HAYATI
Türk şair, yazar ve bürokrat. 12 Şubat 1869’da İstanbul’da dünyaya geldi. 4 Ocak 1927’de İstanbul’da yaşama veda etti. Edirnekapı Mezarlığı’nda toprağa verildi. Bazı yapıtlarını İbrahim Cehdi, Selim Sabit, Abdülahrar Tahir imzaları ile kaleme aldı. Divan şiiri tarzında şiirleri, Mizanü’l-edep adlı bir belagat kitabı ve Miratü’l-iber adıyla büyük bir tarih kitabı bulunan Diyarbakırlı Sait Paşa ile Akkoyunlulara uzandığı söylenen bir aşiretin beylerinden birinin kızı olan Ayşe Hanım’ın oğlu; şair Faik Âli Ozansoy kardeşidir.
Özel öğrenim görerek yetişen Süleyman Nazif, babasının ölümünden sonra Diyarbakır’da vilayet meclisi katipliğine girdi. Vilayet matbaası müdürlüğü ve vilayet gazetesi başyazarlığı yaptı. 1897’de baskı döneminde Paris’e kaçtı. Ahmet Rıza tarafından çıkarılan Meşveret’te yönetime karşı yazılar kaleme aldı. Sekiz ay sonra yurda dönüşünde vilayet mektupçuluğu görevi ile Bursa’ya sürüldü. Burada yaklaşık on iki yıl kaldı ve bu süre içinde İbrahim Cehdi (büyük dedesinin adı) müstear adıyla Servet-i Fünun’da çoğu yeni tarzda şiirler ve bazı edebi yazılar yazdı. İstanbul’un işgali üzerine kaleme aldığı “Kara Bir Gün” başlıklı yazısı nedeni ile işgal güçlerini tarafından mimlendi. 23 Ocak 1920’de üniversite konferans salonunda düzenlenen Piere Loti’yi anma toplantısında yaptığı konuşma sebebiyle İttihatçılarla birlikte Malta’ya sürüldü. Burada yirmi ay kadar kaldı; geri döndükten sonra Peyam-Sabah, Resimli Gazete ve Yarın gazetelerinde yazdığı edebi ve siyasi yazılarla hayatını sürdürdü. Hayatının son günlerinde büyük maddi sıkıntılar çekti.
Edebiyat tarihlerinde daha çok bir Edebiyat-ı Cedide şairi olarak anılan Süleyman Nazif toplumsal içerikli ve ulusal özellikler taşıyan şiirleriyle onlardan büyük ölçüde ayrılmaktadır. II. Meşrutiyet’ten sonra yazdığı şiirlerinde ulusal ve vatani konulara daha geniş biçimde yer vermiştir. Şiir ve düzyazılarıyla o bir bakıma Namık Kemal’in gür sesli bir izleyicisi gibidir. Özellikle kaybedilen topraklar için duymuş olduğu acıları dile getirdiği şiirleri birer feryat edası taşımaktadır. Dönemin yazarları arasında düzyazı üslubuyla hemen dikkati çeken Süleyman Nazif edebi ve siyasi nitelikteki yazılarıyla son dönem Osmanlı Türkçesinin seçkin örneklerini ortaya koymuştur. Nazif, günümüze daha çok tarih, eleştiri ve anı türlerinde kaleme aldığı yazıları ile kalmıştır.
