş duyusuna değil, kafasına hitap eden bir söz sanatı” olduğunu, ölçü ve uyağın şiiri yozlaştırdığını, bunun için şairaneliğe sırt çevrilerek yeni araçlar ve yeni yollarla çoğunluğa seslenmek gerektiğini vurguluyordu. Konuşma diline yaslanan bu yeni şiir sokaktaki adamın yaşamına eğilmeli, sözcük hiyerarşisine ve parıltılı sözcüklerin egemenliğine son vermeliydi.

Garip’in önsözünde ileri sürülen bu düşünceler ve kitapta yer alan Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday’ın dönemin şiir anlayışına taban tabana zıt ve “garip” şiirleri, özellikle eski kalıplara bağlı kalarak yazan şairler, eski şiiri savunan yazarlar ve tutucu kesimler tarafından tepkiyle karşılandı; Garip akımı anlayışı çerçevesinde yazan şairler ve onları savunan diğerleri alay konusu oldular. Örneğin, Y. Z. Ortaç 28 Mart 1940 tarihli Akbaba dergisinde “Vezin gitti, kafiye gitti, mana gitti. Türk şiirinin berceste mısraı diye ‘Yazık oldu Süleyman Efendiye’ rezaletini alkışladılar. Sanatın darülacezesiyle tımarhanesi el ele verdi, birkaç mecmuanın sahifesinde saltanat kurdular. Ey Türk gençliği! Sizi bu hayasızlığın suratına tükürmeye davet ediyorum” sözlerini içeren kışkırtıcı bir yazı yazdı. Ayrıca dönemin toplumcu gerçekçi anlayışı savunan yazarları da Garip hareketine uzak durmayı yeğlediler. Garip yayımlanmadan bir yıl önce Türkiye Komünist Partisi genel sekreteri Reşat Fuat Baraner, Yeni Edebiyat dergisinde Ali Rıza takma adıyla yazdığı bir yazıda O. Veli, O. Rifat ve M. Cevdet’i “Bobstiller” olarak niteledi (daha sonra Attilâ İlhan da Garipçileri aynı şekilde niteleyecektir). Ancak şiirdeki bu yenileşme hareketini baştan beri çok büyük bir ilgiyle izleyen Nurullah Ataç’ın koşulsuz desteği geldikten sonra Garip akımı Türk şiirini kökten sarsan, etkileyen, giderek de belirleyen bir devrim niteliğine dönüştü.

Orhan Veli’nin Garip şiiri hareketinin tipik örneğini oluşturan “Kitabe-i Seng-i Mezar I” adlı şiiri (“Hiçbir şeyden çekmedi dünyada / Nasırdan çektiği kadar / Hattâ çirkin yaratıldığından bile / O kadar müteessir değildi; / Kundurası vurmadığı zamanlarda / Anmazdı ama Allahın adını, / Günahkâr da sayılmazdı. / Yazık oldu Süleyman Efendi’ye”) sokakta, berber dükkânı ve kahvehane gibi mekânlarda dilden dile dolaşan bir şiir oldu. Orhan Veli başlıca özelliği hemen hemen her türlü süsten arınmış bir yalınlık, içtenlik, duygulara olduğu kadar düşünce ve akla da seslenmek olan bu şiirlerinde, “güzel söyleyiş”ten kaçınarak “anlam”a yöneldi. Beğenisi eski şiirin kurallarıyla belirlenen, kalıplaşmış, kısıtlı bir çevreye hitap etmektense yığınlara seslenmeyi seçti. Bu seçiminin doğal sonucu olarak, o zamana dek şiire giremeyen birçok sözcük ve günlük yaşayıştan sayısız tip, Orhan Veli şiirinde kendine yer buldu.

Türk şiirindeki Garip akımı ya da “Birinci Yeni”nin en gönülden destekçisi N. Ataç, Orhan Veli’nin, şiirden “belâgat”i kovmasının öneminden söz ederken, Orhan Veli şiirini bir “mucize” olarak niteler: “Şiiri manası, hayalleri, düşünceleri, duyguları için sevenlere, gün oluyor imreniyorum. Onlar biliyor şiirde ne aradıklarını, ben bilmiyorum. Yalnız ben değil, yeni şiirden hoşlananların hiç birimiz bilemiyoruz. Neden Orhan Veli’nin şiiri iyi de Orhan Veli gibi yazmaya özenenlerin, onun işlediği konuları işlemeye kalkanların yazdıkları şiirler iyi değil, bu sırrı hangimiz çözebiliyoruz Orhan Veli ‘Kâzımın türküsünü söylerler / Efkârlanırım’ diyor, hayran oluyorum. Oysaki bu ‘efkârlanmak’ sözünü başka nerede görsem, beylik bir lakırdı, basmakalıp bir lakırdı diye bir tiksinti geliyor içime. Doğrusu, on dokuzuncu yüzyıl sonuna doğru büyük bir devrim oldu şiirde. Verlaine’in, ‘Tut belâgati de sıkıver ümüğünü!’ sözü eski şiiri, şu kuralları olan, öğretilen, öğrenilen şiiri öldürüverdi. O günden beri şiiri yitirdik, ne olduğunu sezdiğimiz için, bulduğumuz için yitirdik. Anladık ki şiir bir mucizedir, karşılaşınca hayran olduğumuz, ama ne olduğunu bir türlü söyleyemediğimiz bir mucize. Onların beğendikleri, sevdikleri hep belâgat, yalnız belâgat. Yeni anlayış sıktı o belâgatin ümüğünü!.. Orhan Veli’nin yolundan gitmek, onun konularını işlemek, onun gibi ‘efkârlanmak’ demek de belâgat. Mucize taklit edilir mi?” Turgut Uyar ise Orhan Veli’nin çıkışını şöyle değerlendirir: “Orhan Veli’nin ilk ve en önemli özelliği, bilindiği gibi, şiirde ‘şairanelik’e karşı açtığı savaştır. ‘Gülü ve bülbülü’ sürüp çıkarmıştır şiirden. O, bu sürüp çıkarma işini, büyük bir bilinçle ve gerekçeyle yapıyordu: yeni bir insan getiriyordu Türk şiirine. Kendi deyişi ile, şiire uzak düşmüş bir insanın şiirini yapıyordu. Küçük insandı bu: büyük kentlerde çalışan, ezilip horlanan, kıt kanaat geçinen, dünyası ve zevkleri küçük insan. Bir çeşit tevekküle varan dünyayı ve düzeni kabullenmişliği, gündelik küçük alışkanlıklarından vazgeçmezliği, ezilmişliğin verdiği hoşgörüsü ile sevimli bir ‘tip’ haline gelen küçük insan…”

