HAYATI

1888’de İstanbul’da dünyaya geldi. 18 Temmuz 1965 günü İstanbul’da hayatın kaybetti. Galatasaray Lisesindeki eğitimini yarıda bıraktı. Sınavla girdiği Mekteb-i Hukuk’ta ve yine aynı yıllarda başladığı Maliye Nezareti’ndeki görevini de yarım bıraktı. 1909 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesinde çalışmaya başladı. Fecr-i Ati topluluğuna katıldı. Kale ve Cem gibi mizah dergilerinde “Kirpi” imzasıyla kaleme aldığı yazıları ile üne kavuştu. İtilaf ve Hürriyet Fırkası hükümeti sırasında Altıncı Belediye Dairesi Başkatibi oldu. İttihad ve Terakki Fırkası iktidara geçince, İttihad ve Terakki’nin ileri gelenleri aleyhinde yazılar yazdığı için Sinop’a sürüldü, oradan Çorum’a, Ankara’ya ve Bilecik’e nakledilerek beş yıl sürgün hayatı yaşadı. İttihad ve Terakki’nin kültür dergisi olan Yeni Mecmua’da hikayeler yayımladı. 1918 yılında Ziya Gökalp aracılığıyla İstanbul’a döndükten sonra Robert Koleji’nde Türkçe öğretmeni olarak çalışmaya başladı. Gazetelerde makaleler yayımladı. Mütareke döneminde Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na üye oldu. Posta-Telgraf Umum Müdürlüğü’ne atandı. Milli Mücadele karşıtı yazıları nedeni ile 150’likler listesine alınarak yurdu terk etmek durumunda kaldı. Beyrut ve Halep’te on beş yıl sürgün hayatı yaşadıktan sonra 150’liklerin affedilmesi ile 1938 yılında ülkeye geri döndü. Dönüşünde aktif politikadan uzak durarak Aydede gazetesinin ikinci kez çıkardı. Kabri Zincirlikuyu Mezarlığı’ndadır.

Sabah gazetesinde başyazarlık yaptı. Alemdar ve Peyam-ı Sabah gazetelerinde de yazılar kaleme aldı. Refik Halit Karay, açık, sade ve terkipsiz bir dil ile yazdığı roman ve öyküleri kadar mizahi yazıları ile de tanınmış bir yazardır.  Doğrudan doğruya katılmamakla birlikte, 1912’de Yeni Lisan hareketinden sonra edebiyat dili olarak yaygınlaşmaya başlayan İstanbul Türkçesini en güzel kullanan yazarlardan biri olan milli edebiyatın oluşumunda büyük bir paya sahip yazarlardan biri olarak gösterilmiştir.

Refik Halit Karay’ın, çocukluk ve gençlik yılları oldukça rahat bir ortamda geçmiştir. Galatasaray Lisesi’nde okurken Servet-i Fünun yazarları ve  Maupassant’ı okuma fırsatı bulmuş ve bunlar arasında özellikle Maupassant’ın etkisi altında kalmıştır. Küçük yaşlardan itibaren okuduğu tarih ve coğrafya kitapları ile ansiklopedik bilgisini geliştiren Refik Halit Karay, zaman zaman bu kaynaklardan konu ve malzeme olarak da yararlanmıştır. Kendisiyle yapılan bir konuşmada “Tercihan okuduğum kitaplar esasen tarihle alakalı kitaplardır. Sonra, bende coğrafya zevki de vardır. Nitekim ‘Nilgün’ bunun bir misalidir. Hiç gitmediğim, görmediğim yerlerin tasvirleri, okuduğum kitaplar ve tetkiklerim sayesinde, orada yaşamışım tesiri verecek kadar kuvvetlidir. Tarih merakımın da bir nümunesi vardır. O da ‘2000 Yılın Sevgilisi’dir. Bu eserde Roma ve Selçuklu devirlerini hemen hemen hiçbir kusur yaşatabildiğimi sanıyorum” demektedir.