“Başlangıçta bireysel duygularla dolan şiiri, nesriyle birlikte gittikçe toplumsal konulara doğru yaklaşır görünür; ne var ki edebiyat özentisinin katkılarından hiçbir zaman kurtulamaz. İnşa ettiklerini kendine uygun bir tutumla sürdürmek, yazarlığının başlıca kaygısıdır. Ahmet Haşim’in “Son Şarkı” yazısı Süleyman Nazif edebiyatçılığının, bütün gücünü kelime seçiminden alan Süleyman Nazif üslupçuluğunun övgülü bir yergisidir (Bize göre). Uygarlık değişimindeki toplumumuzun bazı değerlerini korumaktan yana olan tutumu, ulusal bir eğilim olarak gösterilirse de bu, yıkılmakta olan Osmanlılığın tutucu bir savunusudur aslında. Namık Kemal coşkusu, Süleyman Nazif eserinde soyut kavramların coşkulu bir tasviri olarak sürer gider”. (Rauf Mutluay, 100 Soruda Çağdaş Türk Edebiyatı, 1973)
ESERLERİ
Şiir:
- Gizli Figanlar, Kahire: Kütüphane-i İçtihat, 1906
- Firâk-ı Irak, (bazı düzyazılarla) İst.: Mahmut Bey Mtb., 1336/1918
- Malta Geceleri, İst.: Yeni Mtb., 1342/1924
Diğer:
- Bahriyelilere Mektup, İsviçre, 1897
- Namık Kemal, Paris, 1897
- Malumu İlâm, Paris: Meşveret Mtb., 1314/1897
- el-Cezire Mektupları, Kahire: Kütüphane-i İçtihat, 1906
- Boş Herif, Bursa: Matbaa-i Emri, 1910
- Süleyman Paşa, Bağdat, 1328/1910
- İki İttifakın Tarihçesi, İst.: Matbaa-i Hayriye, 1330/1914
- Batarya ile Ateş, İst.: Matbaa-i Amire, 1334/1916
- Asitan-ı Tarihte-Galiçya, İst.: Matbaa-i Amire, 1335/1917
- Hitabe, İst.: Matbaa-i Ahmet İhsan, 1338/1920
- Namık Kemal, İst.: İkdam, 1340/1922
- Tarihin Yılan Hikâyesi, İst.: Cihan Biraderler Mtb., 1341/1922
- Lütfi Fikri Bey’e Cevap, İst.: Orhaniye Mtb., 1341/1922
- Çal Çoban Çal, İst.: Kader Mtb., 1923
- Nâsırüddin Şah ve Bâbîler, İst.: Kanaat, 1342/1923
- İmâna Tasallut: Şapka Meselesi, İst.: Matbaa-i Tefekkür, 1342/1924
- Külliyat-ı Ziya Paşa, İst.: Yeni Mtb., 1342/1924
- Çalınmış Ülke, İst.: Yeni Mtb., 1342/1924
- Hazret-i İsa’ya Açık Mektup, İst.: Yeni Mtb., 1343/1924
- Mehmet Akif, İst.: Amidi Mtb., 1343/1924
- Abide-i Şühedâ, İst.: Metanet Mtb., 1343/1925
- İki Dost, İst.: Yeni Mtb., 1343/1925
- Fuzûlî, İst.: Yeni Mtb., 1343/1926
- Kâfir Hakikat, İst.: İlhami ve Fevzi Mtb., 1344/1926
- Yıkılan Müessese, İst.: İlhami ve Fevzi Mtb., 1927
Çeviri:
- Viktor Hugo’nun Bir Mektubu, Bursa, 1908
- Lübnan Kasrı’nın Sahibesi (P. Benoit) İst., 1926.
ESER ÖRNEKLERİ
İKİ DOST
Ziya Paşa ne Namık Kemal’i eserleri ve hayatlarıyla çok ilgilenen Süleyman Nazif, muhtelif eserlerinde bu büyük şairlerden bahsetmektedir. Aşağıdaki parça, yazarın, Namık Kemal’le Ziya Paşa’nın edebi ve siyasi hayatlarını ve bu sahalarda birbirleriyle münasebetlerini anlatan “İki Dost” adlı eserinden alınmıştır.