Garip’in, Oktay Rifat ve Melih Cevdet’in şiirlerinden ayrı, yalnızca kendi şiirlerinin yer aldığı ikinci baskısına yazdığı önsözde Orhan Veli, gerek “Garip”le başlattıkları yenileşme hareketinin değerlendirilmesine yönelik saptamalarında, gerekse genel olarak şiir ve kendi şiiri hakkındaki yaklaşımlarında, işi ve çabasını evrensel boyutta kavrayışının örneğini verir: “Şiirdeki garip mefhumu üzerinde bugün bir yazı yazmağa kalksam herhalde aynı şeyleri yazmam. Ama, bundan dolayı kim beni haksız bulabilir? Onları beş sene evvel yazmıştım. Beş sene sonra da aynı şeyleri söyliyecek olduktan sonra ne diye yaşadım? O günden ölsem olmaz mıydı? (…) Yazdıkça farkediyorum; Garip’in müdafaasına kalkışmış gibi bir hâlim var. Garip’i kimseye karşı değil, kendime karşı müdafaa etmek isterim. Bunun, etrafımı hiçe sayışımdan geldiğini de sanmayın. Garip’i başkalarından evvel kendime karşı müdafaa etmek isteyişim, ondaki kusurları, başkalarından çok, kendim bildiğim içindir. (…) Bu bahsi derinleştirmek isterdim. Ama söyliyeceğim sözlerin âlimâne olmasından korkuyorum. Şiir hakkında âlimâne olmadan da söylenebilecek sözler var. Fakat Garip’i yazdığım zaman, daha ziyade, garipliğin nereden geldiğini düşünmüş, şiirin kıymetleri üzerinde o kadar durmamıştım. Gerçi o kıymetleri, o vakitler, pek de bilmiyordum ya. Ama bugün öyle değil. Şiir üzerinde hem tecrübem fazla, hem bilgim.”

Genel olarak Garip’i sürdüren ikinci şiir kitabı Vazgeçemediğim ile Orhan Veli, A. Bezirci’ye göre, “yalnızca kavgayı değil, kendi şiirini de düşünür. (…) katı ilkelerden ucun ucun sıyrılmaya, yıkıcılıktan yapıcılığa geçmeye, kendi şiirini estetik yönden daha da geliştirmeye çalışır.” Yer yer uyağa başvurur, halk şiirinden yararlanır. Halk şiirini günün beğenisine uydurma yolunda yapılmış bir deneme olarak nitelenen Destan Gibi’den sonra Yenisi’de Garip’e bağlanabilecek şiirlerin yanı sıra yeni temalara yöneldiği, daha toplumsallaştığı görülür.

Yarı siyasi yarı edebi bir kavga dergisi olan Yaprak’ı yayımladığı dönemde ise şiirlerinde, S. Hilav’ın değerlendirmesiyle, “duygusal bir halkçılık” eğilimi görülmeye başlar. 1945’ten sonraki bu dönemde S. Eyuboğlu’nun halkçı sanat anlayışına yaklaştı; yalın bir halk diliyle tekerleme izlenimi veren bu şiirlerinde şaşırtıcılıktan uzak duygular, yaşama sevinci, sokaktaki insanın sorunları gibi konulara eğildi. İnce yergi ve taşlama öğelerinin ağır bastığı bu şiirlerde (“Altındağ”, “Sucunun Türküsü”, “Sizin İçin”, “Galata Köprüsü”, “Karşı”, “Pireli Şiir”, “Delikli Şiir”) geleneksel halk şiirinin olanaklarından yararlandı. Bu dönem şiirlerinden bir bölümünü 1949’da yayımladığı son kitabı Karşı’da topladı.

Orhan Veli, Türk edebiyatında çığır açmış bir şair olarak kendisinden sonra gelen şairleri etkilemeye devam etmiştir. A. Bezirci onun Türk şiirindeki yerini “… yeni şiirin kurulmasında Orhan Veli’nin büyük payı vardır. Gerçi bu payın sınırları bir yere değin şiirimizin yararına olmuştur, ama bir yerden sonra da Orhan Veli şiirinin zararına olmuştur. Çünkü kuruculuk hareketi ve apansız gelen ölüm, onun kendi şiirini kurma zamanını daraltmıştır. Neyse ki, Orhan Veli bu kısa zamanı dahi çok iyi kullanmasını bilmiştir. Yıkıcılık şiirlerinin ardı sıra kuruculuk şiirleri de vermiştir. Bunlar Orhan Veli’nin Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Cahit Sıtkı, Ahmet Muhip gibi seçkin şairler arasında yer almasını sağlayacak yeterliktedir” biçiminde değerlendirir. Şiirlerinden yapılan seçmeler İngilizce, Almanca, Fransızca, Rusça ve Yunanca gibi çeşitli dillere çevrilerek basıldı.