Refik Halit Karay’ın Anadolu’da geçen sürgün yıllarında ise ona İstanbullu aydınlar tarafından henüz pek fazla bilinmeyen yeni bir çevreyi ve bu çevrenin insanlarını daha yakından tanıma fırsatını vermiştir. Öykü ve romanlarındaki gözlem ve zenginliğinde gazeteciliğin de bir payı vardır.

Gençlik yıllarında bir ara “sanat şahsi ve muhteremdir” görüşü etrafında Edebiyat-ı Cedide’nin bir tür devamı gibi görünen Fecr-i Ati topluluğuna da katılan Refik Halit Karay, bir yazısında bu toplulukla Edebiyat-ı Cedide arasındaki en önemli farklılığın dilde olduğunu belirtir: “Bizi Edebiyat-ı Cedide’den belli başlı ayıran ilk fark lisan farkıdır. Elimizde, farkına varmadan, zorlanmadan tabi bir itişle lisan sadeleşiyordu. Bir gün Rumeli’den bir ses çıktı, ‘Terkipleri atınız!’ Bu sada Fecr-i Ati’nin kulağına hoş geldi.”

Kıvrak zekası ve usta kalemi ile gerek İstanbul’un, gerekse Anadolu’nun orta halli insanlarını hayatlarını anlattığı öykülerinde ilk defa Anadolu gerçeğini dile getirmiş, sürgün olarak bulunduğu yerlerdeki gözlemleri ile esnaf, memur, şehirli, kadın-erkek hemen hemen her kesimden insanın iç dünyasını ve sorunlarını ele aldığı öyküleriyle Türk edebiyatına yeni bir ufuk açmıştır. Çağdaşları ondan söz ederken, yapıtlarının, yaşadığı çevrenin gerçek bir yansıması olduğu ve toplumsal hayatı anında yakalayan gerçek fotoğrafları çekmekten zevk alan titiz bir gözlemci olduğunda birleşirler. Kendisi ile yapılan bir konuşmada “Gayem, Türk okuyucusunu çok değersiz eserlerden kurtarıp biraz daha değerlisini, düşünerek zevkini terbiye edecek olanını ortaya koymaktır” diyen yazar, bütünüyle gördüklerini ve yaşadıklarını kaleme almıştır.

Daha yaşarken, “İstanbul Türkçesini en iyi kullanan yazar” unvanını kazanan Refik Halik Karay, dilin yapısını zorlamadan, evde ve sokakta kullanılan Türkçe ile yazmış, bundan dolayı da büyük bir kitle tarafından sevilerek okunmuştur. Daha çok başlangıcı belli, ama sonu şaşırtıcı olan Maupassant tarzı öyküler yazan Refik Halit Karay’ın anlattığı olaylar bütünüyle yaşadığı dönemin olaylarıdır. Gözleme büyük ölçüde önem vermiş ve anlattığı kahramanların karakterlerini bütün ayrıntıları ile ortaya koymaya çalışmıştır. “Memleket Hikayeleri” ile “Gurbet Hikayeleri” kitaplarında canlandırılan kişilerin çoğu adeta canlı kişilerdir. Bütün bu yönleriyle Halide Edip Adıvar onun, “yalnız Türk edebiyatının değil, Rus ve Amerikan edebiyatlarından sonra, hikayecilikte cihan ölçüsünde ön planda bir yer işgal edebilecek bir hikayecimiz” olduğunu belirtir.

Refik Halit Karay, romanlarında ise toplumsal değişimi ve bunların toplumun çeşitli tabakalarındaki yansımalarını işlemiş, geleneksel değerlerin, yeni değerleri çeşitli yönleriyle karşılaştırmıştır. Bir Osmanlı ailesinin çocuğu olan Refik Halit Karay, genel tavrı bakımından eskiye bağlı olmakla beraber, Cumhuriyet’ten sonra toplum hayatında meydana gelen değişimlere olumlu yaklaşmıştır. Ancak zaman zaman Batı özentisi türedi zenginlerle mirasyediler ve dejenere tiplerle alay etmekten de kendini alamamıştır.

