HAYATI
Roman ve öykü yazarı. 1864’te Niğde’de dünyaya geldi. 5 Haziran 1947’de İstanbul’da yaşama veda etti. Sahrayıcedit Mezarlığı’nda toprağa verildi. Niğdeli Murat Paşa soyundan, Niğde tahrirat müdürü Hasan Efendi’nin oğlu. Şair-yazar Oktay Akbal torunudur. Niğde’de halk arasında “Tepeyran” denilen, Yenice mahallesindeki “Tepeviran” semtinde doğduğu için bu ismi soyadı olarak aldı.
Niğde Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra özel dersler alarak Arapça ve Farsça okuyan Ebubekir Hazım Tepeyran, bu sırada Fransızca öğrendi. Niğde’de katiplikle başlayan memuriyet hayatı Konya ve Kastamonu’da Mektupçu Mümeyyizliği ile sürdü. 1891’de İzmir Mektupçusu, daha sonra da Dedeağaç Mutasarrıfı oldu. Bu görevi Mısır valiliği, Şuray-ı Devlet azalığı, Manastır ve Bağdat valilikleri izledi. Meşrutiyet’in ilanından sonra sırası ile Sivas ve Ankara valiliği, İstanbul şehreminliği, Hicaz ve Beyrut valiliği, Şuray-ı Devlet Mülkiye ve Maarif Dairesi Reisliği ile Bursa valiliği görevlerinde bulundu. Tepeyran, mütareke yıllarında iki kez iki kez Dahiliye Nazırı olmuş, Damat Ferit döneminde Bursa valisi ve Dahiliye Nazırı iken Kuva-yi Milliye’ye yardım ettiği suçlamasıyla Divan-ı Harbe verilmiş, idama mahkum edilmiş, sonra cezası müebbet küreğe çevrilmiştir. Tevfik Paşa sadrazam olunca, hüküm Askeri Temyiz Mahkemesince bozuldu ve serbest kalan Ebubekir Hâzım Tepeyran, gizlice Anadolu’ya geçti. Ankara hükümetince önce Sivas, sonra Trabzon valiliğine getirildi. Tahkik ve Tetkik Heyeti başkanlığı yaptı. 1923-27 ve 1939-41 yıllarında Niğde milletvekili olarak TBMM’de bulundu.
Edebiyat hayatına şiirle başladı, ilk şiirlerini mektupçu Nâzım Bey’in teşvikiyle Konya vilayet gazetesinde yayımladı. Daha sonra bu şiirlerin içerik olarak bazı çevrelerce eleştirilmesi üzerine şiiri bıraktı (1932’de bir şiir kitabı yayımlamışsa da başarılı bulunmamıştır). Ülkenin çeşitli yerlerinde uzun süre yönetici olarak görev yapan Tepeyran gözlemlerini öykü tarzında değerlendirerek Eski Şeyler adı altında yayımladı. Yazarın Türk edebiyatında tanınmasını asıl sağlayan Küçük Paşa adlı romanı edebi değerinden çok konusuyla dikkat çeker. Ebubekir Hazım’ın tek romanı olan Küçük Paşa, Kara Bibik’ten sonra köyü ve köylüyü edebiyatımıza sokan ikinci romandır. Uzun yıllar süren memurluk yıllarının gözlemleri sonucu yazılan bu roman, roman tekniği açısından belli bir çizgiyi aşamamış olsa da, Türk edebiyatında köy romanının gelişim sürecinde önemli bir yer tutar. Yazar, öykülerinde ise Servet-i Fünun etkisinden sıyrılamamış, daha çok bireysel temaları işlemiştir. Türkçe ve Fransızca şiirleri (Kar Çiçekleri) ile makaleleri de basılan Tepeyran, anı türünde de eserler vermiştir.