Hem muarız hem muvafıktı Ziya ile Kemal
Şule-i berkiyyede mevcut iki kuvvet gibi
İttihad olmazsa hasıl nokta-i maksudda
Çehreler makus idi şu gördüğüm suret gibi
İttihad ettikçe amma başına zalimlerin
Yıldırımlar yağdırırdık fikr-i hürriyet gibi
Bir ziyadır, hake düştü, arşa itti in’itaf
Mazharı bu hak olan bir nur-u ulviyyet gibi
Nur-u Hakka iltihak etti, Kemal-i zarını
Tek bıraktı yeryüzünde sevdiği millet gibi
Yazılırken mürekkebine gözyaşları karıştığı pek belli olan bu beş beyit Namık Kemal’indir. 1876 kanunu esasi müzakere ve tanzim olunduğu sırada, Ziya Paşa ile müşterekten çıkartmış oldukları resmin arkasına, Paşa’nın vefatından sonra, yine Namık Kemal’in kendi kalemiyle yazılmış idi. Yalnız bir münasebet-i şahsiyeyi değil, bir devr-i tarihi icmal ile gerek edebi gerek siyasi inkılaplarımızın pek –ve belki- en mühim iki amilini çehreleriyle tespit eden levhanın yanında bu kıta, onların maneviyatının tersim ve takrir eder.
Ziya Paşa Namık Kemal Bey’den on iki yaş büyük idi. Paşanın çocukluğu ve otuz dört yaşına kadar gençliği nilainkıta İstanbul’da geçti. Namık Kemal ise on altı yaşlarında kadar annesinin babası Aladullatif Paşa’nın mutasarrıflıkla dolaştığın sancaklarda imrar-ı vakt etmişti. İki edip, aşağıda görüleceği üzere, 1859 senesinden beri tanışıyor ve sevişiyorlardı.
Kemal Bey’in Tahrib-i Harabat’ına Ziya Paşa’nın manzum bir cevabı vardır. Paşa ilk infial ile yazdığı bu yetmiş dört beyitlik mukabelenameyi o zaman Magosa zindanında inliyen Namık Kemal’e göndermedi.
Ali Paşa’nın vefatına müteakip Ziya Paşa’nın Sultan Aziz’e Cenevre’de takdim ettiği kaside, yani manzum bir istidanamede mütevvefa sadrazamdan şikayet havi şu,
Bir hasm-ı bimürüvvete duş etti ki beni
Kalb-i haşini bilmez idi rahm ü şafkati
İtfaya bezl-i himmet ederdi haset ile
Her kimde görse zerre füruğ-u liyakati
Enzar-ı lütfun etmiş idim celb Efendimin
Abd-i keminenin bu idi hep kabahati
Yalvardım, itizar ü tazarrular eyledim
Asla tagayyür etmedi kin ü husumeti
Encam-ı kar Kıbrıs’a nefyetmek istedi
Gördüm ki cane kasd idi manada niyyeti
Bir başka çare kalmadı tahlis-i can için
Terk-i diyara eyledim ahır azimeti
Beyitlerini Namık Kemal muahaze ederken “Aleme karşı seyyiatından bahseylediğimiz adamların mecalis-i tenhayide eteklerini öper, hüsnü teveccühlerini mi niyaz buyurdunuz?” demişti. Ziya Paşa yukarıda bahsettiğim cevapname-i manzumunda Magosa mahpusunun tarizine şu beyitlerle cevap veriyor:
Çün munadara vü hulus etmişidik
Ya niçin Avrupa’ya gitmişidik?
Gitmeyi ben sana evvelce dedim
Hem düşün: sen kim idin, ben kim idim.
İltica-yı husala etmekten
Padişah vasfı değil mi ehven?..