Öykü ve romanları dışındaki anı, sohbet ve fıkra tarzındaki yapıtlarında da çoğu gerçek hayattan alınmış, konak terbiyesi görmüş hizmetçilerden türedi zenginlere, mirasyedi beyefendilerden yüksek sosyeteye mensup kişilere kadar değişik sosyal tabakalardan insanlarla karşılaşılır. Yakın arkadaşı Yakup Kadri’nin “Kalemi de tebessümü kadar iğneli edip” dediği Refik Halit Karay’ın yapıtları keskin zekası, nükteci kişiliği, ve kıvrak üslubu ile Türk edebiyatında bir dönemeç oluşturmaktadır.

Eserlerinden “Çete” (yönetmen: Ç. Karamanber, 1950), “Sürgün” (yönetmen: O. M. Arıburnu, 1951), “Nilgün” (yönetmen: M. H. Egeli, 1954; yönetmen: Ertem Eğilmez, 1968), “Karlı Dağdaki Ateş” (yönetmen: S. Önal, 1969), “İki bin Yılın Sevgilisi” (yönetmen: E. Göreç, 1973),”Yatık Emine” (aynı adlı öyküsünden. Yönetmen: Ömer Kavur, 1974) senaryolaştırılıp filme alınmıştır.

“Refik Halid, her günkü hayatımızın tekdüzeliğine, yasaklarla donanmışlığına, kalıplaşan özelliklerine iddiasız romanlarıyla karşı koyuyordu. Sakıncalı kimliği de zaten daha ötesini gerçekleştirmesine zaten olanak tanımayacaktı. Fakat yalnız bu kadar mı? Hiç sanmıyorum. Refik Halid yeniliklerimizin yalınkatlığına yaman eleştiriler getirmiştir. Bir yandan hayatın renksizliğinden, basitlik ve küçüklüklerinden yorulmuş insanımızı, sıcak Türkçesiyle kucaklamış, en acı bir ayrılık ya da ölüm sahnesini bile matem havalarından arındırarak okuru bir kitap boyunca sürecek mutluluklara çağırmıştır. Bir yandaysa, iğneliyici ifadesi, ince mizahı simsiyah sürüp gitmiştir.” (Selim İleri)

“Refikk Halid’in bütün hamule-i edebiyesi Maupassant’ın romanlarından ibarettir… O zaten, Fransız ve Osmanlı muharrirîni ve üdebası içinde hiç kimseyi sevmez. Onun için sadece bir Maupassant mevcuttur. Çünkü Maupassant’da hayat ve cinnet vardır. Refik Halid ise deli olmadan ölen kimselere akıllı diyemez.” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)

“Onun zeki ve usta kaleminden, ışıklı bir hareket güzelliği ile raks eder gibi dökülen duru ve şeffaf nesir, dili, yirminci asır Türkçesinin ‘örnek dili’ olabilecek derecede güzel ve sağlam bir mimariye sahiptir.” (Nihad Sami Banarlı)

ESERLERİ

HİKÂYE:

  • Memleket Hikâyeleri (1919)
  • Gurbet Hikâyeleri (1940).

ROMAN:

  • İstanbul’un İçyüzü (1920, İstanbul’un Bir Yüzü adıyla, 1939)
  • Yezidin Kızı (1939)
  • Çete (1939)
  • Sürgün (1941)
  • Anahtar (1947)
  • Bu Bizim Hayatımız (1950)
  • Nilgün (3 cilt, Türk Prensesi Nilgün, 1950; Mapa Melikesi Nilgün, 1950; Nilgün’ün Sonu, 1952; tek cilt olarak 1960)
  • Yer Altında Dünya Var (1953)
  • Dişi Örümcek (1953)
  • Bugünün Saraylısı (1954)
  • 2000 Yılın Sevgilisi (1954)
  • İki Cisimli Kadın (1955)
  • Kadınlar Tekkesi (2 cilt, 1956)
  • Karlı Dağdaki Ateş (1956)
  • Dört Yapraklı Yonca (1957)
  • Sonuncu Kadeh (1965)
  • Yerini Seven Fidan (1977)
  • Ekmek Elden Su Gölden (1980)
  • Ayın On Dördü (1980)
  • Yüzen Bahçe (1981).

