HAYATI
Roman yazarı. 1909’da İstanbul’da dünyaya geldi. 12 Ocak 1984’te İstanbul’da yaşama veda etti. Tam adı Reşat Enis Aygen. Jandarma subayı Selim Sırrı ile Şaziye Hanım’ın oğlu. Çocukluğu babasının görevi nedeniyle çeşitli Anadolu şehirlerinde geçti. İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdi. Yüksek Ticaret Okulu’nda başladığı öğrenimini yarıda bıraktı. Milliyet, Vakit, Haber, Bugün (Adana), Cumhuriyet ve Yeni İstanbul gazetelerinde muhabir olarak çalıştı; köşe yazarlığı, yazı işleri müdürlüğü yaptı. 1968’de Anadolu Ajansı’ndan emekliye ayrıldı. Basın Şeref Kartı sahibiydi.
Reşat Enis’in ilk yazıları adliye röportajlarıydı. Öykülerden oluşan ilk kitabı Kılıcımı Sürüyorum’u 1930’da yayımladı. Romanlarında toplumun en alt katmanlarının acı gerçeklerini yansıttı. 1933’te yayımlanan Gong Vurdu’da Babıâli’deki yazarların yaşayışlarını anlatır; ardın dan konuyu Beyoğlu’na kaydırarak oranın gece hayatını sergiler. Kitaptaki Ömer tiplemesi yer yer yazarın kendi yaşamıyla örtüşür. Afrodit Buhurdanında Bir Kadın adlı romanı, dağınık ve gevşek dokusuna karşın, Türk edebiyatında fabrika yaşamını, iş kazalarını, grevleri, Zonguldak maden işçilerinin yaşamlarını başarıyla anlatır. 1944’te yayımlanan Toprak Kokusu adlı romanı, yayımlandığı tarihte büyük olay oldu ve mecliste toprak kanunuyla ilgili düzenlemelerin yapıldığı bu tarihte bakanlar kurulu kararıyla toplatıldı. Kitap daha sonra Kara Toprak adıyla ikinci kez yayımlanmıştır. 1949’da yayımlanan Ağlama Duvarı’nda çeşitli olaylar, kişiler bazen çok gevşek bağlantılarla, ama hızlı bir akış içinde anlatılır. II. Dünya Savaşı’nın getirdiği sıkıntıları yaşayan kenar mahalleler, devlet dairelerinin durumları, mahalle kahvehanelerinde geçen savaş ve parti dedikoduları, Cağaloğlu kitapçıları, İstanbul’daki Rumların gelenek ve görenekleri iç içe verilir. Yol Geçen Hanı, 1946-50 yıllarında Cumhuriyet Halk Partisi ile Demokrat Parti arasında geçen seçim çekişmelerini konu edinir. Reşat Enis’in bir başka romanı olan Sarı İt, Türk edebiyatında işçi haklarını savunan sendikalara karşı, işveren çıkarlarını kollama amacıyla kurulmuş sarı sendikaların içyüzünü sergileyen ilk roman olarak bilinir.
ESERLERİ
Öykü:
- Kılıcımı Sürüyorum, İst.: Ahmet Halit, 1930
Roman:
- Kanun Namına, İst.: Sühulet, 1932
- Gong Vurdu, İst.: Sühulet, 1933
- Gece Konuştu, İst.: Semih Lütfi, 1935
- Afrodit Buhurdanında Bir Kadın, 1939
- Toprak Kokusu, İst.: Semih Lütfi, 1944 (2. bas. Kara Toprak, 1969)
- Ekmek Kavgamız, İst.: İnkılâp, 1947
- Ağlama Duvarı, İst.: İnkılâp, 1949
- Yol Geçen Hanı, 1952
- Despot, İst.: Remzi, 1957
- Sarı İt, İst.: Ararat, 1968
ESER ÖRNEKLERİ
ZEYNEP ONBAŞI
Yürüyoruz. Hayır koşuyoruz. Siperler atlıyor, dereler aşıyoruz. Dağlar tepeler tırmanıyoruz. Atlar kişniyor, insanlar haykırıyor. Toplar gümbürdüyor. Mitralyözler takırdıyor…
Güneş, koca kubbede büyük bir devir yaptı. Yerle göğün birleştiği yerde şimdi kızıl bir alev yığını var.
Siyah atının üzerinde canlı bir zafer abidesi gibi yükselen yanık yüzlü bir “Mehmet” atının kızgın buharla püsküren köpüklü sağrısını okşarken elini bu kızıl alev yığınına uzatarak mırıldanıyor.
-Kan, kan, kan…
-Ahmet!
-Efendim Beyim
Emirler süratle yaklaştı. Mahmuzlarını şakırdatarak, topuklarını birbirine çarparak selam verdi.
-Emredin Beyim..
-Zeynep Onbaşı’yı bana çağır!
-Baş üstüne beyim, Zeynep Onbaşı’yı çağıracağım.
Rap rap…
Şimşek gibi fırladı koştu.
Sabahtan akşama kadar süren baş döndürücü bir kovalanıştan sonra düşman “…de” tutunmak istiyor. Bütün gece kuvvetlerini toplayarak burada müdafaaya hazırlanacağı muhakkak gibi.