Bu vesika Yeni Osmanlılar tarihinin şimdiye kadar muzlim kalmış bir noktasını tenvir etti. Gerek Ziya Paşa, gerek Kemal Bey’in Avrupa’ya niçin ve ne vakit gittiklerini malumdur; fakat Kemal’i Ziya’nın teşvik etmiş olduğunu bu vesikanın yevm-i intişarına, yani bugüne kadar kimse bilmezdi. Muhtelif esbab ve avamil şu iki büyük Türkü aynı maksada hizmet yolunda birleştirmiş ve bugünkü Cumhuriyetin ilk esaslarını onların feyyaz elleriyle atmıştır. O serencamın evveliyatını burada mücmelen izah etmek münasip olur.
Büyük Reşit Paşa, iktidarını gördüğü Ziya Bey’i 1855 senesinde Mabeyn-i Hümayun üçüncü katipliğine tayin etmişti. Maksadı, kendi yetiştirmelerinden iken aleyhine dönmüş olan Ali ve Fuat paşalara karşı, zekaca her halde onlara mütefevfik, kuvvetli bir rakip yetiştirmekti. Ziya Bey Mabeyn kitabetinde henüz üç senelik bir hizmet ifa etmeden Reşit Paşa vefat etmişti. Padişah katibi olmakla beraber, sarayda hamisiz kalan Ziya, Abdülmecid’in vefatına kadar memur ilduğu katiplik hizmetinde adi işlerle işgal edildi. Ziya Bey Abdülaziz’i henüz şehzade iken tanımıştı. Bu intisabı Abdülaziz padişah olduktan sonra şairin ona yazmış olduğun kasidelerden anlaşılmakta iken ahiren elime geçen bir vesika büsbütün teyit etti.
Padişah Ziya Bey’i saraydan çıktıktan ve Kıbrıs mutasarrıflığından geldikten sonra da, Ali ve Fuat paşalara karşı pek çok iltizam tesahup etti. Meclis-i Vala azalığı, beğlikçilik, Bosna teftiş memuriyeti, deavi (bugünkü tabir ile adliye) nezareti hep Sultan Aziz’in iradesi ve belki ısrarıyle vuku bulmuştur.
Fakat Babıali’nin garazı Beşiktaş sarayının muhabbetine nihayet galebe etti. Ziya Bey’i evvela Amasya sonra Canik mutasarrıflıklarıyla İstanbul’dan uzaklaştırdılar. Ve Canik’te iken Amasya’daki muamelatı teftiş için memur gönderdiler. Mucibi ittiham bir şey bulmamakla beraber, Ali ve Fuat paşalar, Reşit Paşa’nın bir zaman ikadetmek istemiş olduğu bu şule-i istidadı, ne suretle olursa olsun, söndürmek istiyorlardı. Canik sancağından infisalini müteakip, üçüncü defa memur olduğu Meclis-i Vala azalığından azl ile, tekrar Kıbrıs mutasarrıflığına tayin ettirdiler. Artık Ziya Bey’e, kasidesinde dediği gibi: tahlis-i can için terk-i diyar etmekten başka çare kalmamıştı.
Ali ve Fuat paşalar o vakit bey olan Ziya Paşa’yı mansıp ve ikbal mücadelelerinde mağlup etmişlerdi. İkinci defa tayin ettirdikleri Kıbrıs mutasarrıflığı onun için kat’i bir hezimet oldu. Gitseydi, kim bilir, Kıbrıs adası belki menfa-yı müebbeti olup kalacaktı.
Sultan Aziz’e Londra’da verdiği mufassal arzuhalden geçen makalede bahsetmiştik. Bu lahiyanın pek az kısmı şahsi olup ekser aksamı tarihidir. İlk Kıbrıs mutasarrıflığında duçar olduğu mesaibi Ziya Paşa o arzuhalinde şu suretle izah ediyor:
“Kıbrıs’ın malum olan vehamet-i havasından naşi oraya gider gitmez sıtmaya müptela oldum. Ve bu illeti muahharen iki sene daha çektim. Ve o sebeple bir bendezadeleri telef oldu. Ve pederim derd ü kederle menzulen vefat etti.”