FIKRA:

  • Bir İçim Su (1931)
  • Bir Avuç Saçma (2. bas. 1939)
  • İlk Adım (1941)
  • Üç Nesil Üç Hayat (1943)
  • Makiyajlı Kadın (1943)
  • Tanrıya Şikâyet (1944).

MİZAH-HİCİV:

  • Sakın Aldanma İnanma Kanma (1915)
  • Kirpi’nin Dedikleri (1916)
  • Agop Paşa’nın Hatıraları (1918)
  • Ay Peşinde (1918)
  • Gukuklu Saat (1922)
  • Tanıdıklarım (1922).

ANI:

  • Minelbab İlelmihrab (1924’te tefrika edildi, bas. 1946)
  • Bir Ömür Boyunca (Tarih ve Toplum dergisinde tefrika, 1985, bas. 1996).

OYUN:

  • Deli (bir perdelik oyun, 1929)
  • Kanije Müdafaası ve Tiryaki Hasan Paşa (oynandı, basılmadı).
ESER ÖRNEKLERİ

MEMLEKET HİKAYELERİ

KAZ DÖĞÜŞÜ

Arkadaşları kahvede, havuzun etrafında dizilip nargile savururlarken Ömer’i zorluyorlar; “Senin kazı bir döğüştür de seyredelim” diyorlar. Hem yeneceği de muhakkaktı. Kürkçüzadelerin ta Çorum’dan getirttiği boz kazı bile yedi dakikada kaçırtmış, dört palaz kazanmıştı. Attar’ın Abbas iddialaşıyor, “Benim Hödüğ’ü yenemez” diyordu. Yenemez mi? Değil onunla, Kör Kaz’la tutuşsa kaçırırdı. İşte Avcı Tahir bile “Ben de bir kaz korum!” diyor, hepsinden iyi anladığı bu sanatta Ömer tarafını tututordu.

Bu lakırdı bir hafta Havuzlu Kahve’nin sermayesi oldu; Ömer hala müteredditti. “Vaz geçin, canım, iş mi yok!” diye sarsaklıyordu. Lakin Kürçüzade Eşref Ağa da bir gün “Ziyafet benden, toplaşır bir yarenlik yaparız” deyince artık Ömer karar verdi. Onun Eşrefoğullarına bir başka türlü rabıtası, hürmeti vardı.

Şimdi bir haftadır, pehlivan kaz, yumurta sarısı yutarak kümesin yarı karanlığı içinde şaşkın şaşkın dolaşıyor, pınar başında yıkanan eşlerinin seslerine kulak kabartarak mütahassirane bekliyordu.

İkindiden sonra saathane meydanında, havanın bozukluğuna rağmen elli altmış kişi toplanmıştı. Yağmur bir pus gibi kasabaya sarılmış, her yeri ıslatmış, kışı hatırlatan bir soğuk, ilk soğuk, meydanı gocuklu, şallı insanlarla doldurmuştu. Ömer ısrar ediyordu, tenha bir sokakta, mesela Gugukluk’taki köprünün önünde dövüştürelim diyordu, öbürleri razı olur görünüyorlar, sonra cayarak “Bizim mahalleye uzak, kaz çok yürürse hem tükenir hem de bilmediği yollarda didirgin olur” diyorlardı. Araya girenlerin himetiyle orta bir yeri, şadırvanlı medresenin avlusunu intihab ettiler.

