HAYATI
Roman ve öykü yazarı. 15 Eylül 1914’te Adana, Ceyhan’da dünyaya geldi. 2 Haziran 1970’de Sofya’da yaşama veda etti. Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan yazara, Orhan Kemal adını 1942’de Kemal Sülker verdi. Yazar yapıtlarında Ayrullah Güçlü, Orhan Raşit, Raşit Kemali, Reşat Kemal, Rüştü Ceyhun, Ülker Uysal, Yıldız Okur imzalarını da kullandı. Kastamonu milletvekillerinden Abdülkadir Kemal’in oğludur. Babası, 1930’da Adana’da kurduğu Ahali Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması üzerine Suriye’ye kaçınca, ortaokul son sınıfta eğitimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Bir yıl Suriye’de kalıp, Adana’ya döndüğünde (1930) çırçır fabrikasında işçilik, dokumacılık ve katiplik yaptı. Askerliği sırasında yapancı bir rejimi övdüğü gerekçesi ile yargılanarak beş yıl hapse mahkum oldu (1939). Kayseri, Adana ve Bursa cezaevlerinde kaldı. Bursa cezaevinde iken Nazım Hikmet ile tanışması Orhan Kemal’in yazın hayatında bir dönüm noktası oldu. Özgürlüğe kavuştuktan sonra bir süre çeşitli işlerle uğraştı. 1950’de, İstanbul’a yerleşerek hayatını kalemiyle kazanmaya başladı. Tedavi için gittiği Bulgaristan’da hayatını kaybetti. Cenazesi İstanbul’a getirilerek Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Bursa cezaevinde tanıştığı Nâzım Hikmet’in yönlendirmesiyle şiiri bırakarak öykü ve roman yazmaya başladı. Yeni Edebiyat dergisinde yayımlanan (1940) “Balık” adlı öyküsünden sonra Yeni Ses, İkdam, Yürüyüş, Yurt ve Dünya, Yığın, Gün, Genç Nesil ve Varlık dergilerinde yayımlamayı sürdürdüğü öyküleriyle adını duyurdu. 1943’te cezaevinden çıktı ve Adana’ya döndü; sebze nakliyeciliği ve Verem Savaş Derneği’nde kâtiplik yaptı. Ancak siyasi düşünceleri nedeniyle işsiz kalınca eşi ve çocuklarıyla birlikte İstanbul’a yerleşti (1950). Demokrat Parti döneminin baskıcı ortamında sürekli olarak polis takibi altında tedirgin bir hayat yaşarken geçimini sağlamak üzere aralıksız yazmaya devam etti; gazetelere (Vatan, Dünya, Cumhuriyet, Milliyet) tefrika romanlar, oyunlar ve Yeşilçam için senaryolar yazdı. 1970’te Bulgaristan ve Romanya Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak gittiği Sofya’da beyin kanamasından öldü; cenazesi Türkiye’ye getirilerek Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi. Evli ve altı çocuk babasıydı. Orhan Kemal’in toplumcu dünya görüşü ve gerçekçi edebiyat anlayışına uygun yapıtlara verilmek koşuluyla 1972’den başlayarak ailesi tarafından “Orhan Kemal Roman Ödülü” verilmektedir.
Yapıtlarından Suçlu (yön. A. Yılmaz, 1960); Devlet Kuşu (“Avare Mustafa” adıyla, yön. M. Ün, 1961 ve “Devlet Kuşu” adıyla 1980); Sokakların Çocuğu (“Üç Tekerlekli Bisiklet” adıyla, yön. L. Ö. Akad, 1962); Murtaza (yön. T. Başaran, 1965; “Bekçi” adıyla, yön. A. Özgentürk, 1984); El Kızı (yön. N. Saydam, 1966); Sokaklardan Bir Kız (yön. N. Saydam, 1974); Bereketli Topraklar Üzerinde (yön. E. Kıral, 1979); Kaçak (yön. M. Ün, 1982); 72. Koğuş (yön. E. Tokatlı, 1987); Eskici ve Oğulları (yön. Ş. Gök, 1990); Tersine Dünya (yön. E. Pertan, 1993) filme çekildi.
1948’de Varlık dergisinin düzenlediği bir yarışmada “en çok beğenilen” öykücü seçildi; Kardeş Payı ile 1958 Sait Faik Hikâye Armağanının; 72. Koğuş ile 1968 Ankara Sanatsevenler Derneği “Yılın En Başarılı Oyun Yazarı” Ödülünnün; Önce Ekmek ile 1969 Sait Faik Hikâye Armağanının (F. Baysal ile paylaştı), 1969 TDK Hikâye Armağanının sahibi oldu.
EDEBİ KİŞİLİĞİ
Sadri Ertem ve Sabahattin Ali gibi öncüler, gerçekleri “tasarı” ve “gözlem” olarak ele almışlar, anlattıklarının içine fazla girmemişlerdir. Anlattıkları hayatların ve içlerindeki kişilerin, gerçek sorunlarını yerli ve bize has iç yapılarını, fazla yaklaşmadan, iyice işlemeden, dışından işleyerek anlatmaya, öncü bir “gözlemci gerçekçilik” yolunu açmaya çalışıyorlardı. Gözlemleri ve araştırmaları, çalışmaları hiçbir zaman tam gerçekçilik düzeyine ulaşmaları için yeterli olmamıştı. Okudukları ve tasarladıklarının benzerleri hayatta da vardır diye düşündüler, gözlemlerini gereken genişliğe hiçbir zaman ulaştıramadılar. Yetişmeleri, duyuş ve yaşayışları ile anlattıklarının hiçbir bağlantısı olmamıştı. Bu gerçeklerin dışında yaşamışlardı. Halbuki Orhan Kemal ve benzeri hikayeciler anlattıkları gerçeklerin içinden çıkıp gelmişlerdi. Kitaplardan öğrendikleri açıdan bakmıyorlar, içinde yaşadıkları gerçekten başkasını bilmediklerinden, bunları derleyip toparlayıp, öncü birkaç yazara da öykünüp yazıyorlardı. Edebi-kitabi bir eğitim görmemiş olmaları, onlara, bir bakıma, özgürlük sağlıyor, baskıyı ortadan kaldırıyordu. Devrimler, toplumsal gelişmeler, dilde ve zevkte meydana gelen değişmeler, yol açıcıların ve öncülerin çalışmaları, Orhan Kemal soyundan yazarların başarı kazanabilecekleri bir ortamı zaten hazırlamışlardı. Özellikle dil devrimleri, halkçılık hareketleri ve okulların yurda geniş ölçüde yayılması, yeni yazarların yetişmelerinde yol açmıştı. Yıllar yılı halkın egemenliği, demokrasi sorunları üzerinde konuşulur, yazılır, uygulamalara geçilirse, halkın içinden çıkmış, hayat okulunda okuyup yetişmiş yeni yazarların ortaya çıkmaları gayet doğaldır.
Çocukluğundan başlayarak, sürekli geçim sıkıntısı çekmiş olan Orhan Kemal’e yaşadığı hayat, halkın yaşamında ekmeğin tayin edici, bağlayıcı büyük rolünü bütün yönleriyle öğretmiş, daha ilk hikayelerinden başlayarak sonuna kadar bütün eserlerinde sürekli olarak “ekmek peşinde koşan küçük adamlar”ı anlatmıştır. İlk hikaye kitabı “Ekmek Kavgası” (1949)’ında bulunan hikayeler, onun sanatına hakim olan bu ana temayı iyice belirttiği gibi, onu oldukça yaygın bir üne kavuşturan başka eserlerinde de bu ana çizgiden ayrılmadı. “Küçük Adamın Notları” serisinin dışında kalan hikaye kitaplarında da kendi çevresi ile ilgili hikayeler bulunmakta, bunlar, hayatının çeşitli evlerinde (çocukluk, sürgün, fabrikalar, hapishane, İstanbul) bağlanmaktadırlar.
Hikayelerinin çoğunda, hapishanelerde gördükleriyle fabrikalardaki ağır iş şartları altında ezilen işçileri anlatır. Suçlular, gardiyanlar, kadın suçlular, çocuklar… Sonra fabrika insanları, gece işçileri, solgun ve perişan kadınlar, çocuklar… Bunların ezilmişliklerini, yaşamlarını çok yakından bilmekle birlikte, acılı yönlerine şöyle bir değinir, daha çok gelecekten ve umutlarından söz etmekten hoşlanır. İnsanların en kötü şartlar altında bile içlerindeki bozulmamış bir cevherle direndiklerini, yaşamaya zorlandıkları hayatları bozup çürütemediği anlatmaktan hoşlanır.
“Küçük Adamın Notları” serisinde, yer yer Panait Istrati’vari bazı parçalara rastlanmakta birlikte, onun üzerinde daha M. Gorki’nin kendi yaşamını anlatan ünlü hikayelerinin etki bıraktığı görülmektedir. Bu gibi kitapların verdiği örneklere bakarak, biraz da yaşadığı hayatın karşısına çıkardığı fırsatlara, toplumun en alt tabakalarına yöneldi. Dilenciler, çöpçüler, viranelerde zavallı etlerini satan küçük kızcağızların, vapurlarda gösteriler yaparak para kazanmaya çabalayan çocukları, işlerinden atılmış küçük memurlar, işçiler… Bunların hepsi de içinde bulundukları sefil hayat şartlarının daha sefiline düşmemek için direniler, çabalarlar. Ölümden beter, korkunç, aşağılatıcı açlık çukurunun başında korkudan köpekler gibi titreşirler. Orhan Kemal’in kişileri pislik içinde, çürümüş bir çevrede, bir tek ezici bir düşüncenin baskısı altında dolaşırlar: “ekmek bulamamak”. Hemen her hikayesinde açlıktan korkan ezilmiş insanlar vardır. Bunları anlatabilmek için toplumun en alt tabakalarına, hapishanelere, gecekondu mahallerine yaklaşır. Bütün hikayeleri, bu soydan bir kişin peşine yazılmış rastgele eserler izlenimi vermekle birlikte, dikkat edilecek olursa, hepsi de, bir toplum meselesini, aşırı iddialara düşmeden, parça parça ortaya koyarlar. Üstelik sayıları oldukça büyük yekuna varan hikayelerinin hepsini birbirine bağlayan bir ana temaları vardır: “Küçük Adamın Hayat Savaşı”. Onun insanları nedenlerini anlayamadıkları büyük bir kargaşalığın ortasına çekip sürükleyen bir girdabın içinde olduklarını duyarlar.