Bu kadar acı hatıralar bırakan bir yere gitmemek ve ölmemek için Ziya Paşa ihtiyar-ı gurbet ediyordu. Namık Kemal ise şahsi ve fani her emelden mütecerrit,
Bais-i şekva bize hüzn-ü umumidir, Kemal
Kendi derdi günlümün billah gelmez yadına
Beytiyle ilan ettiği gibi, digerkamene bir his ve maksatla meydan-ı cidale atılmıştı. Hayatını yakından tanımış olanlar onun pek küçük yaşta bile fenalığa nefret ve husumet ızhar etmekten men’i nefs edemediğini söylerler. Kemal henüz iki yaşında iken validesi vefat etmişti. Annesinin babası Abdüllatif Paşa kızının zıyaından mütevellit hüzn ü ye’si tadil için yegane teselli olmak üzere merhumenin, hayat-ı ebediye namzet, bu canlı yadigarını pederinden almıştı. Büyük edibin çocukluğu büyük babasının yanında ve muhtelif sancak merkezlerinde geçtiğini yukarıda söylemiştik. Nik übedi farik olabilecek sinne geldikten sonra Abdüllatif Paşa’nın muamelat-ı resmiyesini tetkik ve murakabe ediyordu. Kars mutasarrıfı iken Paşa namıma kabz ü tahsil olunan ve o vakit resmen mubah ve mücaz bulunan “kapıaltı hasılatı”nın zulüm ve rüşvet olduğu büyük babasının yüzüne karşı söyleyerek ondan ayrılmıştır.
Namık Kemal İstanbul’a avdetten sonra bir taraftan tahsini itmam, bir taraftan da Babıali Tercüme Odası’na devam etmeye başladı. Yirmi üç yaşlarında iken Şinasi’yi tanımış ve onun tesis ettiği Tasvir-i Efkar gazetesine yazmağa başlamıştı.
Kemal’in Şinasi’ye mülazemeti memleket için hayır ve nimet oldu. Şinasi ilm ü irfanıyla beraber, asabından bir cereyan geçirecek kuvvet yoktu. Onun kısmen topladığı mevadd-ı infilakıyeyi Kemal, tutuşturmak için her fırsattan istifade etmeye çalıştı. Belçika kralı Birinci Leopold vefat eder. Namık Kemal Tasvir-i Efkar’ın 27 Kanunuevvel 1895 tarihli nüshasında bunun tahsis etmiş olduğu makaleyi şu satırlarla itmam ediyor:
“Bu malumdur ki memleket bir hane ve hükümet onun hizmetgüzarı menzelesindedir. Hanenin sakinleri hal-i sabavette bulundukça hadim lala makamına geçtiği gibi memleketin halkı sıfat-ı cehalette oldukça hakim dahi bittabi istiklal üzere bulunur. Ve hikmeten dahi böyle olmak lazım gelir. Hane sakinlerinin sabaveti geçtikçe hadim itibarını hüsnü hidmette arıyacağı gibi ahalinin cehaleti mündefi oldukça hakim dahi ikbalini efkar-ı umumiyeye tevfik-i harekette taharri eder.
Belçike halkını ise müşarünilleyh Leopold bir şefkat-i pederane ile aguş-u terbiyesinde perverde ederek nisab-ı rüşde baliğ etmiştir. Şimdiki kralın istiklalcuyluk mesleğine gidişi efkarı umumiyenin azarına uğramak ve belki babasının icra ettiği hareket-i mutedilaneden bile mahrum olmak suretlerinden başka bir şey intaç edemez.”
Bugün şu sözler belki o kadar calib-i hayret değildir. Fakat altmış sene evvel, padişahın semadan almış oldukları ilan edilen hakk-ı ceberutunu tasdikte tereddüt edenlere kafir nazariyle bakıldığı bir zaman ve mekanda, Namık Kemal, o hakk-ı mevhumun fevkinde milletin hukuk-u siyasiyesi bulunduğunu şaşaalı üslubuyla iddia ediyor. Hem İstanbul’un göbeğinde.. ve padişahın gözü önünde!