ESERLERİ
Şiir:
- Les Fleurs Dégénérés, 1. c., İst.: Imprimerie Millî Medjmoua, 1931
- Kar Çiçekleri, İst.: Millî Mecmua Mtb., 1932
Öykü-Roman:
- Eski Şeyler, İst.: Ahmet İhsan ve Şürekâsı Matbaacılık Osmanlı Şirketi, 1326/1910
- Küçük Paşa, İst.: Ahmet İhsan ve Şürekâsı Matba acılık Osmanlı Şirketi, 1326/1910 (yb İst.: İnkılâp, 1946
Anı:
- Ebubekir Hâzım Tepeyran Hatıraları, (“Canlı Tarihler” dizisinin 1. kitabı) İst.: Türkiye, 1944 (2. bas. Hatıralar, haz. Faruk Ilıkan, İst.: Pera, 1998)
- Zalimane Bir İdam Hükmü, İst.: İnkılâp, 1946
- Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları, (haz. Sadi Borak) İst.: Çağdaş, 1982
Diğer:
- İdari-İçtimai Sanihat, Beyrut: Vilayet Mtb., 1331/1915.
ESER ÖRNEĞİ
KÜÇÜK PAŞA’DAN ÖRNEK
II
Kanber Ağa’nın köyünden, maşukasının mezarını ziyaretten avdet edenlere mahsus ehzan-ı elime kabilinden hissiyat-ı merre ile avdet eden Ali, yolda yokuşlara geldikçe merkepten inip yalnız Salih’i bindirerek, mahut:
Her gun mu kan ağlan kahrın ne bana
Beni kabdan kaba kotardın her felek
Türküsünü bir Urfa manisi havasıyla ve pek yüksek sada ile taganni edüp dağları, dereleri inteliyor, ara sıra “dah, dah” diyerek merkebi sürüyordu. Dölek (düz) yerlerde kendisi de binerek Salih’i kucağına alup, ayaklarını mutassal merkebin karnına vurarak tesri-i meşi ediyordu.
Ali bugüne kadar Salih’le bu kadar mukarenette bulunmamış idi.
Salih’in hararet-i vücudu sanki Ali’nin kanlarını ısıtıyor. Selime’ye ait bürudetten dolayı zavallı çocuk için donmuş, uyuşmuş olan hissiyat-ı pederanesini yeniden hislendirip canlandırıyordu.
Salih gibi bir çocuğun, varsın büyük paşa babası vefat etmiş olsun, yedi sekiz sene koca konakta hüküm sürmüş, üniformalı, kılıçlı bir küçük paşanın babası olmak şerefiyle köyde ulanmaya, herkese karşı koltuk kabartmaya haklı olduğunu düşünüyor. Salih’i daha ziyade sevmeye bağlıyordu.
Bazen galeyan eden hissi şefkatle Salih’in ensesinden öpüp “Benim bir denecik güççük paşam” diyor ve başını eğip yandan yüzünü temaşa ediyordu. Salih, bu köyde kalacak, bu köylüler arasında, Hacca, Mevlut bulunan bu evde yaşayacak olursa koyu mor fesli, kanarya sarısı yazma yemenili Ali’ye de baba demekte izzeti nefse tutacak bir çirkinlik, lisana o kadar ağır gelecek bir sıklet bulmamaya başladı. Ali, ara sıra kendisini böyle gezdireceğini ve inşallah bahar gelince kulakları İngiliz markası gibi düzgün ve dik bir kürü (henüz binilmemiş genç merkep) alacağını da vaat etti.
Ali, Salih’e hayli sevimli görünmeye başladığı gibi Ali için de artık Salih’in yürüyüşünde, oturup kalkışında bir kahpe nallığı (kahpe nalı, kahpe zede) eseri ve gözlerinde kırıklı avrat dölü (zamparalı kadın oğlu) çapkınlığı, yılışıklığı görmemeye başladı. Suizan, süirüyet, suitefehhüm kamilen zail oldu. Ali’ye Salih arzuya göre yaratılmış bir oğul, Salih’e Ali matluba mutabık değilse de hale, ihtiyaca muvafık bir baba, koyunun bulunmadığı yerde Abdurrahman Çelebi olan bir keçi olmuş idi. Ali ve Salih’in beşuş bir çehre ile avdetleri Hacca’nın nazarı dikkatini çekti.
Birkaç gündür Ali’nin fig yemiş üveyk gibi dalgın dalgın düşünmesi, Hacca’nın şüphesini mucip oluyor, huzuru kalbini ihlal ediyordu.
Ali niçin bu kadar münşerih, Salih niçin bu kadar munbasit idi. Bunların bugünkü müşahedatını gözlerinde görmek, ahvali kalbiyelerini hututu vechiyelerinden anlamak ister gibi yüzlerini, gözlerini süzüyordu.