ESERLERİ

Şiir:

  • Garip, (şiir hakkında düşünceler ve Melih Cevdet, Oktay Rifat ve Orhan Veli’den seçilmiş şiirler) İst.: Resimli Ay Mtb., 1941 (yalnız Orhan Veli’nin şiirlerinden oluşan genişletilmiş 2. bas., 1946)
  • Vazgeçemediğim, İst.: Marmara Kitabevi, 1945
  • Destan Gibi, İst., 1946 (yb Destan Gibi [Yol Türküleri], B. R. Eyuboğlu’nun resimleriyle İst.: Sebat B., 1969)
  • Yenisi, İst.: İnkılâp Kitabevi, 1947
  • Karşı, Ank.: Güney Mtb.,1949
  • Bütün Şiirleri, İst.: Varlık, 1951
  • Seçme Şiirler, (der. M. Fuat) İst.: Adam, 1997

Düzyazı:

  • Nesir Yazıları, (makale ve öyküleri) İst.: Varlık, 1953 (yb Denize Doğru adıyla İst.: Varlık, 1969)
  • Edebiyat Dünyamız, (der. A. Bezirci) Ank.: Bilgi, 1975 (yb Bütün Yazıları I / Sanat ve Edebiyat Dünyamız, İst.: Can, 1982)
  • Bütün Yazıları II / Bindiğimiz Dal, (der. A. Bezirci) İst.: Can, 1982

Çocuk Kitabı:

  • Nasrettin Hoca Hikâyeleri, (72 manzum fıkra) İst.: Doğan Kardeş, 1949

Derleme:

  • Fransız Şiiri Antolojisi, İst.: Varlık, 1947

Çeviri:

  • Bir Kapı ya Açık Durmalı ya Kapalı (A. de Musset; O. Rifat ile), Ank.: MEB, 1943
  • Scapin’in Dolapları (Molière), Ank.: MEB, 1944
  • Sicilyalı yahut Resimli Muhabbet (Molière), Ank.: MEB, 1944
  • Tartuffe (Molière), Ank.: MEB, 1944
  • Versailles Tulûatı (Molière), Ank.: MEB, 1944
  • Barberine (A. de Musset), Ank.: MEB, 1944
  • Üç Hikâye (N. V. Gogol; E. Güney ile), Ank.: MEB, 1945
  • Turcaret (A. R. Lesage), Ank.: MEB, 1946
  • La Fontaine’in Masalları, (2 c., 49 fabl) İst.: Doğan Kardeş, 1948
  • Hamlet ve Venedikli Tüccar (Shakespeare; Ş. Erdeniz ile), İst.: Doğan Kardeş, 1944
  • Batıdan Şiirler, (O. Rifat ve M. Cevdet ile) İst.: Yeditepe, 1953
  • Antigone (J. Anouilh), Ank.: MEB, 1955
  • Saygılı Yosma (J. P. Sartre), İst.: Ataç, 1961
  • Bütün Çeviri Şiirleri, (der. A. Bezirci) İst.: Can, 1982
  • El Kapısında (İ. S. Turgenyev), İst.: YKY, 1994 (çevriyazı ve notlar,, M. S. Koz).
ESER ÖRNEKLERİ
ORHAN VELİ KANIK ŞİİRLERİ

HÜRRİYETE DOĞRU

Ağları silkeledikce
Deniz gelecek eline pul pul;
Ruhları sustuğu vakit martıların,
Kayalıklardaki mezarlarında,
Birden
Bir kıyamettir kopacak ufuklarda.
Denizkızları mı dersin, kuşlar mı dersin;
Bayramlar seyranlar mı dersin,
Şenlikler cümbüşler mi?
Gelin alayları, teller, duvaklar,
Donanmalar mı?
Heeey
Ne duruyorsun be, at kendini denize:
Geride bekliyenin varmış, aldırma;
Görmüyor musun, Her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere…
Karmakarışık
Bir okla yaralı kalbim,
Boyacının sandığında;
Güvercinim kâğıt helvasında;
Sevgilim kayığın burnunda;
Yarısı balık,
Yarısı insan;
İn miyim?
Cin miyim?
Ben neyim?
Sizin İçin

Gün ışığında binbir yeşil;
Sarılar da sizin için, pembeler de;
Tenin avuca değişi,
Sıcaklığı,
Yumuşaklığı;
Yatıştaki rahatlık;
Merhabalar sizin için;
Sizin için limanda sallanan direkler;
Günlerin isimleri,
Ayların isimleri,
Kayıkların boyaları sizin için;
Sizin için postacının ayağı,
Testicinin eli;
Alınlardan akan ter,
Cephelerde harcanan kurşun;
Sizin icin mezarlar, mezar taşları,
Hapishaneler, kelepçeler, idam cezaları;
Sizin için;
Her şey sizin için.

GÜN DOĞUYOR

Sallayarak dallarını kavak
Yükseliyor her günkü yerine,
Gün doğuyor şehrin üzerine,
Mavi bir ışıkla ağararak.

Gün doğuyor şehrin üzerine,
Renk renk hacimle doluyor her yer.
Dalıyor dağınık yüzlü evler
Hâlâ yanan sokak fenerine.

Toprak kımıldıyor yavaş yavaş,
Gün doğuyor şehrin üzerine;
Bembeyaz gece çiçeklerine
Sabahla düşüyor bir damla yaş.

Ve bir deniz hücumu halinde
Gün doğuyor şehrin üzerinde.

OARİSTYS

Ey sevgi dalımda ilk çiçek açan tomurcuk,
Kanımın akışını yenileştiren damar,
Gül rengi ışıkları sevda dolu akşamlar
İçime yeni bir fecir gibi dolan çocuk.

Ey tahta perdenin üzerinden aşan hatmi
Ve havaları seslerimizle dolu bahar,
Koşuştuğumuz yollar, oynadığımız sular,
Kâğıttan teknesinde sevinç taşıyan gemi.

Duyup karşı minarede okunan yatsıyı
Yatağıma sıcaklığını getiren rüya.
Denizlerde onunla yaşadığım dünya
Ve ey ufku beyaz cennetlere giden kıyı.

Ah! Birçok şeyler hatırlatan erik ağacı
Ve o ilk yolculukla başlayan hasret, zindan;
Atları çıngıraklı arabanın ardından,
Beyaz, keten mendilinde sallanan ilk acı.