Şu fıkra da o makaleye tabiye olunmuştu:
“1863 senesi Avrupa memalikin ekser cihetlerinde ahalinin kuvvet-i ihtilal ile kırmak istedikleri zencir-i tagallübü tahkim için hükümetler ellerinde bulunan silah-ı umumiye gerden-i efrada havale eylemekle iken bu zat, sair milletlerin etvarına temayül gösteren tebaasına,
-Beni istemezseniz gideyim, birbirinizin kanını dökmeyiniz, diyerek fezail-i ahlakını ispat etmiştir. Tebaası hakikaten matem etsin.
Efkar-ı ahraraneye bizde kalemini ilk vasıta-i cereyan eden Namık Kemal’dir. Jön Türklerin neşriyat-ı müteehhiresine mebde ve memba Tasvir-i Efkar’daki ateşin makaleleri oldu.
Ali Paşa, padişahtan ziyade istibdada mail ve temayülat-ı hürriyetcuyanenin halk arasında intişar etmesinden muhteriz bir gafil idi. Bu şehbaz-beyanı evvelleri taltif ile, nüvazişle avlamak istedi. Mukaddime-i Celal’de kendisi söylüyor:
“Tercümeihal fakiranemin cami olduğu garaibdebdir ki İstanbul’un harikten muhafazası hakkında bazı mutalaatı havi Tasviri Efkar’da neşrettiğim bir makale, bir dereceye kadar bedie mutabık yazıldığı için, o zaman Babıali’nin en büyük mesanidinde bulunan ve kalemlerini mütteka-yi alem kıyas eden bazı zevat tarafından fevkalade bir şey addolunarak –arada olan fikir ve meşrep muhalefetiyle beraber- def’aten rütbe-i saniye ile tatyip olunmuştum.
Rütbe, nişan, ihsan onun istihfaf ile telakki ettiği oyuncaklardı.
Anılsın mesleğimde çektiğim cevr ü meşaketler
Ki edna zevki aladır vezaretten sadaretten
Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten.
Demiş olan bir adamı kim ıtma veya tehdit edebilir.
1867 Martında Kemal’i rütbe-i saniye sınıf-ı mütemayizi teveccühiyle Erzurum vali muavinliğine tayin ettirdiler. Kasaidde sultannüşşuara Nef’i’nin diyarına, saltanatı yıkacak olan darbelerin ilki ve en devamlısı kendi mübarek kaleminden inmiş olan bu şehriyar-ı edebi nefy ü teb’id etmek istiyorlardı.
Erzurum Kemal’e ilk merhale-i idbar olacaktı. Ziya’nın ikinci defa Kıbrıs mutasarrıflığıyla Kemal’in Erzurum vali muavinliği bir zamana tesadüf etti. Mısır valisi İbrahim Paşa’nın dördüncü oğlu Mustafa Fazıl Paşa daha evvel hazain riyasetinde azi ile Avrupa’ya teb’id edilmiş ve bundan başka Mısır valiliğinin usul-i intikali değiştirilerek Mustafa Fazıl Paşa’nın hakk-ı tevarüsüne kahır bir hitam verilmişti.
Beş milyon Mısır altınına malik bulunan bu prens, Sultan Aziz’e Avrupa’dan mektuplar gönderiyor, fenalıkları izale ile devleti yeni tarzda idare için icabeden müessesatı, yani meşrutiyeti kabule padişahı kabule padişahı teşvik ediyordu. İlk uzun arizesini Fransızca yazdırmış idi. O vaktin münevveran-ı şübbanını bu mektub celb ü mest etti. Ebüzziya merhumun ifadesine göre, Sadullah Bey, kalemiyle vücuda gelen Türkçe tercümesi İstanbul’da hafiyyen tab olunarak elli bin nüsha tevzi edilmiştir. Mustafa Fazıl Paşa’nın garazı Ziya ve Kemal beylerde, Ziya ve Kemal beylerin ihtiyacı Mustafa Fazıl Paşa’da mütekabil ve kuvvetli birer vasıta-i istiyfa buldular. Paşa bunları hürmetkar bir lisan ile Avrupa’ya davet ediyordu. İkisi aynı günde ve 17 Mayıs 1867’de İstanbul’dan hareket ettiler.