Aşağıdan gelen sürü, Ömer’in sürüsü, sanki rutubetli havanın iliklerine kadar işlemesinden bir zevk duyar gibi baygın edalarla mırıldana mırıldana yolun ortasındaki sel çukurunu takip ediyor, gagalarını çamurlu sulara soka soka ilerliyordu. Yukarıdan Attar’ın Hödüğü, arkasında yedi dişisiyle sökün etmişti. Şimdi iki taraf da karşılaşacaklarını pek iyi anladıkları halde ancak gözleriyle uzaktan uzağa birbirlerine bakarak, lakayt, kendi hallerinde görünmeye çalışıyorlar, çamurlar ortasında güya, her zamanki gibi, ümitsiz ümitsiz dolaşıyorlardı.

Sürülerin arasında üç arşın kalmıştı. Birden Attar’ın kazı irkildi, silkindi; tüyleri dikdik kalkarak kayar gibi bir süratle diğer sürünün önüne geldi, durdu. Başını havada tutarak meydan okuyordu. Ömer’in kazı hasmının bu hareketine, bir müddet gagasını çamurdan çıkarmayarak hayretle, sükûnetle baktı; sonra upuzun boyunu bir yılan gibi yerde sürüyerek koştu. Islık gibi bir sesle tısladı. Derhal tutuştular.

Kenarları birer ince destereye benzeyen dişli gagalarıyla birbirinin kanat başlarından tutmuşlar, yerden kalkıp, sert, keskin, kanat darbeleriyle vuruşuyor, dövüşüyorlardı. Dişiler erkeklerinin arkasına bir sıraya dizilmişler, boyunlarını aynı yükseklikte uzatmışlar, sersem edici bir şamata ile muttasıl bağırıyorlar, erkekleri kavgaya teşci ediyorlardı.

Avlu toplanan adamları artık alamıyordu. Medresenin sıra odalarında sarı benizli, fersiz gözlü çömezler, ince sarıklı kafalarını sallayıp birer birer çıkıyor, “Meydan açın, meydan açın!” diye bağıran adamlardan çekinerek gerilere sokuluyorlardı. Bir aralık Hödük yediği darbelerden sersemleşir gibi oldu, sendeledi, gagasını çekti; hemen kaçmak üzere idi; hatta çocuklar güreşin bittiğine zahip olarak mutad seslerle haykırıştılar. Lakin dişilerden biri, bir zayıf kaz, sırasından ayrıldı, kendini ortaya, pehlivanların arasına attı. Bu, Attar’ın kazına kendini toplamak için vakit kazandırdı. Tekrar tutuştular. Halk, “aferin dişiye, nasıl da kurnazmış, kişisini kurtardı” diye söyleşiyorlardı.

Ömer, kenarda, yüzü kıpkırmızı, ağzı kilitli bakıyor, ortada birbirine girift olan şu iki kazdan kendisininkini ayırt edemeyerek, “Ne dedim de karıştım!” diye üzülüyor, pişman oluyordu. Hükümetten çıkan vergi memuru, muhasebe katibi bile yolları tesadüf ettiğinden durmuş seyrediyorlardı; duyan koşuyordu. Yolun ortasında arabalarını bırakan kağnıcılar üvendirelerine dayanarak seyre geliyorlardı. Şadırvanın direklerine sıralanan çocuklar “Hele bire, hele bire!” nidalarıyla haykırışıyorlardı. İki kaz, on dakikadır, evvela dişilerin, sonra da halkın çizdiği bir daire ortasında alt alta, üst üste dövüşmekte devam ediyordu. Avlunun ulu dutları soğuktan kavrulmuş ıslak yapraklarını bu pür heyecan ziruhların tepesine sakin sakin, büyük bir huzur ve vakarla mütemadiyen serpiyordu.

Artık kazlarda mecal kalmamıştı. Kanat vurmak için kalkışlarında sendeleyip düşüyorlar, sonra zorlukla tekrar tutuşuyorlardı. Feryattan dişiler de yorulmuştu. İçlerinden bazıları neşidecilikten vazgeçerek kuruyan gırtlaklarını çamurlu sularla yudum yudum ıslatıyorlar, uzaklaşıyorlardı.