Gerçekçi hikayecilerimiz ona gelinceye kadar -Faik Baysal’ın “Sarduvan” romanı bir yana bırakılırsa- düşkünlüğün bu ölçüde alt basamaklarında insanlara kadar inememişlerdi. Düşkünlüğü ve onun getirdiği çeşitli kötülüklerin içinde yuvarlanan insanları ve çevreleri anlatmak birlikte, eserlerinde bir karamsarlık havası yoktur. Hemen bütün hikayelerinde tasvir ettiği kötülükleri unutturacak bir “yaşama sevinci” vardır. İyilik duyguları coşmuş kişiler, gidişi ve sonucu değiştirecek bir rol oynarlar. İnsanların ahlak düşkünlüklerinin çeşitli görüntüleri hicvedecek yerde, bunların zamanla yerlerini iyiliklere bırakacağından güvenli, bağışlayıcı bir hoşgörü duygusu içindedir. Kötülükle kucak kucağa yaşayanlara, bunların nedenlerine karşı, tenkitçi ve sert bir saldırı yerine, daha yumuşak bir yolu, tasvirci gerçekçilik yolunu isteyerek seçer.
Onun hikayelerinde göze çarpan bir başka özellik, malzemesinin çok geniş bir alandan seçilmiş olmasıdır. Hikayeciliğimiz ona gelinceye kadar hiçbir zaman bu kadar geniş bir çevreyi ve kalabalığı içine alamamış, İstanbul’dan bu ölçüde kopmamış, gerçeklerimize bu kadar ölçüde yönelmemişti. Orhan Kemal, sınırlı bir alanda, titizce hazırlanmış eserler yerine, konularını geniş bir alan ve kalabalıktan çıkarmaya çalışmış, bizde eserleriyle geçinen bütün yazarlarda olduğu gibi, üzerinde uzun zaman durmaya, titizce ayıklamalara fırsat bulamamıştı. Sonradan yayınlayacağı bütün eserlerinde bu kişi ve tema zenginliğine rastlayacağız. Çoğu dergi ve gazete sayfalarında kalmış hikayelerinin çoğunun acele ve itinasız yazılmış olmalarına rağmen, ilgi çekici olmalarının başlıca sebebi, anlatışındaki külfetsiz tabiilik kadar, hayattan gelmiş olmalarıdır. Gerçeği kulaktan duymak, belli bir mesafeden görmek, masa başında tasarlamakla, onu yaşamış olmaktan gelen açık fark, onun hikayelerine bir canlılık vermekte, öncü kuşağın diğer hikayecilerinden de ayırmaktadır. Çok sevilen eserindeki, “Murtaza”daki Murtaza ile “72. Koğuş”taki Berbat Tevfik aslında yaşayan kişilerdir. Hikayelerinin inandırıcı ve sürekli olmalarının nedenleri de budur.
Çukurova’nın edebiyat girmemiş, iyi bilinmeyen hayatını, tarım ve fabrika işçilerini, büyük şehrin kenar mahallerine sığınmış, ellerinin emekleri ile geçinen küçük adamları da tanıttı.
“Küçük Adamın Günlük Hayatı” teması, bizim hikayeciliğimizde, küçük memur, seyyar satıcı, esnaf, işçiler, zanaat erbabı, köyden kopmuş rençberleri de içinde alan çok geniş bir kalabalığın hayatı anlamına gelmektedir. Henüz bir sınırlaması ve belirlemesi yapılmamış bu basamaklarındaki yerlerinden kopmuş ya da yerlerini bulamamış, kendini boşlukta ve sıkıntıda duyan dayanıksız bir insan için geniş ölçüde kullanılmaktadır. Hikayecilerimizin çoğu, büyük şehirlere dökülen bu küçük adamlar kalabalığı içinden, kendi anlayış ve zevklerine uygun kişileri seçerken, Orhan Kemal, hiçbir ayıklama ve seçme yapmadan, Çukurova’nın fabrika ve tarım işçilerinden başlayıp, kasabaların küçük adamlarına, oradan da büyük şehrin kenar mahallerini dolduran kalabalığa kadar uzanıyor.
Onun hikayelerine aydınlık bir hava veren bir başka yön de kadınların erkekler yanında, olumlu bir kişilikle tasvir edilmeleridir. 1909-1919 hikayecilerinde, hatta öncülerin bazılarında kadın, erkeğin yaşamını güçleştiren, başına olmadık belalar getiren bir toplum hastalığıdır. Erkeklerini felaket günlerinde yalnız bırakmaz, ekmeklerini kazanmakta ona yardımcı olurlar. Bunların en güzel örneği “Cemile” (1952) adlı yapıtındaki kadın tipidir.
Orhan Kemal, kişilerinin psikolojilerini konuşmalarla verir. Ayrıca bu konuşmalar, eserin yapısına akıcı bir hareket kazandırır. Bu konuşmalarında sırası geldikçe, çeşitli şiveleri kullanışı, Murtaza’daki (1952) kişisinin Yanyalı göçmen şivesi ile konuşması, onun eserlerinin sevilmesinin başlıca nedenlerinden biri olmuş, hayli tartışılmıştı. Bu soy konuşmaların, kişilerin tanınmasında, kişiliklerinin ortaya konulmasında açıklayıcı ve çözümleyici yoldan daha başarılı sonuçlar verdiği de bir gerçektir. Dilin şive zenginliklerinden yararlanarak, diyaloglar yolu ile kişilerinin ruhlarını belirlemek, onun sanatının en başarılı ve güçlü yönlerinden biri oldu. Her eserinde, bu ölçüde olmamakla birlikte, Orhan Kemal, konunun gerektirdiği yerlerde buna gerçekçi bir yol alarak baş vurur. Bu yoldaki başarıları, onu, bir yandan Hüseyin Rahmi gibi halk romancılarının geleneklerine, bir yandan da meddahların halk hikayeciliği geleneğine bağladığı gözden uzak tutulmamalıdır.
Orhan Kemal’in dili, İstanbul şivesine dayanan yazı dilinin yavaş yavaş değiştiğini gösterir. Bütün yazarlarımızda İstanbul şivesine dayanan edebiyat dilinin Türkiye Türkçesine doğru geliştiğini izledik.
Gerçekçi yeni akımın en başarılı yazarlarından biri olan Orhan Kemal, Sait Faik’in öncülüğünü ettiği yalnız adamın sıkıntılarını anlatan hikaye anlayışı karşısında uzun süre, toplumcu bir başka hikaye anlayışının öncülüğünü yaptı.
Orhan Kemal dört tane büyük hikaye yayınladı. Bunlardan ilki “Murtaza” (1952), onun en başarılı, üzerinde en çok durulup konuşulan ve okunan bir eseri oldu. Fabrikanın gene kontrol muavini Murtaza’nın “vazifenin aslanı” olarak, kendini yırtarcasına çalışmasını anlatan bu eser, her şeyden çok yarattığı tiple göze çarpıyordu. Yanyalı göçmen şivesi ile konuşmaları, romana bir oyun havası veriyor, yaptığı ayak işlerini ciddiye alıp kutsallaştırıcı gülün olaylara sebep oluyor, zavallı işçilere karşı düşmanlığı ve zalimliği, çok eski devirlerden bu yana, kapıkulu olarak eğitilmiş insanların bütün sefil ve hazin kişiliklerini ortaya koyuyordu. “Murtaza”nın anlatışında bizim halkımıza yatkın gelen başarı, eserin diyalog kuruluşuna, Murtaza’nın gülünç zalimliği altındaki insanlık dramının gerçek ve acıklı manzarasını tasvir ederken, “yeni gerçekçilik” yolunun büyük ustalarından biri olarak ortaya çıkıyor, geniş çevrelerde yankı uyandırıyordu.
Orhan Kemal’in ikinci büyük hikayesi, 72. Koğuş (1953), önce küçük bir hikayeler cildinin adı olmuş, sonradan buradaki aynı addaki hikayesi genişletilerek, ikinci baskısında büyük hikaye biçimine getirilmişti. 72. Koğuş’taki Orhan Kemal’in, Adana ve İstanbul’un fakir işçi çevreleri kadar yakından tanıdığı hapishane hayatını canlandırdığını görüyoruz. Hapishanelerde yaşanan hayatın korkunç sefaletini, içine düşen insanları eğitmekten çok kaşarlanmış bir sabıkalı durumuna getiren iğrenç çevreyi, ahlaksızlık ve beşeri düşkünlüğün en alt basamağındaki pisliği bütün yönleriyle tasvir ediyor, kişilerinin çoğunu da orada yaşarken tanıdıkları arasından seçiyordu. 72. Koğuş, bizdeki suçlular çevresinin, toplum katlarının en altında kalmışların en gerçekçi tasvirlerinden biridir. Yayınlandığı yıllarda, benzeri eserlerle birlikte, bizdeki hapishane şartlarının ıslahını uyarıcı etkileri olmuştur.
Onun en başarılı hikayelerinden biri de büyük şehrin küçük adamlarının çürüyüp dökülen hayatlarının bir yanını yansıtan Küçücük (1960) adındaki eseri oldu. Bu küçük kitabında, semt kahveleri, eski mahalle tellalları, Beyoğlu’nun şüpheli yan sokaklarındaki fuhuş piyasasını ele almaktadır. Küçücük, taslak halinde kalmış bütün gevşek dokusuna rağmen, kişileri ve kuruluşu ile hayat dolu, canlı bir eserdir. Küçük bir kızın fakir bir mahalleden çıkıp, adım adım fuhşa sürüklenişinde, her yaştan erkek ve kadınların oynadıkları rolü anlatırken, bütün manevi pislik ve sefilliklerin temelindeki, asalak geçim mekanizmasının koca şehri kaplayarak işleyişini, derinliğine ve genişliğine çözümlüyor.