İki Dost, 1925
SÜLEYMAN NAZİF ŞİİRLERİ
EY EBNA-YI VATAN
İşte gülzar-ı vatan mahv oldu istibdad ile
Bizden istimdad eder, her zerre bir feryad ile
Geçmesin eyyamımız beyhude istimdad ile
Pençeleşmek muktazi gaddar ile, bidad ile
Zulm ü istibdad devri, derd ü ye’s eyyamıdır
Arkadaşlar, kan dökün kan dökmenin hengamıdır
Arkadaşlar, kan dökün ta cüşa gelsin kainat
Lerze-bahş olsun cihana bizdeki azm ü sebat
Zillete, ömre müreccahtır şerefli bir memat
Ümmete lazım değildir böyle efsürde hayat
Zulm ü istibdad devri, derd ü ye’s eyyamıdır
Arkadaşlar, kan dökün kan dökmenin hengamıdır
Her tarafta bir emin-i daimi cüşan iken
Midhat’ın evladına layık mı kayd-ı hıfz-ı ten
Bak şehid-i a’zama yatmakta bi-kabr ü kefen
Böyle feryad eyliyor şimdi civar-ı Ka’be’den
Zulm ü istibdad devri, derd ü ye’s eyyamıdır
Arkadaşlar, kan dökün kan dökmenin hengamıdır
BAHAR-I MÜNKESİR
Mütevverim gibi bu yerde bahar
Eriyor pürmelal ü bihande
Hüzn ü vahşetle ağlayan dağlar
Müncemid bir figana benzemede
Bu muhit-i keşif içinde bütün
Bu hadaret siyah olup gidiyor
Hüzn ü vahşetle ağlayan her gün
Ömrümüzdür tebah olup gidiyor
Ruhlar neşreder hava-yı bahar
Feyz ü tab-ı rebi ile ezhar
İnkişaf eyledikçe mestane
Mest ü sakit durur hayat fakat
Bu sukut-ı kesif ile hilkat
Beşerin ağlıyor sefaletine!
KAYNAKÇA: Ruşen Eşref (Ünaydın), Diyorlar ki, İst., 1918, s. 111-133; İbnülemin, Şairler, 1118-1136; İbrahim Alaattin (Gövsa), Süleyman Nazif, İst., 1933; Ş. Kurgan, Süleyman Nazif: Hayatı, Sanatı, Eserleri, İst., 1955; S. N. Özerdim, Süleyman Nazif, Ank., 1958; H. Yücebaş, Süleyman Nazif’ten Hatıralar, İst., 1957; Kaplan, Şiir, I, 120-123; Akyüz, Antoloji (1970), 387-394; Ş. Beysanoğlu, Doğumunun 100. Yılında Süleyman Nazif, Ank., 1970; ay, Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları, c. II (2. bas), Ank., 1997, s. 189-227; M. T. Acaroğlu, Açıklamalı Süleyman Nazif Kaynakçası, Ank., 1987; Ş. Karakaş, Süleyman Nazif, Ank., 1988; M. Gür, “Süleyman Nazif”, TDEA, VIII, 66-69; İ. Parlatır, “Süleyman Nazif”, Diyarbakır: Müze Şehir, (haz. Ş. Beysanoğlu-M. S. Koz-E. N. İşli) İst., 1999, s. 313-317; A. Uçman, “Süleyman Nazif”, YYOA, II, 564.