HAYATI
İnceleme yazarı, romancı ve gazeteci. 1903’te Binzgazi’de dünyaya geldi. 13 Eylül 1970’te İstanbul’da yaşama veda etti. Şefik Ragıp imzasını da kullandı. Binbaşı Bekir Hıfzı Bey’in oğlu. Mercan İdadisi ikinci sınıf öğrencisiyken sınavla girdiği Darülfünun Edebiyat Fakültesi’ndeki öğrenimini babasının ölümü nedeniyle yarım bıraktı. 1919’da İfham gazetesinde başladığı gazetecilik mesleğini Kurun ve Vakit gazetelerinde sürdürdü. Gazeteciliğin hemen hemen her alanında çalıştı. Gazeteciliğinin yanı sıra Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nde, daha sonra Alman ve Zapyon Rum Kız liselerinde edebiyat öğretmenliği yaptı. Elli yıla yaklaşan bir süre Vakit, Kurun, Cumhuriyet ve Yeni Sabah gazetelerinde tiyatro eleştirileri yazdı. Türk tiyatro tarihi üzerine monografiler de kaleme aldı. 1927’de Darülbedayi edebi kurul üyeliğine seçildi. 1930-38 arasında İstanbul Şehir Meclisi üyeliği yaptı. 1943-50 arasında Tokat milletvekili olarak TBMM’de bulundu. Radyolar Umum Müdürlüğü ve Basın Yayın ve Turizm Bakanlığı Radyo Dairesi müdürlüğü de yapan yazar TRT’nin ilk yönetim kurulu üyelerindendir (1964- 68). Sevengil öldüğünde TRT genel müdür müşavirliği görevini sürdürüyordu.
Gazeteciliğinin yanı sıra roman ve öykü dallarında da ürünler vermesine karşın Sevengil daha çok Türk tiyatrosu ve tiyatro tarihi üzerine incelemeleri ile tanındı. Radyoda halk şairleri ve divan edebiyatı üzerine söyleşiler de yapan yazar daha sonra bu söyleşilerini kitaplaştırdı.
ESERLERİ
İnceleme:
- İstanbul Nasıl Eğleniyordu, İst.: Ahmet Kâmil Mtb., 1927 (yb haz. Sami Önal, İst.: İletişim, 1985)
- Bizim İstediğimiz Edebiyat, Ank.: Maarif Vekâleti, 1933
- Yakın Çağlarda Türk Tiyatrosu, 2 c., İst.: Kanaat, 1934
- Hüseyin Rahmi Gürpınar: Hayatı, Hatıraları, Eserleri, Münakaşaları ve Mektupları, İst.: Hilmi, 1944
- Bedia: Ailesi, Hayatı, Sanatı, İst.: 1950 (yb Bedia Muvahhit adıyla, 1973)
- Eski Türklerde Dram Sanatı, (Türk Tiyatrosu Tarihi, c. I) Ank.: Maarif Vekâleti, 1959
- Opera Sanatı ile İlk Temaslarımız, (Türk Tiyatrosu Tarihi, c. II) Ank.: Maarif Vekâleti, 1959
- Tanzimat Tiyatrosu, (Türk Tiyatrosu Tarihi, c. III) Ank.: MEB, 1961
- Fatih Devrinde Âlimler, Sanatkârlar ve Kültür Hayatı, İst.: Nebioğlu, 1961
- Saray Tiyatrosu, (Türk Tiyatrosu Tarihi, c. IV) Ank.: MEB, 1962
- Eski Şiirimizin Ustaları, İst.: Atlas, 1964
- Yüzyıllar Boyunca Halk Şairleri, İst.: Atlas, 1965
- Çağımızın Halk Şairleri, İst.: Atlas, 1967
- Meşrutiyet Tiyatrosu, (Türk Tiyatrosu Tarihi, c. V) Ank.: MEB, 1968
Roman:
- Çıplaklar, İst.: Vakit Mtb., 1936
- Açlık, İst.: Vakit Mtb., 1937
- Perdenin Arkası, İst., Semih Lütfi, 1941
Öykü:
- Köyün Yolu, İst.: Aydınlık B., 1938.
ESER ÖRNEKLERİ
ÇIPLAKLAR*
Çetiner’in Ruhu
Bazı ruh hastalıkları vardır ki zaman zaman sıhhatlidirler ve buhranın geleceğini önceden hissederek vaktinde kendi ayaklarıyla gidip kendilerini hastaneye teslim ederler. Çetiner de böylece bir zamandır uğradığı şuurun tezahürü hadisesinin günden güne büyüyüp ilerlediğini fark ediyor, hastalığını görüyordu: fakat tedbir almak, hekime gitmek, hastaneye kapanmak için iradesini kullanabilecek halde değildi. Bu da hastalığının başka bir tarafı idi.
Çetiner, içtimai şahsiyetinin baskısı ile geri çevirip şuur altında kapadığı isteklerinin birikip birleşip başkaldırmış olduklarını görmüştü. Tabii şahsiyet, kapalı olduğu şuur aleti karanlığından hapishane mazgalının demir parmaklarını koparak kurtulmuş, ortaya çıkmış, içtimai şahsiyeti ensesinden yakalayıp yere çalıyordu.