Onun bir diğer büyük hikayesi de Mahalle Kavgası’dır (1963). Bu son örneğin ötekiler kadar başarılı olmadığını belirtilmelidir. 1954-55 yılında, Def adındaki mizah dergisinde, 22 tefrika halinde yayınlanmıştı. İstanbullu, küçük ve dar gelirli memurun geçim sıkıntısı yüzünden kürtajcı doktorların simsarı haline gelişini, bir toplum hastalığı olarak kürtajın, başka başka nedenler altında, hem fakir, hem de zengin halk tabakaları arasında iki koldan yayılıp yürüyüşünü anlatıyordu. Babil Kulesi adı altında, birbirlerinin dil ve dertlerinin anlatılmayan, bireyleri ve grupları kopuk, kendi çıkar ve sorunları peşine düşmüş ve onun işleyiş düzenin hicvini yapmak isteyen bir roman taslağı ortaya koyuyordu. Birbirlerine sırt çevirmiş kişilerin kaynaştıkları Babil Kulesi’nin içini, çarpışan güçleri, insanların çıkar düzenleri çevresinde bağlanıp çözümlenmelerini göstermek için işe girişiyor. Temasını ve öze oturan ana düşünceyi iyi bulmuş olmasına rağmen, yazar, artık eserlerinin yapısına yıllardan beri musallat olan o ihmalci, çalakalem umursamazlıktan kendini kurtaramıyor.
Orhan Kemal’in, öncü gerçekçiler kuşağı arasında hem eserlerinin genel sayısı hem de kitap düzeninde çıkmış yirmi altı roman yayınlamış olarak, başta geldiğini görüyoruz. Romana, hikayeleriyle birlikte başlamış, kendi hayatını anlatan ilk romanlarını, cep romanı boyunda parçalara bölerek, ilk eserleri arasında yayınlamıştı. Yayın ve çalışma imkanları, büyük romana da geçen yazarın bu türdeki eserlerini üç bölümde gözden geçireceğiz: 1. Biyografi romanları sırası, 2. Adana’da toprak ve fabrika işçilerinin dünyası, 3. İstanbul’da küçük adamların hayatı.
Birinci grupta “biyografi romanları” serisinde, hayatının çok çetin şartlar altında geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarının bütün yoksulluk ve acı gerçeklerini “Babaevi” (1949), “Avare Yıllar” (1950) romanlarında anlatmıştı. O, aslında yazı hayatının ilk yıllarında bir türlü yayınlama imkanı bulamadığı “Fabrika İnsanları” adındaki büyük romanını parçalara bölerek yayınlıyordu. “Murtaza” ile “Grev” adlarındaki kitapları da büyük eserlerden koparıldığı gibi, “Cemile” adındaki küçük romanı da bunun bir parçasıydı. Orhan Kemal, bu serisinde, kendi görgü ve anılarına dayanarak, “küçük adam”ın fabrikalarda dokumacılık, muhasip yamaklığı, aylak öğrencilik günlerini, orta halli ailenin çöküşünün bir yanını anlatmakta idi. Babaevi’nin birçok parçalarını, daha önce küçük hikayeler halinde dergilerde yayınlamıştı. Bu ilk eserinde, o sıralarda edebiyatımızda bütün öncü gerçeklerin araştırmaya giriştikleri “küçük adam”ın hayatının tanımlanmasına girişiyor, düzensiz bir toplumda eziliş ve sürüklenişlerini tasvir ediyordu. Orhan Kemal’in, hayat okulunda ezilip pişerek, işçilerin ve küçük adamların yaşamlarına katılarak, kendilerini yetiştiren Maksim Gorki ve Panait Istrati soyundan yazarları izlemeye çalıştığı görülüyor. Gerçeği anlayış ve yansıtışında -belki de şartların baskısı altında- ilkinden çok ikincisini andırıyordu. Bunda yazıya girdiği yıllardaki baskı idaresinin, bu soy edebiyatının bizde o sırada damgalanmış olmasının da tesirleri vardı. Bundan dolayı “Babaevi”nde, bizdeki küçük memur ailelerinden gelen yazarlara has bir iyimserlik havası vardır. Bu hava, daha sonraları onun bütün eserlerine yer yer sinmişti. Bu küçük romanında, savaş sonrasında (1919-1925), eski düzenden kalma ailenin savrulup dağılışını, babası ile kendisinin gurbete düşmelerini, fakir insanları arasında yuvarlanışlarını, Türkiye’nin geçirdiği evrimlerin hayatı etkileyişini yansıtmaya çalışmakta idi.
Bu serinin ikinci eseri olan “Avare Yıllar”da, küçük adamın çocukluktan kurtulup, bir delikanlı olarak yaşama savaşına girişini, umutlu bir direnmeye geçtiğini görüyoruz. Birinci kitapta, toplumdaki yerini yitirmiş, sefilliğin alt katlarına düşmüş bir çocuğun başıboş yuvarlanışını anlatıyordu. Bu kitapta ise fabrika insanları arasında yerini bulmaya, onların hayat düzenlerine alışmaya ve bilinçlenmeye çalışıyordu. Burada, sınıf değiştirmeye zorlanan kişinin bocalamaları içinde olduğu, kendini orta halli insanların dünyasına bağlayan duygu, düşünce ve davranış bağlarını koparmaya çalıştığını görüyoruz. Bu çaba, onun bütün romanlarında bitip tükenmeyen bir iç çalkantı, yazarın kişiliğinden ve hayatından gelip katılan bir “leitmotif” halinde sürüp gidecektir. Onun bu romanını okuyanlar, bir dönemeci aşıp aşmamak gibi önemli bir yere gelip dayandığını anlayacaklardır. Onu, ailesine ve eski dünyasına bağlayan bağların ne kadar güçlü olduğunu ya da daha ilk eserinde rengini gösterdiği “toplumcu ve tenkitçi gerçekçilik” yolunun, yazıları ile geçinme yolunu tutturanlar için imkansızlığını, daha sonraları da sürekli olarak gösterecektir.
Orhan Kemal’in küçük adamlarının asıl bahtsızlığı eski çevresi, aldığı eğitim ve görgüsü ile içine düştüğü hayatın yabancı olması, üstelik başkaları zengin ve mutlu bir hayat yaşarlarken, bu duruma düşmüş olmanın isyanını içinde taşımasıdır. Bu eserlerde sürekli olarak karşımıza çıkan gerçek, işçilerin çetin hayatını yaşayarak para kazanmanın acı ve dayanılmaz bir iş oluşudur. Orhan Kemal’in ruhu ise, ilk görgüleri ve delikanlılığının getirdiği itenişle, işçi çevrelerinin değil, içinden kovulduğu eski ve mutlu günlerin özlemini çekmektedir. Onun roman kahramanlarının kişiliklerindeki zengin sofralara, lükse, konfora, aylak yaşayışa karşı tutkundurlar, bir rastlantı, bir yazarlık tasarlaması değildir. Daha ilk eserlerinde belli olan bu eğilim, daha sonraki romanlarında iyice ortaya çekilecektir.
“Avare Yıllar” kitabı, Orhan Kemal’in, psiko-ideolojik eğitim ve evriminin açık iddiaları ile doludur. Kendisini, aralarında yaşadığı işçilere bağlamaya, içine düştüğü dar yerden bir çıkış yolu bulduğunu göstermeye çalışmaktadır. Aslında bu kitabında, Çukurova’daki dokuma işçilerinin gelişmelerini değil, kendi işçiliğe özenişini, içinde bulunduğu halin göstermeye çalışmaktadır. Aslında bu kitabında, Çukurova’daki dokuma işçilerinin gelişmelerini değil, kendi işçiliğe özenişini, içinde bulunduğu halin yüceleştirmeye çalıştığını görmekteyiz. Öyle bir adamın oğlu olduğu halde, kendini yeni bir yola adayışını coşkun bir hevesle tasvir ediyor. Aslında Orhan Kemal, hayatına bağlı genel davranış ve duygularının olaylarla birlikte yürüyen karışık evrimini anlatabilmiş.
“Küçük Adamın Notları” biyografya serisinin üçüncü kitabı “Cemile”, “Avare Yıllar”ın bir devamı, küçük adamın karısının ilk evlilik yıllarındaki hayatıdır. Burada işçi mahallelerindeki eski imparatorluk döküntüsü kişilerin, Rumeli göçmenleri, Arap uşakları, her soydan küçük adamların, bereketli topraklar üzerine dökülen bir yığın insanın, yeni iş şartlarının ezici baskısı altında, değişik duygu, düşünce ve davranışlarını eriterek nasıl kaynaştıklarını, bütün çatışmalarına rağmen aynı kaderi, zaman zaman sıcak bir içtenlikle nasıl paylaştıklarını anlatıyor.