Hödük kaçmak üzere idi; kanatlarını açamıyor, gagasını tutturamıyor, inen silleler altında nefes alamıyordu. Şimdiye kadar meydanı bırakmayışına herkes şaşıyordu. Bir aralık yere bir deve gibi çöktü, oturdu, dinleniyordu. Bu, yanlış bir hareketti, o da dinmeliydi. Eşref Ağa Ömer’in yanına yaklaşıp “Bu ne acemilik!” dedi.

Şimdi Hödük kalkıyordu; ya kaçmak, yahut da son kuvvetini sarf etmek istiyordu. Dövüşün en meraklı safhasıydı; halk nefesini tutuyordu. Bu ne mecalsiz, bu ne dermansız bir kalkıştı; iki kanat yer yemek kaçacağı belliydi. Lakin öyle olmadı. Evvela dişi, pehlivanın sevgilisi yine bir gayret, bir fedakarlık gösterdi, ortaya atıldı, erkeğine sokulup haykırdı. Bu bir ikaz nidasıydı. Hödük, damalarında kalan son kuvvetle gagasını hasmının gırtlağına yapıştırdı. Bir bir arkasına üç kanar vurdu.

Halk bağırmıştı.

Ömer’in kazı boynunu uzatmış seri adımlarla kaçıyor, lakin Hödük galebesinden büsbütün kuvvetlenerek ardından koşuyor, araya girmek isteyenleri Attar menderek “Bırakın, vursun!” diyordu. Nihayet yetişti, yere bastırdı, ta tepesinden dört beş tüy yolup bıraktı. Şimdi gagasını desteresine çıkmış kalmış bir tüyle Hödük sorguçlanmış gibi mağrur dönüyor, iki sürünün de, kaz adetince kendisine, galibin arkasına iltihak ediveren dişilerini peşine takmış, şadırvana doğru, muzafferane gidiyordu.

Memleket Hikayeleri: İlk kez 1919’da yayımlanan bu öykü kitabı, yazarın sürgün olarak bulunduğu Sinop, Çorum, Ankara ve Bilecik’teki gözlemlerinden oluşur. Anadolu’yu konu alan gerçekçi Türk öykücülüğünün ilk verimleri arasındadır. “Seçtiği çeşitli konular arasında, o zamana kadar hiç ele alınmamış toplumsal bir sorunu, fabrika, patron ve işçi ilişkilerini (Avrupa fabrikalarındaki çalışma saatleri, ücretler, bu yoldaki kanunlar, söz konusu edilerek) Bursa’daki Saatçizadelerin iplik fabrikası çerçevesi içinde işlemesi, gözlemciliğinin nelere kadar uzandığını göstermesi bakımından ayrıca dikkate değer (Cevdet Kudret).

KAYNAKÇA: Nevsal-i Milli, İst., 1914, s. 109-110; H. M. Ebcioğlu, Kendi Yazdıklarıyla Refik Halid, İst., 1943; Baydar, 107-112; Yahya Kemal, Portreler, 44-47; Karaosmanoğlu, 57-93; Kudret, II, 159-186; Alangu, 100 Ünlü, II, 1004-1010; Kaplan, Hikâye, 85-99; M. Kutlu, “Karay, Refik Halid”, TDEA, V, 192-194; N. S. Banarlı, Kitaplar ve Portreler, İst., 1985, s. 80-85, Ş. Aktaş, Refik Halid Karay, Ank., 1986; S. İleri, “Karay, Refik Halid”, DBİA, IV, 462-464; Ali İlmî Fânî, Bir 150’liğin Mektupları-Ali İlmî Fânî’den Rıza Tevfik’e Mektuplar, (haz. A. Uçman-H. İnci) İst., 1998, s. 204-205; Özgüç, I, 60, 69, 97, 357, 379, 501; II, 29; Artan, 27; T. Toros, Mâzi Cenneti, İst., 1998, s. 94-103.

Paylaş