Çetiner’in duyguları şimdiye kadar sanki iki ayrı kanaldan akıp giderken kanalın birinde maniaya uğrayınca öteki kanaldan taşmaya mecbur olmuş, setleri yıkmış, etrafı kaplamıştı.
Her şeyin mahvolduğunu hissediyordu: herkese rezil olacaktı, ne olacağını bilmiyor, yolun nereye varacağını kestiremiyor, fakat fark ediyor ve önüne geçecek kudreti kendisinden korkmakla beraber artık iş başına geçmiş olan yeni şahsiyetinin karşı gelinmez emri ile doğruca trene atlayarak Yeşilköy’e gitti. Ülker’in annesi ile birlikte yaşadığı evi arayıp buldu.
…
İstanbul’un Türk Ruhu
Çetiner bir zamandan beri bucak bucak dolaşarak İstanbul’un Türk ruhunu teneffüs etmek ve ciğerlerini yerli hava ile şişirip hastalığına deva bulmak için çırpınıyordu.
Çetiner, bahçesinde asırlık çınar ağaçlarının etrafa kol kanat saldığı ve şadırvanların kubbeleri üstünde güvercinlerin dem çektiği Süleymaniye Cami’ne gidip gelerek taşın, çizginin, kemerin nasıl kuvvetli bir heyecan ve belagatle konuştuğunu dinleyip hayretin ve hayranlığın engin denizine dalıyor: yangın yerlerinin arkasından görülen Mihrimah Cami’nin uzaktan seyrederek muvazene ve ahenk güzelliği ile gönlünü doldurup taşırıyor: Rüstem Paşa Cami’nin çinileri karşısında saatlerce oturarak renk ihtişamını doya doya sindiriyor. Sultanahmet çeşmesinin karşısına geçerek yuvarlak köşelere, altın yaldızlı parmaklıkların san’atkarane terkibine, saçaklardan kaideye kadar ince, narin, zarif bir dantel gibi işlene oymalara, beyaz, pembe, yeşil taşların gönül alan renklerindeki uyuma bakıyor.
Kanlıca’daki iki yüz elli senelik Amuca Hüseyin Paşa Yalısı’nın fevkalede san’atkarene altın yaldızlı tavanını haber alıp da oraya kadar giderek kırmızı boyaları dökülmüş, tahtaları çürümüş eski yapı ile karşılaşınca önce hüzün duydu. Bina insana ümitsizlik verecek kadar virandı. Bahçe kapısından girince mermer bir kaideye oturtulmuş bir havuz içinde selsebil tarzında bir fıskiye ile karşılaştı. Binanın içinde altın yaldızların parıltısından tavana bakmak mümkün olmuyordu. Denizin tatlı akisleri, tavandaki altın safihalarını harekete getiriyor sanılabilirdi, göz kamaştırıcı bir ışık çağlayanı ile karşılaşılıyordu. Denize karşı gelen duvardaki dolap kapaklarının ve kapıların oymaları, sedef kakmaları harikulade idi. Pencerelerin üstleri tavana kadar nakışlarla süslü idi. Boyalı bir çerçeve, mat renginde altın üstünde çiçekler bu nakışları zenginleştiriyordu. Yine altın yaldızlı ve saksı içinde çiçek demetlerini gösteren şekiller dayanılmaz bir güzellikte eski Türk dekoratif san’atanın muhteşem örnekleri olarak göze hayranlık veriyordu.
(*Doktor Çetiner, varlığını sağlığına adadığı Anadolu’dan bir miras meselesi için İstanbul’a gelmiştir. Uzaktan akraba olduğu Vural Gündoğdu ailesinin salonlarında Ülker’le tanışır. Ülker, hariciye memurluğuyla Avrupa’da dolaşan ve bu yüzden ihmal ettiği karısının bir gönül macerası sonunda intihar etmesine sebep olan bir babanın kızıdır, yabancı okullarda okumuştur. Çetiner ile Ülker birbirlerini severler, merak ettikleri Çıplaklar Cemiyeti’nin toplantılarına birlikte giderler; orada harp zenginleri, karaborsacılar, vergi kaçakçıları gibi kimseleri tanırlar. Ülker, bir gün kendisine ihanet ettiği sanı ile Doktor Çetiner’i ansızın terk eder ve ziyaretçi hemşireler teşkilatında çalışmaya başlar, doktorsa Anadolu’ya dönmemiş, İstanbul’da yeni açılan dispanserden birinde görev almıştır. Bir gün karşılaşırlar. Çıplaklar Cemiyeti’nin aşılamaya çalıştığı ruhi sefaletten artık kurtulmuşlardır. Çift evlenir ve bir Anadolu şehrinde yaşamaya başlar. )
KAYNAKÇA: Necatigil, İsimler, 326; “Sevengil, Refik Ahmet”, TDEA, VII, 544; Özkırımlı, TEA, IV, 1031; S. Önal, “Sevengil, Refik Ahmed”, DBİA, VI, 539-540.