Üzerindeki baskı tarihi 1958’i göstermesine rağmen, 1960 yılında Ankara’da “Dost” yayınları arasında çıkan “Dünya Evi”, onun, 1956 yılında tefrika edilmiş, kitap düzeninde çıkması geç almış olan eserlerinden biridir. Birinci bölümdeki eserlerinde anlatılanlar, bu kitapta da devam ediyor. Burada, “Küçük adamın evlenmesinden sonraki” hayatını tasvir ediyor. Adana’da olsun, İstanbul’da olsun, onun kişilerinin yaşamlarında ekmekle aşkın oynadığı önemli rol anlatılıyor. Bazen ikisi arasında bir denge, bazen de biri diğerinden üstün getirilerek, romanları hep bu iki merkez çevresinde kuruluyor. Bu romanında da bu iki gücün kişilerinin hayatları oynadıkları rol anlatılmaktadır. İlk eserinde, “ekmeği, insan hayatını tayin eden bu en büyük kuvveti” başa alarak yazmak istemişti. Son eserlerinde ise artık aşkı öne almaktadır. Bunun birçok nedeni arasında önde geleni, yazarın bu soy romanlarını hep kendi hayatından çıkarmış olmasıdır. Karşımıza hep o aylak, “Babaevi” ve “Avare Yıllar”daki yakışıklı sporcu delikanlı çıkmaktadır. “Cemile” romanındaki sevdiği Boşnak kızı yanında, soyu sopu, okumuşluğu ve yakışıklı olmasıyla kasılan, mağrur delikanlı, diri vücutlu ve erkeğin kölesi Boşnak kızı da bu romanın baş kişileridir. Orhan Kemal’in romanlarının örnek tipi, “karşı durulmaz yakışıklı delikanlı”nın bütün sorunu baba ocağındaki varlıklı yaşamının anıları ile içine düştüğü işçi çevresinin düşkün yaşayışı arasında bocalaması, içinden gelen isyanı yenemeyişidir. Karısını dövmesi, çevresindekilere durmadan horozlanması, bulut gibi çöken karamsarlıklarına, patronların diş gıcırdatmalarına, işçi arkadaşlarını horlamaları, hep kendi mevkiini yitirtmiş, başkalarının yanında da yerini bulamayışındandır. Orta halli ailelerin dağılarak küçük adamları halinde gecekondu mahallerinin dağılarak küçük adamlar halinde gecekondu mahallerine dökülmeleri, bu yüzden ortaya çıkan intibaksızlıklar, büyük şehrin yüze vuran en önemli sorunlarından biridir. Bu soy küçük adamların henüz işçilikle, işçiliğin bilinci ile ancak uzaktan ilişkileri vardır. Onun bu kişilerinin gerçek yerlerini alabilmeleri için birkaç kuşak evrilmeleri gereklidir. Ama Orhan Kemal’in eserlerinde bunlar, eski ve daha üstün bir yaşama düzeninin özlemi içinde huzursuz, işçilerin davranışlarına karşı da tahammülsüz ve sabırsızdırlar. Orta hallinin üstüne karşı müraice saygısı ve kulluğu ile altına karşı acımasız ve hor görüşü, küçümseyişi, onun kişilerinin göze çarpan özellikleridir. Patronlarına karşı işçilerde bulunmayan farfara ve anarşistçe davranış, arkadaşlarına karşı da patron yamaklığından, orta hallilikten kalma bir tepeden bir bakış.
Onun romanlarının ikinci bölümünde, Adana’da toprak ve fabrika işçilerinin dünyalarını anlatan altı büyük roman vardır. Bu bölümün ilk eseri “Bereketli Topraklar Üzerinde” (1954), Orta Anadolu’daki köylerinden, sırtlarında torbaları ile Çukurova’ya inen üç gurbetçinin, fabrikalarda, tarlalarda tanımadıkları ve anlamaya çabaladıkları karışık bir iş dünyasının şartlarına ayak uydurma çabalarını anlatıyordu. Bu ilk büyük romanında ırgatların kara trenlerle Bozkır’dan Çukurova’ya akışlarını, iş peşinde dolanışlarını, günlük hayatlarını kısa ve canlı konuşmalarla verişi dikkat çekmişti. Bu kitabında çırçır fabrikalarındaki ağır çalışma şartlarını, yine işçilerinin makineler karşısında, ter ve pislik içinde uyuyakalışlarını, volanların inleyişleri ve tezgahların çelik şakırtıları arasında, oradan oraya koşuşan, gözleri pamuk tozundan çipil kızarmış, solukları körük gibi işleyen sıska işçileri uzun uzadıya tasvir ederken, romanımızı büyük bir genişliğe kavuşturuyor, okuyanların şaşırtan bir iş cehenneminden, yepyeni bir dünyadan haber veriyordu. Acemi işçiler, Bozkır’dan gelen şaşkın gurbetçilerin ejderhalar gibi soluyan şirret makineler karşısında, saf ve şaşkın bocalayışlarını anlatırken, iki çağın, geri kalmış bir çağın insanları ile bir çağın tekniğinin karşılaşmasındaki hazin ve acıklı çaresizliğini ortaya koyuyor. Ellerinde değnekleriyle pamuk tozundan sislenen bir hava içinde dolaşan ırgat başlarının, işçi çocukların kadın işçilerin, köyden kasabaya yuvarlanmış eski ırgatların, makine temposu altında titreyen yaşayışlarını anlatırken, eski roman anlatışından iyice kopuyor, sert ve keskin, küfür ve deyimlerle dolu kısa konuşmalar, kısa tasvirlerle hızlı tempolu bir anlatıma ulaşıyor. Çukurova’nın pamuk tarlalarındaki ırgatlık, fabrikalardaki işçilikten de çetindir. Kızgın güneş altında, çapada, patozlarda çalışan ırgatların hayatlarını da aynı başarı ile canlandırıyor. Bozkır’dan gelen üç gurbetçiyi Çukurova’nın işyerlerinde, ırgat pazarlarında, ayak takımının kaynaştığı yerlerde, Pehlivan Ali’nin patozlarda demet verirken parçalanışı, gurbet elde ölüp kalanlar, köyüne, evine kavuşanlar… Bu romanda çok hareketli bir üslupla gurbetçi tarım işçilerin ezilişleri tasvir ediliyor. Burada Orhan Kemal’in canlı bir anlatımla verebildiği gerçek, ırgatlar ve işçiler dünyasındaki yaşayışın sertliği, bunların hayatla güreşirken, soylu ve saf güzelliklerinin bütün pisliklerin üstüne belirmesi ve yücelmesidir.
Onun bu sıradan diğer romanları, birbirini izleyen ve tamamlayan iki eserdir: “Vukuat Var” (1958), “Hanımın Çiftliği” (1961).
“Vukuat Var” romanında “Cemile”den sonra bütün eserlerinde yer alan o canlı, güzel işçi kızı ile sevişen bir delikanlı, “Arap uşağı” dedikleri esmer bir genç vardı. Bu delikanlıyı eserinin başlıca kişilerinden biri olarak seçtiği, gerekli bütün güzel ve olumlu nitelikleriyle tasvir ettiği halde, 1954 seçimleri sırasında Dünya gazetesinde tefrika edilirken, “Vatandaşlar arasında soy ve mezhep ayrılıklarının tahrik ettiği iddiasıyla” saldırılara uğramıştı. Bir yazar ve bir romanın adı, bizde ilk defa seçim çekişmelerine karıştırıyorlardı. Dünya gazetesi, bu suçlama kampanyasına karşı koymuş, tefrikanın ardını kesmemişti. Ama romanın ikinci bölümü olan “Hanımın Çiftliği” de ancak, Vatan gazetesinde yayınlanabilmişti. Yazılıp tefrika edildiği sıralarda, eserin başına gelen bu işler, romanın bir köşede beş yıl küflenmesine, Orhan Kemal’in de “Bu sert ve toplumcu gerçekliğe giden yoldan” ayrılarak, tepki uyandırmayan piyasa romanları anlatımına yönelmesine sebep olmuştu.
“Vukuat Var”, konusu Adana’nın işçi mahallelerinin yaşayışından alıyor. Balkanlardan çeşitli tarihlerde gelip kat kat yığılmış göçmenler, Alasonyalılar, Yanyalılar, Boşnaklar, Giritliler, Mehmet Ali Paşa ordusu kalıntısı Arap uşakları, Doğu Anadolulular… Bunların birleşmesinden Orhan Kemal’in Adanalıları çıkıyor ortaya. Orhan Kemal, bu çevredeki etnik grupları, ayrı zümreleri, bunların birlikte yaşamalarından oluşup beliren bölgenin ortak niteliklerini birleştiren “yeni insan”ı ortaya koymaya çalışıyor. Bugün değilse bile yarın, bu zümreler, Orhan Kemal’in romanlarında anlatılan yaşama şartları altında kaynaşacak, zümre adları silinip gidecek, eski nitelikler yeni kuşaklarda birer renk halinde sürecek. Kürt Cemşir’in, Boşnak karısından olma kızı Güllü ile Arap uşağı Kemal’in evlenmelerine karşı çıkan zihniyet, yarın elbette mevcut olmayacaktır. Bu roman, bir bakıma, bu bölgelerdeki zümre farklıklarının bir arada yaşamı ile silinişi evriminin başlangıcını anlatıyor. Kuruköprü’deki Berber Kürt Reşit dükkanını, işçi mahallerindeki kerpiç evleri, yakın bostanlardaki huğları, roman kişilerinin sık sık uğradıkları küçük meyhaneleri çok yakından tanıyor. Onun kişileri, işlerini ve kavgalarını bu meyhanelere getirir, orada çözerler. Kavgaları ve dostluklarının başı ve sonu oraya bağlanır. Gecenin geç saatlerinde kapı diplerinde nara salan afili delikanlılar, erkek yumruğu altında mest ve mutlu, beş çocuk doğurduktan sonra bile hala güzel kalan işçi kadınlarının kaynaştıkları bir hayat var bu romanda.
Orhan Kemal, bu romanını, birbirine karşı iki takım insan arasında kurmuş. Bir yanda Berber Reşit, Kürt Cemşir, onun şımarık oğlu Hamza, ırgatbaşı Mamo, bunların karşısında Cemşir’in kızı Güllü, Arap uşağı Kemal ve onların ardında çalışarak ve birbirlerini severek yaşama çabasında bir yığın insan… Dört karılı, yirmi çocuklu, erkek güzeli Mankafa Cemşir’in, gençliğinde kadınların keyif aleti olarak, sonra onları sömürerek giden asalak yaşayışını anlatırken, romanına yer yer bir epik havalanış gelmekle birlikte, “Murtaza” ölçüsünde bir tip tanımlamasına da ulaştığı görülüyor.