EBABİL

Sıyrılmada gözlerimden yıllarca geceler,
Ve yalnız kalmada bir yaza râm olan sahil,
Uçuşmada gökyüzünde bir sürü ebabil:
Sevgimi ve hasretimi ebedî kılan yer.

Açık pancurlarından seslerin dökülüşü.
Bir göl mü ürpermede ruhun uzaklarında?
En yakın sevgiyi duymayan dudaklarında,
Her yaşayıştan daha güzel olan gülüşü.

Ilık gölgelerde uyutup düşünceleri
Beyaz etekleriyle bana göründüğün an
Ve kapıları yeşil sabahlara açılan
Sıcak tahayyüllerle dolu yaz geceleri.

Renkli fanusların altına doğan dünyası,
Omuzlarında ayışığından örgülerle
Eklenmede içime hasret kaldığım yerle
Mine parmaklarında sadalaşan hülyası.

 

DÜŞÜNCELERİMİN BAŞUCUNDA

Kendi bahçesidir onu içinde gördüğüm.
Yollar yine her günkü gibi yaz uykusunda
Ve yaban çiçeklerinin buruk kokusunda
Her ikindi günlük rüyasını gören mürdüm.

Onun da dudaklarında bir eskiye dönüş
O da yüzmede bir ses yığını üzerinde,
Bin hâtırayı bir anda duyan gözlerinde
İnsana ruhlar dolusu haz veren düşünüş.

Sonra kızlık kadar temiz, aydın bir açılma,
Evine giden toprak yolda o yine çocuk,
Yine uykuyla başlayan âlemde yolculuk
Ve taptaze sabahlar kayısı dallarında.

Hasretimin yıllardanberi bel bağladığı.,
İşte odur düşüncelerimin başucunda.
O, göğsünün taşkın hareketi avucunda
Gözlerinde rüyaların gülüp ağladığı

ELDORADO

Suların aydınlığında saadetten bir iz:
Dallardan süzülen kayığından bu hoş insan,
Omzuna değen arzu dolu dudakları kan…
Artık bir cennete bağlı bütün günlerimiz.

Artık ışıkla dolu billur bir kadeh gibi
En güzel şeytanın elinde tuttuğu gurup,
Akşamlar, ağzımda harikulade bir şurup
Ve başımda geceler yeşil bir deniz gibi.

Ufkunda mavi bulutların uçuştuğu dağ
Ve nebatî bir âlemde duyduğum ilk hece,
Bir sesin aydınlattığı yalan dolu gece
Ve dumanlı bir sabah serinliği ormanda.

Ne onda itidal, ne bende günahkâr hali
Ruhları bir kuş gibi âvere kılan uyku.
Dağılan içimde her zaman o baygın koku,
Lezzeti dudağımda buğulaşan şeftali.

BUĞDAY

Okundan ayrılmak üzere yay,
Kuyuların ağzı genişledi.
Okundan ayrılmak üzere yay,
Korku tâ kemiğime işledi.

Savruluyor gökyüzünde buğday,
Gölgeler uzaklaşıyor yerde,
Savruluyor gökyüzünde buğday,
Tanrım! Tanrım! Bir deva bu derde..

AVE MARIA

Neden içimize doldu vehim?
Ah ümit., ümit, yollar boyunca.
Düşünmez miydi akşam olunca
Hacer’in kollarında İbrahim?

Ve gemisinde Kleopatra?
Neden yine kaynaştı havalar?
Saadet mi getiriyor rüzgâr
Dolarak erguvan atlaslara?

Elimize değen kimin eli?
Kimdir bu muammalarla gelen?
O mu, helezonlara yükselen,
Saba ellerinin en güzeli?

KURT

Anlamıyorum dilinden artık
Geceyi saran güzelliğin,
İçim, kör bir kuyu gibi derin,
Ve sonsuz rüyasında yalnızlık.

Susmak istiyorum, susmak bugün.
Susmak, hiçbir üzüntü duymadan,
Büyük bir kuş iniyor semadan.
Sükût, bu indiğini gördüğün

ZEVAL

Devri tamam oldu pervanenin
Gökten bir beklediğim kalmadı.
Tükendi artık içimde tadı
Yıldızlı küreler düşünmenin.

Ne çıkar karşıma çıksa ecel,
Bu boşluk ondan daha mı iyi?
Başka bir âlemden beklediği
Olmayan kula zeval ne güzel!

ODAMDA

Kardeşini öldürüyor Kaabil,
İçimde bir yanlızlık duygusu,
Ölüm kadar uzun yaz uykusu,
Sıkıntı ile geçilen sahil.

Bağlanıyor bir iple, bir sürü
Düşünce köyleri birbirine,
Çöküyor her şeyin üzerine
Hülyam boyunca kurduğum köprü.

Ve doluyor sessiz, ordularım,
Durmadan, dinlenmeden odama.
Urbam içinde yatan adama
Hayretle bakıyor dört duvarım

DAR KAPI

Işık yağıyor doğan geceden.
Nasıl diriliş bu, neden sonra?
Bu rüya gibi geceden sonra
Gidecek mi o maziden gelen?

Seziyorum senelerce susan
Ruhumda taptaze bir geriniş,
Sonuna vardığım çölden geniş
Ayaklanma açılan umman.

Bütün mevsimlerimin üstüne
Geriliyor bembeyaz bir kanat.
Gelip durdu artık işte hayat
Bana hep onu vadeden güne.

AÇSAM RÜZGÂRA

Açsam rüzgâra yelkenimi;
Dolaşsam ben de deniz, deniz.
Ve bir sabah vakti, kimsesiz
Bir limanda bulsam kendimi.

Bir limanda, büyük ve beyaz.
Mercan adalarda bir liman.
Beyaz bulutların ardından
Gelse altın ışıklı bir yaz.