Kendi kendine “Galiba avrat göründü, Ali’nin eski sevdalarını deprendirdi. Onun gül hatırı için dikenini sevmeye, okşamaya başladı” diyordu. Bir gün sonra Salih, babasıyla yan yana oturup tatlı tatlı konuşmakta iken dışarından bir sada “Ali, Ali” diye bağırdı. Ali çıktı.
Bir müddet sonra avdet etti. Simanın yarım saat evvelki asarı beşaşeti uçmuş, yerine bir yeis kederin abus buruşukları kaim olmuştu.
Ali burnundan teneffüs ederek girdi. Sekaletindeki tırabzana el koyarak:
-Dinle, sana ne tatlı haber getirdi. O kadar tatlı kim tadından yenmez, dedi. Haçça, simadaki asarı merarete dikkat ederek tatlı bir habere ihtimal vermeyerek, hatırına ilk gelen şey, Selime’nin Kanber’den boşaltılmasında bir yol bularak yine Ali’nin alması kararlaştırılmış da “Ne yapayım, arada çocuk var, Allah’ın emridir, gine Selime’yi alıyorum, sen de iki çocuğumun anası, daima başımın tacısın” diyecek gibi geldi. İçi titrediği halde:
-Hayır ola, söyle bakalım
Diyerek karşısına dikildi.
Ali:
-Redifler toplanacakmış. Köye esame puslaları gelmiş, beni de çağırıyorlar. “Hey gaziler yol göründü. Yine garipseme”. Şimdilik nereye gideceği belli değil, tabur üç güne kadar şehirde toplanacakmış, pek acele diyolla.
Haçça ne diyeceğini şaşırdı. Evvelce daha vahim bir ihtimal tasavvur etmemiş olmasaydı, bu haberden daha ziyade mükedder olurdu. Evvelki tasavvura nispetle bu ehveni şer idi.
Ali:
-Kara gözlü Haççam pek bozuldun, korkma madem ki bir düşmanla marebe yok. Urumeli’ye gidecez, ya Yemen ellerinde Veyselgarani çöllerini boylayacaz. Oturup oturup gelecez. Ne marabe, ne gazilik var, ne şehitlik. Merak etme, kim bilir de tabur şehirde toplandıktan sonra dağıldılar. Kaç kere öyle oldu, dedi. Salih, dünden beri asarı şefkatini görmeye başladığı Ali’nin askere gideceğinden fevkaltahmin mahzun oldu. Pederinin elini tutarak.
-Beni de götür.
Dedi. Ali:
-Oğlum, ne ananın koyuna gidiyorum, ne İstanbul’daki karakola, nereye gideceğim belli değil ki. Belli olsa bile -tebessüm ederek- en büyük zabiti binbaşı olan bir taburda hiç liva paşası bulunur mu ki, seni götüreyim. Sen burada kalacaksın. Haçça seni zaten sever, bundan keri beni hatırım için daha ziyade sever, daha ziyade sevgi ve akşam sabah yüzünü okşar, sırtını tabışlar. Babası askere giden çocuğu kim horlar ki. Haçça Mevlud’un ağasına yan gözle baksın. Hem de Haçça öyle kötü karılardan da değildir. Eğer sana kaşın üstünde gözün var dese, şöyle bir yan baksa, benim gurbette burnumun direği sızlayacağını, yüreğim “cız” diyerek talablayacağını, çırpına çırpına kanayacağını bilir o…
Haçça’ya dönerek:
-Değil mi benim ban peteğim, tatlı Haççam dedi.
Haçça:
-Hiç deliği, dırsığı, penceresi olmayan karanlık yüreğimin dibini, bucağını Allah bilir. Öyle şeylerin sahın ahlına koyup da gurbet ellerde yok yere tasalanıp durma. Ben önüne gelen kendi eniği de olsa dalayan bir kuduz it miyim ki, Mevlud’umun ağasını patahlayıp durayım.
KAYNAKÇA: A. Hayber, Ebûbekir Hâzım Tepeyran, İst., 1988; G. Akıncı, Türk Romanında Köye Doğru, Ank., 1961, s. 21-26; “Tepeyran, Ebubekir Hazım”, TDEA, VII, 314-315; Necatigil, Eserler, 257-258; D. Bayraktar, “Tepeyran, Ebubekir Hazım”, YYOA, II, 617