Orhan Kemal’in küçük adamlarının hayat çizgilerinin bir ucunda ekmek diğer ucunda aşk vardır. Bu romanında, ekmeği ikinci plana alarak, aşka yönelmiştir. Bu durum, onu, bilerek, daha ılımlı, daha ölçülü bir gerçekliği götürmüştür. Ayrı zümrelerden, denk sayılmayan, sevdalıların karşılarına dikilen engellerle savaşarak, birbirlerine kavuşmaya çabalamaları, “ayrılık ya da ölüm”le karşılaşmaları, bu romanda, halkın edebi seviyelerine uygun bir düzende anlatılıyor. Arap uşağı Kemal’in sevgilisini savunurken öldürülüşü, temaya uygun bir düzende tasvir ediliyor. Orhan Kemal, halk edebiyatında çok kullanılan temler, motifler ve teknikten yararlanıyor. Bizde eskiden beri zalim baba ve anaların engelledikleri, hasretli, ölümlü, gurbetli aşk hikayeleri, halk hikayeciliğimizin en sevilen kolu idi. Bu romanı ile bu eski tekniği yeniden değerlendirişi olumlu bir hareket olarak çıkıyor.
Orhan Kemal, romanlarında anlatım yerine, diyaloğu hakim anlatım unsuru olarak kullanıyor. Diğer anlatım unsurlarının bağlanışlarını zayıf bırakıyor, bir yandan eserine hızlı bir tempo kazandırırken, dağınıklığa da düşüyordu. Bu romanında eski bir hikaye tekniğini kullanarak, bu kusurlarını önlemeye çalışmıştır. Bu romanında, eski hikayecilik tekniğinden gelen bir başka özellik de bölümlerin birbirlerine zincirleme bağlanışlarıdır. “Aslı’yı burada koyalım. Bakalım, dertli Kerem’in gurbet yollarında başına neler geldi?” Orhan Kemal, aynı teknikten romanlarının bölümlerindeki geçişlerde rahatça, ustaca yaralanmıştır. Yazar, dört ayrı hayat çevresini bu yoldan birbirlerine bağlayarak, hızlı bir tempoyla yürütür. 1. Berber Reşit’in dükkanı ve çarşı meyhanelerindeki esnaf ve kabadayıların yaşayışları, 2. Kenar mahallelerdeki kadınların dünyaları, 3. Yakın köy ve çiftliklerdeki hayat, 4. Büyük şehirlerde yakın bostanlardaki göçmenler ve Arap uşaklarının dünyaları. Bunlar, ayrı ayrı daireler halinde geliştirerek, birbirlerine bağlanıyor, romana zengin ve güçlü bir manzara veriyor.
“Hanımın Çiftliği” (1961), birinci bölümündeki Arapuşağı Kemal’in öldürülüşü ve kardeşi Hamza’nın hapishaneye düşmesi üzerine, Güllü kızın çiftlik Muzaffer Bey’in yeğeni Zaloğlu ile evlenerek çiftliğe gitmesi ile başlıyor. Orhan Kemal’in, içinde yaşanarak öğrenilmiş gerçekleri anlatmaya yeten üslubunun, bütün gücünü eski gözlemlerinden alan eserlerinin, artık ilk örneklerindeki canlılığı yitirmeleri, bu eseri ile iyice belirmeye başlıyor. “Hanımın Çiftliği”ndeki hayat, diğer eserlerindeki kadar canlı ayrıntılar işleyerek anlatılmamış. Bu roman, baştan ayağa, yolunu şaşıran, aşkını satmak zorunda kalan kadının hayattan öcünü alışını, çiftlikte ve köydeki azgın dişilik serüvenini tasvir ediyor. “Hanımın Çiftliği” alabildiğine bir olay kalabalığı içinde yuvarlanan bir serüven romanı, benzerleri pek çok olan bir masa başı tasarlanışıdır.
“Eskicinin Oğulları” (1962), Adana’da toprak ve fabrika işçilerinin dünyalarını anlatan ikinci bölümdeki eserlerinden biridir. Tarımın makineleşmesi, toprak ürünleri fiyatlarının yükselmesi, köylülerin büyük şehirlere akını, iktisat ve toplum evriminin hızlanması üzerine, artık yerlerini koruyamayan orta halli ve küçük sanat erbabının, küçük toprak sahiplerinin çözülüşlerini kendine has bir açıdan anlatan Orhan Kemal’in, bu çeşit konularda kendini rahat ve başarılı bir yolda bulduğu artık iyice belirmiştir. Elimizdeki eserlerine bakılınca, onun, 1935-1960 sonrasında hızla yerlerini kaybeden, bir bölümü de gecekondu mahallelerinin karanlık sefaletine yuvarlanan, sert bir tasfiyeye uğrayan, bizim toplumun eski temel unsuru “orta halli” ailelerin hayatlarını tasvir eden bir romancı olduğu meydana çıkıyor.
Diğer romanlarında daha çok bol olaylı konulara, belirli toplum sorunlarına yönelen Orhan Kemal, bu romanında daha sağlam ve olumlu bir yol bulabilmiştir. Kalabalık bir esnaf ailesini, topal eskici ve oğullarını ele almıştır. Trablusgarp Savaşı’ndan bir bacağı eksik dönen eskici, değişen şartların baskısı altında, eski dükkanlı tezgahlı, kalabalık ailesini yaşayıp sürdüremez. Ezilir; pamuk tarlalarında yokluğun son basamaklarına kadar yuvarlanır. Burada, diğer romanlarında bulunmayan, kişilerinin yerini bulmuş yaşamalarından gelen canlı bir anlatım vardır. Yaşlı ve topal eskici, eski varlıklı baba ocağını unutamaz. Düştükçe, özlemi çoğalır. Oğul ve torun kalabalığı karşısında eski gücünü yitirir. Babaerkil ailenin töreden kalma gülünç bir kuklası haline düşer. Bütün ailesinin, çoluklu çocuklu, pamuk tarlalarında sıtma ve sineğin pençesinde kıvrandığını seyreder. Düştükçe birbirlerine sarılan açlık ve sefaletten döküldükçe birbirlerinden ayrılmayan on kişilik ailenin, gökle yer arasında olup bitenlerin nedenlerini anlayamayan Eskici’nin önüne birer bilmece gibi dikilişleri, özün gereklerine uygun düşen bir ustalıkla anlatıyor. Orhan Kemal’in son yıllarında yazdığı en başarılı bu oldu.
“Kanlı Topraklar” (1963), onun “Çukurova” serisinin beşinci romanıdır. 1934 yıllarının Çukurova’sında, bereketli topraklar ve fabrikalar çevresinde, altta ezilen işçi ve ırgatlar kalabalığının üstünde yuvarlanan, birbirleriyle dalaşarak palazlanan tilki soy kurnaz iş adamlarının amansız, çetin, kanun ve töreden yoksun savaşlarını anlatmaktadır. Bu romanın baş kişisi Topal Nuri, fabrikalardan birinde küçük bir katip iken, kurnazlığı sayesinde bütün karşısına çıkanları yenmiş, fabrika sahibine damat olmuştur. Sıra bereketli topraklara el atmaya gelmiştir. Bu yeni zenginler, henüz endüstri çağının gerektirdiği evrime ulaşamamıştır. Türkiye’nin yapısındaki eski oluşum çok yavaş yürüyen bağlantılardan kopamamış, zenginliğe talan ve dalavere yolundan atlamış, hasta ve dengesiz bir düzenin kişileridir. Gözleri henüz geleneğe bağlı, temel iş sayılan toprakta, toprak ağalığındadır. Onlar için asıl mal topraktır. Fabrikatör kayınpederi Nedim Ağa ile damadı Topal Nuri, “zilyed işgal” altındaki topraklarda dört elle sarılan köylüleri yerlerinden söküp atamazlar. Fabrika ve pazar dalavereleriyle yükselen fabrika ağaları, Adana’nın yağlı topraklarına sımsıkı yapışmış, köylülerle çatışınca, yenik düşerler. Buradan Orhan Kemal, bizdeki toprak kavgalarının hangi yerde çetin ve amansız olabileceğini göstermek istemiştir. Ama romanın bütün ağırlık noktaları, Katip Topal Nuri’nin zenginlik ve ağalığa ulaşmak için yaptığı, sürekli kavganın basamak basamak tasvirine dayanıyor. Adım adım yürüyen namussuzluk ve sömürünün kadın, erkek, çocuk, işçi, küçük memur, köylü ve kentliyi, sel önüne katılan moloz gibi nasıl alıp sürüklediğini anlatıyor. İş hayatında yükselenlerin fabrikalara, zenginliğe, yavaş yavaş iktidara yönelenlerin, ortaya çıkış, yürüyüş ve başarılarında ne ölçüde pis olabileceklerini, kurdukları aile, yaşadıkları hayat, bütün çevreleri ile ne soy düşkünlük içinde olduklarını tasvir ediyor. Bütün bunları kucaklayan düzenin temelde nasıl işlediğini, bu soy gelişmelere nasıl yol açtığını göstermiyorsa da yüzeyde neler olup bittiğini, genişliğine ortaya koyabiliyor. Romanın kuruluşunda ve unsurlarında bir ayrılık olmamakla birlikte, toprak ağalığında olsun, fabrika patronluğunda olsun, gitgide ortaya dökülen gerçeklerin altındaki büyük sorunlardan bilerek ya da bilmeyerek uzak kalmıştır.
Onun üçüncü bölümdeki romanları, İstanbul’un kenar mahallerindeki işçilerin çeşitli bölgelerden ve Rumeli’den İstanbul’a sığınmış aşağı tabaka insanlarının yaşama ve intibak savaşlarını, bu yoldaki çatışmalarını tasvir ediyor. Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, Orhan Kemal’in bu gruptaki romanları, diğer iki gruba göre, çalakalem yazılmış, taslak niteliğini aşmamış eserlerdir. Bunların masa başında, gerekli araştırma ve çalışmalardan yoksun olarak tasarlama yolu ile yazdıkları ilk bakışta görülür. Bu sıradan romanların altı tanesi kitap düzeninde çıkmış bir tanesi de gazetelerde tefrika halinde kalmıştır.
“Serseri Milyoner”de (1957), zengin çevrelerde, aylak insanların dünyalarında, mirasyedilerin aşk ve tembellik içinde geçen günleri, barlara düşen bir genç kızın hayatı anlatılır. Sinema senaryosu haline getirilmeye uygun, akşam gazetesi okuyucularının seviyelerine göre küçük bir serüven romanı idi bu.