UZUN BİR ISTIRABIN SONUNDA VE BİR SAADET ÂNINDA GELECEK ÖLÜMÜN TÜRKÜSÜ

Şekillenecek ruhu çeken kutup:
Sevmek kadar tatlı, yaşamak kadar
Kısa bir ânın ötesinde bahar.
İşte o dem ki bir ömrü unutup

Açacağız nurdan kapılarını
Bugün vadedilen cennetimizin.
En güzel, en son memleketimizin
Bulacağız ışıktan pınarını.

Gün vuracak baktığımız her yüze
Ve kızlar, kucaklarında çiçekler,
Ebedi baharı getirecekler
Bu yeniden başlayan ömrümüze

GÜNEŞ

Ah aydınlıklardan uzaktayım
Kafamda o dağılmayan sükûn.
Ölmedim lâkin, yaşamaktayım
Dinle bak, vurmada nabzı ruhun.

Siyah ufukların arkasında
Seslerle çiçeklenmede bahar
Ve muhayyilemin havasında
En güzel zamanın renkleri var.

Ölmedim hâlâ… yaşamaktayım.
Dinle bak: vurmada nabzı ruhun!
Ah aydınlıklardan uzaktayım
Kafamda o dağılmayan sükûn

HELENE İÇİN

Ve bilhassa parmaklığına dayandığın zaman
Ufku uzak şehirlere açılan balkonunun,
Günahların geçecek hafızanın arkasından.
Günahların… Sonu gelmez kafilelerden uzun…

Öterken ağaçlarda kuşlar tahayyül içinde,
Bakışlarında sükûnun zehri, dinleyeceksin,
Türlü acılar şekillenecek yine içinde
«Ah! Şairim bu akşam da geçmedi» diyeceksin

ÖLÜMDEN SONRA NEŞELENMEK İÇİN LİED

Göze görünmeden.
Fakat neden mavi gökyüzlerine
Genişlerken ağustos böceklerinin sesi,
Kuşlar yine onun türküsünü söyler?

 

İHTİYARLIK

İçelim! Madem ömrümüz hoş
Geçmiş, tatmamışız ayrılık.
Madem ne bardağımız kırık
Madem ne de sürahimiz boş.

Bir gün ikimizden birimiz
İçmek.veya doldurmak için
Burada olmayabiliriz

HABER

Sardı o her akşamki sessizlik, yokuşları,
Bir âlem doğdu yine giden günle beraber,
Geldi medar ellerinden beklediğim haber,
«Başladı cıvıltıya canevimin kuşları.»

Gördüm giden günün ardından sulara dalan
Gözlerin yeni bir dünyaya açıldığını.
Bir üstüva âlemine yaklaşıldığını,
Bu akşam kuşların ufuktan koptuğu an

MAHALLEMDEKİ AKŞAMLAR İÇİN

Kırmızı, uzak damlarda bir serinleme,
Uyanır gündüz uykusundan evler,
Kapılarda işleri ellerinde
Kadınlar giyinip kocalarını bekler.

İyi insanların ruhudur yakınlaşır,
Takunya sesleri gelir evlerden,
Yalnız bu dem rahat bir dünya taşır,
Bin mihnet dolu kafasında yorgun beden.

SEYAHAT

Hangi liman veya adaya bu gidiş
En canlı çırpınışlar kanatlarında?
Denizde ne bir yelken, ne bir ürperiş;
Bütün zenci kurallar ölü bu anda.

Gidecekler beyaz köpükten izinde
Uzak, ağır ve çok uzak bir vapurun,
Birden belirecek hepsinin gözünde
Manzarası, Yafa’nın ve Singapur’un.

EFSÂNE

Mavi bir gökyüzü titrerdi güzel bir histe
Rindler muğbeçeler mest bütün mecliste

Ve o haletle bütün kahkahalar nağmeleşir
Dilde Yahya Kemal’in şarkısı şehnâmeleşir

DEDİKODU

Kim görmüş, ama kim,
Eleni’yi öptüğümü,
Yüksekkaldırım’da, güpegündüz?
Melâhat’i almışım da sonra
Alemdar’a gitmişim, öyle mi?
Onu sonra anlatırım, fakat
Kimin bacağını sıkmışım tramvayda?
Güya bir de Galata’ya dadanmışız;
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşuz soluğu;
Geç bunları, ‘anam babam, geç,
Geç bunları bir kalem;
Bilirim ben yaptığımı

KİTABE-İ SENG-İ MEZAR

I
Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar;
Hattâ çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allahın adını,
Günahkâr da .sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.

DERDİM BAŞKA

Güneşle gelecek ölümden?
Ben ki her Nisan bir yaş daha genç,
Her bahar biraz daha âşığım;
Korkar mıyım?
Ah, dostum, derdim başka..

 

SABAHA KADAR

Dinle bakalım, işitebilir misin
Türküsünü damların, bacaların
Yahut da karıncaların buğday taşıdıklarını
Yuvalarına?

Beklemesem olmaz mı güneşin doğmasını
Kullanılmış kafiyeleri yollamak için,
Kapıma gelecek çöpçülerle,
Deniz kenarına?

İSTANBUL İÇİN

Arzular ve Hâtıralar
Arzular başka şey,
Hâtıralar başka.
Güneşi görmeyen şehirde,
Söyle, nasıl yaşanır?

Böcekler
Düşünme,
Arzu et sade!
Bak, böcekler de öyle yapıyor.

BİR ROMAN KAHRAMANI

Ot yatağın içinde,
İkinci dünya harbinde,
Başucumda zeytinyağı yakarak
Mevzuumu yaşamaya çalışıyordum
Bir şehirde başlayıp
Kimbilir nerde,
Kimbilir ne gün bitecek mevzumu.