Taarruza devam etmek bizi de fazla yoracak. En iyisi gece baskınlarıyla düşmanı hırpalamaya çalışmalı. Zaten mafevkimden aldığım emir de budur.
Taburun içinde gece baskınının hakkıyla yapabilecek bir tek insan var: Zeynep Onbaşı.
Çatık kaşlı, esmer yüzlü, kırçıl saçlı, kocası seferberlikten dönmemiş bir dul Anadolu kadını.
-Yunanı kovmak lazım!
Dedikleri zaman hiç düşünmemiş. Çarıklarını çekmiş, evini ocağını bırakmış, orduya koşmuş. Cephe gerisinde sadece kağnısıyla cephane taşımak Zeynep’i tatmin etmemiş. Onu bir gün başında kabalığı, sırtında asker ceketi, bacaklarında dolakları, ayağında çarıkları çadırımın kapısında buldum.
Aynı safta mütaadit harbe girdik. Cesareti, fedakarlığı onu çok geçmeden onbaşı yaptı.
Zeynep Onbaşı, hey Zeynep Onbaşı… vatansever Anadolu kadını.
Şu dakikada bir gece baskını düşündüğüm zaman ilk hatırıma gelen o oldu. Evet… bunu hakkıyla yapabilecek tek insan oydu.
-Emirber geç döndü.
-Onbaşı yok efendim…
-Zeynep Onbaşı yok mu?
-Yok efendim… Mangaları, bölükleri, siperleri dolaştım. Bir yerde bulamadım.
-Kimse görmemiş mi?
-Birinci bölük onbaşısı iki üç saat evvel görmüş. Tepeden tırnağa pürnakil silahlı imiş.
Sesini biraz kısarak ilave etti:
-Kumandan beyim, duydum ki Zeynep Onbaşı baş çavuşla, bölük kumandanı ile helalleşmiş… zatıaline selam bırakmış.
Düşündüm. Anlayamadım. Tuhaf şey!
-Birinci bölük kumandanına haber ver, gelsin!
-Baş üstüne beyim…
Birdenbire bir şimşek çaktı ve bir gümbürtü oldu. Karşıki yamaçta, koyu bir karanlık içinde uyur gibi görünen “… kasabasından” evvela beyaz bir duman, sonra alev yükseldi.
Karanlıklar parçalandı. Gök kızardı. Yamaçlar kızıllandı. Kasaba yanıyor!
İleri karakol hattından, atını çatlayıncaya kadar doludizgin sürerek yetişen bir genç zabit vaziyeti bildirdi.
Düşman cephaneliği ateş almıştı.
Derhal telefon başına geçtim. Emir verdim, emir aldım. Çok geçmeden gece taarruzuna başlıyorduk.
***
Sabahtan çok evvel, düşman cephesi parçalanmış, kasaba zapt olunmuş bulunuyordu. Kızgın bir alev yağmuru altında geçen sokak muharebesi iki buçuk saatten fazla sürmemişti. Telaş ve korkudan şaşalayan düşman askeri birbirini kırmıştı.
Sokaklar düşman leşi ile dolu idi. Havada genizleri yakan taze kan kokusu, birbirine karışmış, burun buruna yatan leşlerin vahşi kokusu vardı. Nasıl tutuştuğunu bir türlü anlayamadığımız düşman cephaneliği hala hafif hafif yanıyor.
Arada patlayan bir tek kurşun sabahın sessizliğini yırtıyor ateş alan bir bomba ortalığı sarsıyor.
***
Ufuk ağarıyor.
Gökte ay soldu. Yıldızlar, yağı bitmiş türbe kandilleri gibi kırpışıyor.
Yaralıları topluyoruz.
Patlayan cephaneliğin yanı başında, on adım önde yürüyen birinci bölük baş çavuşu birden bağırdı:
-Kumandan Bey… Zeynep Onbaşı… Zeynep Onbaşı yaralı.
Ne? Zeynep Onbaşı mı? O burada ve yaralı öyle mi?
Koştum.
Yanık bir direkle, taş yığınları arasında sıkışmış bir insan yatıyordu.
Derhal anladım ki, cephaneliği ateşleyen, düşmanı birbirine katarak bize fırsat hazırlayan odur. Zeynep’tir.
Üzerine eğildim. Kırçıl saçları kavrulmuş yüzü yanmıştı.
Omzunu tuttum:
-Zeynep Onbaşı, hey Zeynep Onbaşı… baş çavuşun yardımı ile enkaz altından çıkardım. Sabah alaca karanlığında gördüğümüz manzara bizi titretti: Zeynep’in yarı belinden aşağısı yoktu.
Gözlerim yaşı, vect içinde mırıldanıyordum.
-Zeynep Onbaşı… Hey Zeynep Onbaşı… mert kadın… vatansever kadın… ruhun şad olsun!!
Biz zaferi böyle kazandık.
(Kılıcımı Sürüyorum, 1930)
KAYNAKÇA: T. Alangu, Hikâye ve Roman, İst., 1959; Nebioğlu, 99; Ş. Balcıoğlu, “Reşat Enis’in Burnu Babıâli’de Kırıldı”, Gösteri, S. 36 (Kasım 1983), s. 64-65; Necatigil, İsimler, 312; Necatigil, Eserler, 12, 15, 159, 318, 368, 411; “Aygen, Reşat Enis”, TDEA, I, 242; Gönç, II, 69.