Büyük şehirlerde küçük adamların hayatlarına yönelen bu bölüme giren iki romanlık bir başka serisi de “Suçlu” (1957) ile onun devamı olan “Sokakların Çocuğu” (1963) dur.
“Suçlu” romanında, son yıllardaki ilgi çekici bir konu olarak edebiyatımıza yerleşen suçlu kişileri ele almaktadır. Batı dünyasının bilim ve edebiyat alanlarında çok eski bir geçmişi olan “suç ve onun toplumdaki kaynakları” teması, ancak 1950-60 yılları arasında bizde konuşulup yazılmaya başlandı. Adnan Veli’nin ünlü “Mapushane Çeşmesi” (1952) romanından sonra, Orhan Kemal, bu konuda ilgi çekici bir büyük hikaye yazmıştı: “72. Koğuş” (1954). Söyleyeceklerini bu kitabı ile bitiremeyen yazar, adı geçen eseri ile daha ilgi çekici bir soruna yöneliyor. Bu artık hapishanelerden derlenmiş yalın bir eser değil, suçluluk konusunda daha genelleşmeye gitmek isteyen, bir soy suçluluk üzerine daha derinleşmeye ve araştırmaya yönelen bir eser.
Hapishanelerdeki “Sübyan Koğuşları”nı dolduran çocuk suçlular üzerine son yıllarda pek çok kitap yayınlanmış, doktorlar, eğitimciler, hukukçular araştırmalar yapmışlardı. Orhan Kemal, bu konuya bir romancı görüşü ile girmiştir.
Suç işleyen çocukla sabıkalı bir büyük arasında, cezanın infazında, fark gözetilmesini ısrarla isteyen birkaç araştırmacının dışında, sorunu yakından bilen ve ilgilenenlerin çok olduğu iddia edilemez. Bu çok önemli sorunu geniş çevrelere duyurmakta edebi eserlerin, romanların büyük etkileri olmuştur. Çocuk suçluların acıklı dünyalarını, bilgisizliğimiz ve tedbirsizliğimiz yüzünden, bunların ne kadar çabuk çoğaldıklarını göstermeye çalışan bu romanın, sanat amacından başka faydalı olmaya da çalıştığı göze çarpıyor.
Çocuk suçluluğunun genel nedenleri olarak –araya başka motifler karıştırmakla birlikte- irsiyetten gelen karakter bozuklukları, aile ve mahalle çevresindeki bozukluklar, büyük şehirlere has suçlu çevrelerin kontrolsüz bırakılışları, sefalet, bunların bir sonucu olarak çocukla çevre arasında zincirlere uyuşmazlıkların getirdiği kompleksler gösterilebilir. Yazar, önce ele aldığı sorunu bütünü ile araştırma, tıbbın, hukukun, sosyolojinin bu alandaki bilgilerine baş vurma gereğini duymadan, yön verilmemiş kaba bir gözlemle işi çözmeyi düşünmüştür. Gerçekçi bir yolda, hele toplumcu bir gerçekçilik yolunda yürümeye niyetlenince, bilimin kendi yoluna getireceği aydınlıktan vazgeçmesi, eserin kuruluşuna daha başlangıçta bir sakatlık getiriyor. Şimdiye kadar çok iyi bildiği kişileri ve çevreleri tasvirci gerçekçi bir yoldan anlatmıştı. Böyle dar, hele kişileri bilim açısından iyice belirlenmiş bir alana gelince, anlatımda sandığı kadar başıboş kalmayacağını bilmesi gerekirdi. Hele yazar, başka konulardaki çalışmalarını bir alışkanlık haline getirmişse, bu gibi konulara ihtiyatlı girmesi gerekirdir. Çocuk suçluluğu üzerine bütün bilgisini Jean Frede’nin Türkçeye de çevrilmiş “Delilik” adındaki küçük el kitabından almakla yetinmiştir. Bu kitabın “paranoia” yapısını tarif eden, tasvirini yapan, paranoia yapısını meydana gelişinde aile ve çevresinin etkilerini gösteren, paranoiaların uygulamaya geçiş aşamasındaki hülyalarının tasvirini yapan sayfalardan romanın temel düşüncesini çıkarmıştır. Seçtiği çocuk suçlu Cevdet’in ruh çizgilerini, davranışlarını, ancak eserin sonunda bu kitabın tavsiyelerine uydurmaya çalışmıştır. Romancıların kişilerini anlatırken, bilim eserlerine baş vurdukları ve yararlandıkları çok görülmüştür. Lakin bu durum, Orhan Kemal için zararlı olmuş denilebilir. Suçlu çocuk tipini ele alırken, kendine yardımcı olarak seçtiği o küçük kitabın anlattıkları üzerinde yeteri ölçüde durup düşünmeden kendi gördüklerinin kitaptaki bilgilere uygunluğu ile yetinmiştir. Paranoialı Cevdet’i suça götüren başlıca nedenleri ile aile ve mahalle çevresinde derlemiştir. İrsiyetin çocuk mizacı üzerindeki yansımalarını, ergenlik çağına doğru giden bir paranoialılardaki cinsel kıpırdanış ve yönelişlerin tasvirini yapmamış, üstelik, kitabında, bu konudaki rastgele dağınık duran ayrıntıları bile bu temele bağlanmamış. Cevdet’in üvey ana karşısındaki çetinliği, baba ile genç karısının göz önündeki halleri, kızlar yanındaki efelikleri, sonunda hapishanedeki cinsel sapıklıklar karşısındaki davranışı üzerinde söyledikleri, yazara yeten ölçüde fırsatlar verdiği halde, çocuğun suça gidişindeki ruhi gelişme ve davranışının açıklanmasında, bunları bütüne bağlanmaktan kullanmaktan uzak duruşu, şaşılacak bir durgunluktur. Orhan Kemal, burada beden yapısındaki değişimlerin, cinsel kanaldan geçerek paranoia taşkınlıklarına nasıl dönüştüğünü gösteren zincirleme oluşumun farkında bile olmamıştır.
Cevdet’i içine alan toplum çevresini, Unkapanı ile Ayvansaray arasında Cibali yakınlarında bir yer olarak alıyor. Yazarın kendi mahallesidir bu. Sosyal psikoloji araştırmacılarının “suçlu mahalle” dedikleri, içinde yaşayanları hele Cevdet soyundan olanları suça götürmekle başlıca rolü oynayan mahalleyi tasvir edebilirdi. Ele aldığı tipin suça yönelmesinde, bu mahallenin tanıtılması, çok gerekli olan bir şeydi. Halbuki bu eserde Cevdet’in mahallesi bir suçlu mahalle değildir. Bütün gücü ile ayakta duran, toplum ilgileri, moral baskıları uyanık, az çok birbirlerine destek olabilen, birbirlerine tanıyanların bir araya geldikleri, eski törelerden kopmamış bir eski İstanbul mahallesidir. Cevdet’in mahallesinde ona düşman olanlar- bir paranoilının çevresi düşmanlarla sarılıdır- üvey anne ile birkaç çocuktur. Mahallenin onu suça iteleyişi söz konusu ile değildir. Bir paranoiak çatışmalara, kavgalara kendi mahallesinde girer. Mahallesinde her şey, onu bu yola iter. Bir öksüz çocuğun her halini dikkatle gözleyen, ailesinin ondan esirgediğini vermeye çalışanların bulunduğu bir mahalle, asi ruhlu bir çocuğun suça yönelmede staj göreceği uygun bir çevre değildir. Üstelik Orhan Kemal’in anlattığı mahallede, Cevdet’e benzer bir ikinci paranoia yetişmez. O halde çevrenin suç üzerindeki etkilerini gösterirken, ailenin etkileriyle yetiniyor. Oysa mahalle, suçluyu hem iteleyip eğitecek hem de onunla çatışacaktır. Burada kadınlı erkekli herkes ona acımakta, suçu başkasında bulmaktadırlar. Cevdet’in hapishaneden çıktıktan sonra da mahallesine dönmesi de toplumda onu tutan çevrenin varlığını ortaya koymaktadır. Yazarın temel düşüncesinin iyice belirlenmesi için Cevdet’in çevresindeki bu desteklerin kaldırılması gerekirdi.
Bütün bunlara karşılık, yazarın çok başarılı olduğu bir yön de yok değil. Çocuk dünyasını iyi biliyor, büyük şehirlerde Cevdet soyundan gelen çocukların yaşadıkları başıboş hayatı iyi tasvir ediyor. Paranoialı tipin musallat hülyalarını, gururunu, aşktaki saplantılarını ayrıntılarına kadar biliyordu. Kovboy filmlerinin küçük ruhlar üzerindeki etkilerinin derinliğini gösteren, eseri baştan başa saran, her zora gelişte Cevdet’in ruhunda şahlana bu hülya, eserin en başarılı yerlerini, Paranoiaların gelişmesinde, çetin çocukların ortaya çıkışlarında, kitaplara geçen genel nedenlerin yanında, her memlekete has özel şartlar ve nedenler de vardır ki, aşırı futbol merakı ve kovboy filmlerine düşkünlük bize has olanlardandır. Orhan Kemal, bu iki önemli motifi pek güzel birleştirmiştir. Bir sanatçı önsezisi ile eserinde, Cevdet’in kişiliğini belirlerken, onu bir ruh hastası olmaktan çok, bir dengesiz olarak ediyor ki, bu, gerçeklere de uygundur. Paranoialılar, eziyet görmüş, mağrur, öfkesi burnunda, haksızlığa isyan etmeye hazır, hak arayıcı, kıskanç ve intikamcıdırlar. Daima kaçmayı kurar, aile, okul, iş disiplinine ayak uyduramazlar. Orhan Kemal, Cevdet’te bütün nitelikleri gösterdiği halde, en önemlisini belirlemekten kaçınmıştır. Cevdet’le, paranoialılar en ayırıcı niteliği sayılan işten kaçma yönü yoktur. Cevdet, işten kaçmaz, okula gitmek ister ve disipline yatkın yönleri vardır. Oysa Cevdet, gelişen bir dengesizdir. Bu dengesizliğin bir kaynağı vardır. Lakin romanda ortaya çıkan belirtiler, yazarın onu koruma çabasında olduğunu gösteriyor. Kişisine suça yönelmiş bir paranoia durumu yüklediği halde, farkında olmadan onu olumlu çizgilerle donatmaya girişiyor.