İSTANBUL TÜRKÜSÜ

Urumelihisarı’na oturmuşum;
Oturmuş da, bir türkü tutturmuşum:
«İstanbul’un mermer taşları;
Başıma da konuyor, konuyor aman,martı kuşları;

Gözlerimden boşanır hicran yaşları;
Edalı’m,
Senin yüzünden bu hâlim.»
«İstanbul’un orta yeri sinema;
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;
El konuşur, sevişirmiş, bana ne?
Sevdalı’m,
Boynuna vebalim!

YOL TÜRKÜLERİ

İzmit sokakları yaprak içindeydi;
Başımızda, unutamadığım şehrin havası;
Dilimde hep oraların şarkıları;
Ellerim ceplerimde,
Bir aşağı bir yukarı.
Sonbahar;
İzmit sokakları yaprak içindeydi.

«İzmit’in köprüsü betondur beton,
Nasıl kadrin bilmez yanında yatan,
Sensin gece gündüz gözümde tüten.
Yüreğim yanıktır, ciğerim delik,
Of, of, kemirir bağrımı of, ince hastalık.»

Arifiye!
Şoför durdu, Enistütü Mektebi, dedi.
Süleyman Edip bey müdürün adı.
Bir yol da burada duralım;
Ellerinde nasır, yüzlerinde nur,
Yarına ümitle yürüyenlere
Bir selâm uçuralım.

Denizi gökle bir göreceğiz,
Şimal rüzgârları gelecek uzaktan.
O yolcu, biz yolcu,
Şimal rüzgârlarıyla öpüşeceğiz.
Güneşli bir günde,
Masmavi göreceğiz Karadeniz’i.
Balkaya’dan Kapuz’a kadar,
Karış karış biliriz biz bu şehri;
E.K.İ.’nin çiçekli bahçeleri
Rıhtıma kömür taşıyan vagonlarıyla;
Paydos saatlerinde yollara dökülen
Soluk benizli insanlarıyla.
«Siyah akar Zonguldağın deresi;
Yüzkarası değil, kömür karası;
Böyle kazanılır ekmek parası.»
Gemiler vardı limanda gemiler
Herbiri yeni bir ufka gider.

AH NEYDİ BENİM GENÇLİĞİM!

Bugün saz, yarın sinema,
Beğenmedin Aile Bahçesi;
Onu da beğenmedin, parka;
Sevdiğim dillere destan;
Sevdiğim,
Meyil verdiğim;
Ben dizinin dibinde elpençe divan,
Samanlık seyran.
Nerde,
Nerde,
Nerde böyle hüzünlenmek o zaman!

DENİZİ ÖZLEYENLER İÇİN

Hatırlarım ilk görüşümü dünyayı,
Bir midye kabuğunun aralığından:
Suların yeşili, göklerin mavisi,
Lâpinaların en harelisi…
Hâlâ tuzlu akar kanım

İstiridyelerin kestiği yerden.
Neydi o deli gibi gidişimiz,
Köpükler ki fena kalpli değil,
Köpükler ki dudaklara benzer;
Köpükler ki insanlarla
Zinaları ayıp değil.
Gemiler geçer rüyalarımda,
Allı pullu gemiler, damların üzerinden;
Ben zavallı,
Ben yıllardır denize hasret.

DÜZYAZILARINDAN ÖRNEKLER

GEZİ YAZILARI

BOLU ÜZERİNDEN İSTANBUL’A YOLCU NOTLARI

“Rahatına pek düşkün olmayanlarla memleket görmekten hoşlananların son zamanlarda Ankara ile İstanbul üzerinde gidip geldikleri bir yol var: Bolu. Rahatına düşkün olmayanlarla memleket görmekten hoşlananlar dedim; bunlar zaten birbirinden ayrı şeyler değil. Memleketi görmek ancak rahatına düşkün olmamakla kabil. Yolsuz, taşıtsız, otelsiz, lokantasız, kısacası konforsuz bir memleketiz. Amma ne yapalım ki memleketi de görmek istiyoruz. Ben birçok yerleri atlar, arabalar, kamyonlar üzerinde gezdim. Hanlarda, kahvelerde yattım. Gene de yüksünmedim. Gördüğüm güzelliklerin, çektiğim sıkıntıların yanında ne büyük bir değeri olduğunu anladım. Ankara ile İstanbul arasındaki yollarda, hem de yolların bugünkü kadar güzel olmadığı zamanlarda, birkaç defa kamyonla gittim geldi. Şimdi, bu yolda, kamyondan enikonu rahat bir taşıtla yolculuk ediliyor: Otobüs. Onlar da eksiksiz değil; onlarda da otomobilde yahut trende olduğu kadar rahat edilmiyor. Amma, ne de olsa bir şey. Hem sırası gelmişken söyleyeyim, bu otobüsler trene bakılırsa, bir hayli de ucuz. On iki lira verdiniz mi, Ankara’dan İstanbul’a geliveriyorsunuz. Son defa Ankara’dan İstanbul’a böyle bir otobüsle geldim.

Yola ortalık yeni ağarırken çıkılıyor. Kızılcahamam’a kadar olan yol pek düzgün. Bu güzel kasabaya kadar dağın tepesinden döne döne iniliyor. Burada beş on dakika kadar durup bir sabah kahvesi içmek mümkün. Sonra, gene döne döne, bir başka dağa tırmanılıyor. Yolun bundan sonraki kısmı, biraz fazla şairane bir tabirle, bir cennet bahçesi içinden geçiyor. Her taraf çam ormanı. Açık pencerelerden reçine kokusuyla karışık temiz bir hava giriyor. Çam koru gibi. Birkaç güzel köy geçtikten sonra Gerede’ye geliyorsunuz. Hani bir hikaye vardır. Birkaç köre filin türlü yerlerini tutturduktan sonra nasıl bir şey olduğunu sormuşlar. Hepsi, tuttuğu yerden edindiği intibaa göre fili tarif etmiş. Gerede’yi de bu otobüslerden gören birine sorsanız size her halde körlerin fili tarif edişine benzer bir cevap verir. Der ki: “Gerede, iki tarafında küçük küçük dükkanlar bulunan bir Arnavut kaldırımıdır.

Gerede ile Bolu arasında, bir gölün kenarında kurulmuş bir Reşadiye kasabası vardır. Buradan, Ankara – İstanbul arasındaki bütün kasabalarda olduğu gibi benzin alınır. Biraz dinlenilir, tekrar yola çıkılır. Aşağı yukarı Ankara’dan 210 kilometre sonra Bolu’ya varılır. Bolu Ankara’dan sonra ilk vilayet merkezidir. Bu itibarla burada birçok şeyler bulmak kabildir. Üstelik vakit de öğleyi bulduğu için burada uzunca bir mola verip, öğle yemeğini yemek gerekecektir.

Yurdun bütün büyük şehirlerine en iyi aşçılarını bu şehir yetiştirir. İstanbul’da Bolulu aşçı dendi mi bir tanedir. Böyle bir şehirde elbette pek güzel yemekler yenecektir.

Bu mantığa pek o kadar kulak asmayın. Bolu’nun en belli başlı lokantasında yedim. Amma bu yemeklerde, ne yalan söyleyeyim, o meşhur aşçıyı bulamadım. Ya o gün ağzımın tadı bir başka türlüydü, yahut da öteki şehirlerin ihtiyacını gidermek gayreti yüzünden, Bolu’da aşçı kalmamıştı.

Bolu dağı, Bolu’daki zevksiz yemeğin kaçırdığı keyfi yeniden yerine getirdi. Bolu dağı, Bolu’dan İstanbul’a doğru yola çıkıldığı vakit üzerinden aşılması gereken bir dağdır. Yılın dört mevsiminde ayrı güzelliği vardır. Bahar aylarıyla yaz aylarında her yanın renk renk çiçeklerle doludur. Öyle ki, çiçek kokusundan geçemezsiniz. Döne döne çıkıp, döne döne inen yolun kenarındaki ağaçlar gökyüzüne değiyor gibidir. O koca koca gövdelerin üzerindeki milyonlarca yaprak insanı adeta sarhoş eder. Hiçbir yerde bu kadar çok yeşil görmemişsinizdir. Bu kadar çok, bu kadar çeşitli yeşil: filiz yeşili, fıstık yeşili, gök yeşili, deniz yeşili, cam göbeği, limon küfü, zehir yeşili…

Pınarlar vardır, şırıl şırıl akar. Altlarına içi oyulmuş kavak ağaçları yatırılmıştır. Yazın en sıcak günlerinde bile elinizi bu suyun altında iki dakika tutamazsınız. Hani büyük şehirlerde su satan sucuların bir sözü vardır: “Otuz iki dişe trampet çaldırıyor” derler. İşte bu sözün değerini insan Bolu dağındaki pınarlardan su içerken daha iyi anlıyor.

Dağın öte yamacına geçince gözlerinizin önüne, birdenbire, geniş bir ova açılır. Böyle bir manzarayı ne resimlerde görebilirsiniz, ne filmlerde. İnsana baş dönmeleri gelir. Bağırmak, haykırmak arzuları gelir.

Bu yamacın bir güzelliği de yolun kenarındaki dağ kahvelerinden gelmektedir. Diyelim ki buradan karlı bir kış gecesi geçiyorsunuz. Üşümüşsünüz, acıkmışsınız. İnin bir kahvenin önünde. Girin içeriye. Ocakta gürül gürül bir ateş yanmaktadır. Biraz ısının. Kahveciden sıcak bir kahve isteyin. Yahut size güzel bir yemek getirsin. Bir şişe konyak açsın. Bütün yorgunluğunuzu unutur, yaşamanın güzel bir şey olduğuna inanırsınız.”

(Ulus, 6.10.1948; Edebiyat Dünyamız, Ankara, 1975, s. 23-30; Bilge Ercilasun, Orhan Veli Kanık, MEB, s: 193-195)

YOLCU NOTLARI II

“Bolu dağını aştınız mı düz bir ovaya inersiniz. Gayri Düzce yolundasınız. Düzce’ye bu adın verilmiş olması da herhalde bu düz ovada kurulmuş bir kasaba olması oluşunda. Düzce, bu ovanın en güzel, en bakımlı kasabalarından biri. Öyle ki, insan, birdenbire bir vilayet merkezi falan sanıyor. Hatta hatırlamıyorsanız, buraların üç beş sene evvel geçirdiği o büyük yer sarsıntısının izlerini bile göremezsiniz. O büyük felaketten belki de bir harabe halinde çıkmış olan bir Düzce’nin bu kadar kısa bir zamanda bu kadar güzel bir kasaba haline geldiğine bakıp burada çalışkan bir belediye ile çalışkan bir halkın bulunduğuna da hükmedebilirsiniz. Düzce’de gördüğüm pek sevimli manzaralardan biri, ekim kasım aylarından bahara kadar sabahları ana caddeye dizilen sepetçilerdir.

Ankara’dan yola çıktığım zaman hava pek güzeldi. Düzce ile Hendek arasında bir yağmura tutulduk. Amma nasıl yağmur? Afet. Her tarafı sel götürüyordu. Yolun hemen solunda kabararak, köpürerek akan derenin içinde, kocaman kocaman ağaç gövdeleri sürükleniyordu. Bir aralık, sekiz on köylünün, suları içinde, devrilmek üzere olan bir evi kurtarmaya çalıştıklarını gördük. Bu korkunç su baskınından can kaybı vermeden kurtulmanın bir mucize olacağını düşünerek Hendek kasabasına geldik. Hendek’te her taraf günlük güneşlikti.

Hendek’te her şey çok güzel. Küçük küçük evler, taşlı yollar, çınarlı kahvesiyle Hükümet Meydanı, biçimli vücutlarıyla kadınlar. Bütün bu güzel şeylerin, insanı hiç de yabancı olmayan bir karşılayışı var.