Ortaya koyduğu ana düşünceyi sürdüremiyor. Hele Cevdet’in suça doğru gidişini bir yerde durdurup eserine bir serüven havası vermesi, çocukları hapishaneye düşüren nedenlerin bir tesadüften ibaret olduğunu, bu durumda bile onlarla dışarıda ve hapishane içinde ilgilenilen koruyucuların bulunduğunu, çocukların kolaylıkla suçluluktan kurtulabileceklerini anlatmaya başlıyor. Halbuki bilim de gerçek de bunun aksini gösteriyor. Yazarın kişisini her adımda koruması, hapishaneden bozulmadan kurtarması, kurduğu roman yapısı ile tam bir çelişme halindedir. Orhan Kemal, kişisini o kadar seviyor ki, suç işlemesine, bozulmasına razı olamıyor. Romandaki ayrıntılar içinde Cevdet’in içgüdüsel ve cinsen davranışları sergilenmiş duruyor. Kendisini hapishaneye düşüren, babasının ölümüne sebep olan sevgilisi ile kaçıp sonunda hastaneye düşen üvey anasına karşı Cevdet’in ruhunda birdenbire uyanan acımayı, yazar, kurcalamaya yanaşmıyor. Halbuki çetin ve haşin davranıştan acımaya geçişte, Cevdet soyundan bir dengesizin cinsel kompleksler içinde kıvrandığı belli olmaktadır.
Büyük ve yepyeni bir romanın malzemesini derlediği halde, yapıyı kuramıyor. Büyük romana yönelirken çabaları, onu, en sonunda çalakalem yazılmış bir tefrika romanına ulaştırıyor.
“Devlet Kuşu” (1958) romanında, İstanbul’un fakir işçi mahallesindeki “Avare Mustafa”nın serüvenini, işçiyle serseri arası, kadınlı erkekli bir kalabalığın gündelik yaşayışını anlatıyor. Bunlar aslında orta halli hallerde tutunamamış, ama henüz işçi de olamamış, çalıştıkları her yerde aylaklığın, bol paralı rahat yaşamının özlemini çeken, bu yolda suç bile işlemeye hazır insanlardır. Sürekli bir evrimin çalkantıları içinde, toplumun alt tabakalarına dökülen tortu insanlardır. Hepsi de küçük çatışmalarla uzayıp giden kapkaç bir yaşamı sürdürürler.
Onu bu bölümde çok silik kalmış, adı duyulmamış bir başka romanı da gelin-kaynana kavgalarını anlatan “El Kızı” (1960) adındaki romanıdır. Bu romanında insan ilişkilerini hep o eski bilinen şehvet, kıskançlık, küçük çıkarlar, kaba duyguların şahlanışı açısından ele alıyor. O eski klişeleşmiş “halk romanı” havasına yöneliyor. “Gurbet Kuşları” (1962) adlı romanında köyünden ve toprağından kopmak zorunda kalanları, 1950-60 yıllarında İstanbul’daki imar çalışmalarının hızlandırdığı iç göçünü anlatıyor. Büyük yağmanın ancak son döküntülerine yetişebilen, İstanbul’un köhne hanlarına, gecekondu mahallerine sığınan, ırgat komisyoncularının pençelerinde sömürülen, dev şehrin insanları ve hayatı karşısında afallayıp kalan “Gurbet Kuşları”nın romanı. Sonra bu işlere karışan, talanı düzene koyan parti kodamanları, kimlikleri roman sayfalarında iyice sırıtan birkaç ünlü politikacı onlara yaslanan vurguncu çevreler… Gurbetçi köylünün alttan yukarıya doğru büyük şehrin bütün çevrelerinde hızla çürüyüşü… Orhan Kemal, çok karışık unsurlara dayanan bu romana derli toplu bir kılık verebilir, bu “köyden kopuş, büyük şehri köyleştirme” oluşumunun bir yanını inceleyebilirdi. Katma ve genişletme çabasıyla yapıyı iyice karıştırmıştı. Bir yandan köylünün şehirde tutunmaya çabasını anlatmaya çalışırken, öte yandan köylüyü bu hali ile sömürmeye uğraşan vurguncu mekanizmasının hikayesini anlatıyor. Şehrin saran gecekonduların kuruluşlarına kadar dayanan geniş, dallı budaklı bir mahşerin içine giriyor.
Böylece Orhan Kemal’in, her şeyden çok üçüncü bölümdeki romanlarında, hem toplumun alt katmanlarında hayatı anlatmak hem de bu yaşamlardaki acı ve sert gerçekleri yumuşatarak, kurtuluşu insanların cevherlerindeki kişisel direnme gücüne bağlayarak, olumlu ve mutlu sonuçlar çıkarmak yolunu tuttuğu, canlı ve değişik hayatları anlatan bir tasvirci gerçekçiliğe bağlandığı görülmektedir.
Orhan Kemal’in bu üç kategoride toplanan romanlarından hepsi burada söz edilmedi. Lakin geriye kalanların hepsi üzerinde söylenecekler yukarıda özetlenmiş, esasları üzerinde durulmuştur. Burada sözü edilemeyen on roman çoğunlukla üçüncü gruba dahil olup, her birisi daha önce yazılmış olan eserlerin devamı niteliğindedir.
ESERLERİ
Öykü:
- Ekmek Kavgası, İst.: Varlık, 1949
- Sarhoşlar, İst.: Varlık, 1951
- Çamaşırcının Kızı, İst.: Yeditepe, 1952
- Grev, Ank.: Seçilmiş Hikâyeler, 1954
- 72. Koğuş, İst.: Ekicigil Mtb., 1954
- Arka Sokak, İst.: Yeditepe, 1956
- Kardeş Payı, Ank.: Seçilmiş Hikâyeler, 1957
- Babil Kulesi, (mizah öyküleri) İst.: Düşün, 1957
- Serseri Milyoner, (uzun öykü) İst.: Ekicigil, 1957
- Dünyada Harb Vardı, İst.: Ataç, 1963
- Mahalle Kavgası, (uzun öykü) İst.: Pınar, 1963
- İşsiz, İst.: Barış, 1966
- Önce Ekmek, İst.: Yeditepe, 1968 (Bütün öyküleri şu kitaplarda toplandı: Yağmur Yüklü Bulutlar, Ank.: Bilgi, 1974
- Kırmızı Küpeler, Ank.: Bilgi, 1974
- Oyuncu Kadın, Ank.: Bilgi, 1975
- Serseri Milyoner / İki Damla Gözyaşı, Ank.: Bilgi, 1976)
Roman:
- Baba Evi, İst.: Yeditepe, 1949
- Avare Yıllar, İst.: Varlık, 1950
- Cemile, İst.: Varlık, 1952
- Murtaza, İst.: Varlık, 1952
- Bereketli Topraklar Üzerinde, İst.: Remzi, 1954 (genişletilmiş yb 1964)
- Suçlu, İst.: Remzi, 1957
- Devlet Kuşu, İst.: Düşün, 1958
- Vukuat Var, İst.: Remzi, 1958
- Dünya Evi, Ank.: Dost, 1958
- Gâvurun Kızı, İst.: İbrahim Gezer, 1959
- Küçücük, (uzun öykü) İst.: Varlık, 1960
- El Kızı, İst.: Ak, 1960
- Hanımın Çiftliği, (Vukuat Var’ın sonu) 1961
- Eskici ve Oğulları, İst.: Ak, 1962 (yb Eskici Dükkânı, İst.: Cem, 1970)
- Gurbet Kuşları, İst.: Varlık, 1962
- Sokakların Çocuğu, İst.: Altın Kitaplar, 1963
- Kanlı Topraklar, İst.: Remzi, 1963
- Bir Filiz Vardı, İst.: Varlık, 1965
- Müfettişler Müfettişi, İst.: Varlık, 1966
- Yalancı Dünya, İst.: Ağaoğlu, 1966
- Evlerden Biri, İst.: May, 1966
- Arkadaş Islıkları, 1968
- Sokaklardan Bir Kız, İst.: Ülkü, 1968
- Kötü Yol, İst.: Öncü, 1969
- Üç Kâğıtçı, İst.: Tekin, 1969
- Kaçak, İst.: Altın Kitaplar, 1970
- Tersine Dünya, İst.: Yön, 1986
Oyun:
- Orhan Kemal’in doğrudan doğruya oyun olarak yazdığı tek yapıt 1965’te Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen İspinozlar’dır (3 perde, İst.: Varlık, 1965); daha sonra Yalova Kaymakamı adıyla sahneye konmuştur. Ayrıca öykü ve romanlarından uyarlanarak sahnelenen dört oyunu daha vardır: 72. Koğuş; Bekçi Murtaza; Eskici Dükkânı; Kardeş Payı. Anı: Nâzım Hikmet’le Üç Buçuk Yıl, İst.: Sosyal, 1965. Röportaj: İstanbul’dan Çizgiler, (çizgiler F. Öngören) İst.: Sinan, 1971.
Çocuk Kitabı:
- Küçükler ve Büyükler, İst.: Ant, 1971
İnceleme:
- Senaryo Tekniği ve Senaryoculuğumuzla İlgili Notlar, 1963.
ESER ÖRNEKLERİ
BEREKETLİ TOPRAKLAR ÜZERİNDE’DEN (1952)
“Bozkırda esen sert ve kupkuru bir rüzgar (Ç…) köyünü önüne katmıştı.
Gök bakır rengindeydi, yer kül renginde. Alıcı kuşlar daireler çizmekteydi. Yakınlarda bir leş olmalıydı.