Yolun Ankara’dan Bolu Dağı’na kadar olan kısmı enikonu düzgün olduğu halde ondan sonrası pek değil. Hele yer yer öyle bozuluyor ki, insan bir yolcu için en büyük nimetin yol olduğuna inanıyor. Yolculardan biri Bolu’da süt içmiş. “İçtiğim süt İzmit’e varmadan tereyağı olacak” diyordu.

Şoförün yanında oturuyordum. Bu yolların hikayesini bana biraz da o anlattı. Yollar birtakım müteahhitlere kısım kısım ihale edilmiş. Bu müteahhitlerden kimisi fakirmiş, kimisi zengin. Zengin olanlar işlerini uydurup yolları baştan savma yaparlarmış. Fakirlerse, buna takatleri olmadığı için, yolu şartnameye uygun bir şekilde yapacağız diye, çalışır dururlarmış. Bu yüzden de fakir müteahhitlerin yaptıkları yollar düzgün olurmuş. Tabii şoför aklı. Ben böyle bir şeyin doğru olamayacağını kendisine anlattım. Amma o hep bildiğini okudu. Düzgün bir yola geldiğimiz zaman, müteahhidini hatırlayarak “Zavallı fukara” diyor, sarsılmaya başladığımız zaman da “Hay senin gibi zenginin!” diye, sayıp sövmeye başlıyordu. Adapazarı’na girerken paket taşlarından yapılmış bir yol var. Ankara – İstanbul yolunun yirmide biri bile değil. Amma yol bahsi açıldığı zaman oradan geçenlerin o yolu hatırlamamasına imkan yok. Şoförün ölçüsüne vurulduğu zaman pek fakir müteahhidin yaptığına hükmedilmesi gereken bir yol. Yolu kim yaptırmış olursa olsun, gerçekten, bütün yolcuların hayır duasını alıyor.

Adapazarı’nda bir aşçı dükkanının önünde durduk. İçeriden garson çıktı. “Hacı Baba’yı mı arıyorsunuz?” dedi. Şaşırdık. “Hacı Baba da kim?” diye sorduk. Karşıdaki lokantayı gösterdi. Meğer Adapazarı’nın en meşhur lokantası Hacı Baba imiş. Gelen yabancılar da yemeklerini orada yerlermiş. İyi, hoş amma garsonun hareketi mesleğine ihanet değil mi? Bizi kendi dükkanına çağıracağı yerde Hacı Baba’ya gönderdi.

Adapazarı ile İzmit arasındaki yol biraz fazla dolambaçlı. Tepelerin üzerine çıkılıp İzmit’e öyle geliniyor. Amma, yol üstünde gene güzel şeyler görüyor insan. Mesela Sapanca Gölü’nü herkes bilir. Ya trenle geçerken pencereden görmüştür, yahut da bir zamanlar İstanbul’la Sapanca arasında işleyen tenezzüh trenleriyle (günlük özel gezi treni) gelip göl kenarında dolaşmıştır. Amma bu gölü bu tepelerin üstünden görmek onların hiçbirine benzemiyor. Havasına göre kimi zaman masmavi, kimi zaman erimiş kurşun gibi pırıl pırıl, kimi zaman bulutlar içinde.

Bir gün de Arifiye Köy Enstitüsü’nün balıkçı kayığı ile sabahtan akşama kadar bu gölde dolaşmış, balık tutmuştum. Ne güzel, ne lezzetli yayın balıkları vardı. Hele o karşı kıyıdaki ağaçlıklar! Kendimi, bütün bir gün, hiç bilmediğim uzak bir ülkede sanmıştım. Sessiz, hayal içinde bir ülke…

İzmit’ten sonra uzun süren bir yokuş, yokuştan sonra da bir türlü bitmek bilmeyen bir yol var. Yolculuk insana artık fazla uzun gelmeye başlıyor. Amma bu bıkma hissi hangi yolculukta duyulmaz ki. İzmit’ten Üsküdar’a kadar, üç buçuk saat, hep aynı manzara. Artık hiçbir şeye bakılmaz oluyor. Konuşulmuyor da. Motorun sesi insana ömrünün sonuna kadar devam edecekmiş gibi gelen, bir uğultu halinde devam ediyor.

Bu biteviyeliği, İstanbul’a yaklaşıldığının da bir müjdesi olan yeni telsiz istasyonun gökleri bulan pilonu (anten) unutturuveriyor. İnsan, şöyle bir doğruluyor, sağa sola bakınıyor, konuşuyor, geriniyor, kısacası, yolculuğun artık sona ermiş olduğunu anlıyor”.

(Ulus, 15.10.1948, Edebiyat Dünyamız, 1975, s: 27-30)

KAYNAKÇA: Y. Köksal (haz.), Orhan Veli, İst., 1952; A. V. Kanık, Orhan Veli İçin, (ölümünün ardından yazılanlar) İst., 1953; Necatigil, İsimler, 208; Acaroğlu, 146-147; Papirüs, Orhan Veli Özel Sayısı S. 8 (Ocak 1967); M. Uyguner, Orhan Veli Kanık, İst., 1967; ay, Orhan Veli’nin Dil ve Şiir Üzerine Düşünceleri, Ank., 1967; A. Bezirci, Orhan Veli Kanık, İst., 1967; ay, Orhan Veli ve Seçme Şiirleri, İst., 1976; Turgut Uyar, Bir Şiirden, İst., 1983, s. 94-95; H. Sazyek, Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde Garip Hareketi, Ank., 1996; Kurdakul, Sözlük, 347-348; Karaalioğlu, 298-299; M. Kutlu, “Kanık, Orhan Veli”, TDEA, V, 143-144; Ş. Kurdakul, Çağdaş Türk Edebiyatı III, Ank., 1992, s. 188-196; E. Canberk, “Kanık, Orhan Veli”, DBİA, IV, 413-414; M. Ş. Özsoy, Kanık’sadığım Orhan Veli, İst.: 2001.

Paylaş