Bir adam, uzun boylu, zayıf bir adam, elinde tahta köyün yolunu tutmuştu. Lacivert şayak ceketinin yakasını kaldırmış, başını omuzlarının arasına çekmiş, öne doğru hafifçe eğmişti.
Yürüyordu. Geniş adımlarla köye doğru yürüyor, tam karşıdan vuran rüzgara rağmen, yürüyordu.
Kulakları, burnunun ucu, bavulun demir sapını tutan kemikli eli buz kesilmişti. Fakat, o bütün bunların farkında değil, yürüyor, ne bakır renkli gök ne yanmış cılız otlarıyla bozkır ne de daireler çizip duran alıcı kuşlar ve sert rüzgar…
Yürüyordu. Elinde bavulu, adım adım yaklaşıyordu köyüne, Çukurova’yı o icat etmişse, adamları o öldürmemişti ya.
Yürüyordu.
Elinde bavul, sırtında yeni urba, ayaklarında potinleri, başında, etiketi hala üzerinde, yepyeni, kasketi ve kopçalı sarı kurşun kalemiyle yürüyordu. Köse Hasan’ın karısı, kızı, Pehlivan Ali’nin anası, kahveci Idıbıdıgil, Topsakal’ın oğlu, bakır renkli gök, bozkır, daireler çizen alıcı kuşlar ve düz, dümdüz ovada kurşun gibi esen rüzgara inat, yürüyordu.
O yürüdükçe, köy, sert ve buz gibi rüzgarın önünde kaçıyor, dümdüz ovada kayar gibi uzaklaşıyordu sanki.
Fakat yürüyordu. Kulaklarında parçalanan rüzgara rağmen, alnındaki ter taneleri çoğalıyor, adımları hızlanıyordu.
Birden köpek sesleri çalındı kulağına, aşina olduğu sesler. Sevindi. Boş eliyle burnunun bir deliğini tıkayıp öbür delikten var kuvveti ile hıhladı, elini ayak külotuna sildi, kasketini düzeltti.
İliklerine kadar gururla doluydu. Hasan Ali?
Evet ama onları da öldürmemişti ya!
Kerpiç huğlardan ibaret köyün bir ucundan girdi.
Tek hareket yoktu. Fırtınaya dönmekte olan rüzgar huğların duvarlarında parçalanıyor, sonra öfkeyle derlenip toplanıyordu.
Birden kırmızı bir horoz, bembeyaz bir tavuğu kovalayarak, önünden yıldırım gibi geçti.
Adam gülümsedi.
Bir köpek, birkaç tavuk, yorgun iki öküz… Nihayet tek tük insanlar. Çeşmede ince, uzun belikli kız çocukları bakraçlarına su doldurmaktaydılar. Eli bavullu adama hayretle baktılar. Birden tanımayamamışlar, yadırgamışlardı. Neden sonra ufacık bir kız çocuğu:
-Bubam!
Diye bağırdı, bakracını bırakıp, ince parmaklarının bütün kuvvetiyle koşarak, huğların arasından kayboldu.
Eve nefes nefese geldi.
-Bubam geliyor ana bubam!
İki oğlan odanın alacakaranlığında boğuşmakta, paçavralar içindeki kupkuru anaları da kirmenle yün eğirmekte idi.
Bir anlık şaşkınlı, sonra:
-Buba, bubamız geliyor!
Çocuklar karşılamaya koştular. Kadın örtüsüne tekrardan, iyice bürünüp kalktı, kapıya çıktı.
Geliyordu sahiden de. Peşinde bir alay çocuk. Çocuklar bayram sevinci içinde, görgüsüz, şaşkın ve zavallıydılar.
Kerpiç evin kapkaranlık kapısı bavullu adamı yutup, kapı kapanınca, dışarıda kaldılar.
Büyük, çok büyük akla durgunluk verecek, insanı şaşırtacak bir hadiseydi bu.
Bakıştılar, uzun uzun bakıştılar.
Sonra?
Sonra da beş altı koldan köye dağıldılar.
Rüzgar gittikçe öfkeleniyor, kendini yerden yere çalıyor, bakır renkli gök kararıyordu.
…
İflahsızın Yusuf tahta bavulunu açmış, gaz ocağı hakkında karısıyla çocuklarına izahat vermekteydi:
-Bu var ya bu, pompa. Bunu bastın mı alafdır hızlanır. Ne kadar çok basarsan o kadar hızlı yanar. Bir yanar ki…
Birden gözleri dumanlandı.
-Lakin, dedi bırak… yüreem yüreemin başı yanıyor, köz düşmüş gibi…
Kirli yazmasını düzelten kadın:
-Taksirat! Dedi. Senin elinde ne var?
-Doğru öldüren ben değilim a, ölmeseler iyiydi…
Tam bu sırada kapı usulcacık itildi. Upuzun, kupkuru bir kadın, Köse Hasan’ın karısı, paçavralar içinde bir korkuluk gibi girdi. Peşinde sivri çeneli kızı. Çıplak ayaklarıyla ürkek, hemen oracığa diz çöktü.
Yusuf donmuş kalmıştı. Elindeki gaz ocağına korkuyla baktı. Gözlerinden karartılar geçti. Sonra:
-Gel, dedi. İmne ge. Buban dediydi ki, köye varırsan İmne’nin kara gözlerinden bi güzel öp didiydi.
Yusuf’un elindeki pırıl pırıl gaz ocağından gözünü ayıramayan Emine:
-Bubam ne demeye gelmedi ya?
Diye sorunca, Yusuf’un gözleri karardı, gaz ocağı elinden düştü.
Başka bir şey konuşulmadı.
Paçavralar içindeki korkuluk, kuru, çıplak ayakları üzerinden kalktı, kızını buz gibi elinden tuttu, çekti, çıktı gitti.
Ne çığlık, ne döğünme, ne telaş…
Uçsuz bucaksız bozkırdan kopup gelen acı rüzgar köyün kerpiç evlerinde parçalanıyordu hala.
Yolda Pehlivan Ali’nin anasına rastladılar. Eski yazmasının altından kurtulmuş bir tutam beyaz saçı uça uça geliyordu. Oğlu gibi yuvar yuvardı. Köse Hasan’ın karısıyla kızının yanında durdu:
-Öyle mi kız? İflahsızın Yusuf gelmiş deyiverdiler… Bizimkiler ne demiye gelmediler ola?
Köse Hasan’ın karısı omuz silkip yürüdü. Hiçbir mana veremeyen ihtiyar kadın arkalarından bir müddet baktı. Sonra, sert rüzgarın uçurduğu bembeyaz saçlarıyla, Ali’sini sormak üzere, Yusufgillere doğru yoluna devam etti.
Gök pas rengini almıştı.
Ve yakın bir yerlerde Pehlivan Ali’nin yokluk dilinden düşürmediği bir türkü çağırmaktaydı:
“Enginli yünsekli kayalarımız
Gamının yuğrulmuş binalarımız
Doğurmaz olsaydı analarımız
….
MÜFETTİŞLER MÜFETTİŞİ’NDEN
IX.
Saat sabahın dördüne geliyordu. “Müfettişler Müfettişi” koca konağın horultuyla uykuda olduğuna inandığı sırada, karyoladan yere yavaşça indi. Buradan önceki şehirlerden yaptığı “Tahsilat”tan başka, bu şehrin şarapçısı, otel katibinden aldıklarıyla birlikte iki bin altı yüz altmış yedi lira elli kuruşu vardı. Otelcinin karısı ne kadar vermişti acaba? Ve şimdi bütün parası ne olmuştu?
Kapı arkasında asılı pantolonun cebinden para tomarını çıkardı. Saymaya başladı. “…ne? Beş yüz mü? Dehşet be! Yüzlükler de çarktan çıkma gibi, gıcır gıcır. Beş yüz, beş yüz elli, altı yüz, yedi yüz, sekiz yüz…” Keyifli keyifli güldü. “Karı demek iyice paralı!”
Uzun uzun sayarak vakit geçirmeye lüzum yoktu. Otel katibinden aldıklarıyla birlikte iki bin altı yüz altmış yedi lira elliydi; beş yüz de otelcinin nikahlısından, üç bin yüz altmış elli!
Fakat bunca yıllık “Teftiş ve tahsilat”larından böylesinde bir kelepire rastlamamıştı. Yani, şimdiye kadar hiçbir eve misafir edilmemiş, hiçbir evde de nikahlı karı-metres mücadelesine rastlamamıştı!
Paraları pantolon cebine tekrardan yerleştirirken, kendi kendine sordu:
-Otelciden de bir şeyler almam lazım. Bir binlik, hiç olmazsa bir beş yüzlük falan…
-Dur dur, deminki para küpe bilezikler dahil değil… Eee Kudret, aferin. İşler adam akıllı yolunda gitti. Gitti ama, daha fazla oyalanmadan hızla uzaklaş buradan. Arabacı Kel bilmem neyi hiç beğenmedim. Bunlar Emniyet’le falan alakalı olabilirler. Otelcinin dediği gibi. İş polise aksederse… Gerçi hakkımızda şikayet olmazsa, ki yok, hiç kimse bir şey yapamaz. Yurttaşının Anadolu’da dilediğince seyahat hürriyeti tahditli değil ya!
Birden aklına gene karısı geldi. Yüzü buruştu, içinden öğürmek geçti. En çok da burun köklerine akmışa benzeyen kirpiksiz, ufacık gözleri!
Pantolonunu kapı arkasından aldı, sedirin üzerine yatırıp eliyle ütüledi, şöyle bir katladı. Asılı durursa çuvala döneceğini sanıyordu.
Karyolaya ağır ağır geldi, tam önünde durdu:
-Kenef karıya bir binlik posta etsem? Yahu bankaya… İyi ama, takip ediliyorsam para yolladığım adreste İstanbul’daki evimi bulur, yaptığım işi tespit eder, müfettiş falan olmadığımı anlarlar. Bu anlaşılınca, başlarlar şehirde soruşturma yapmaya. Arapçı , otelci, lokantacı derken çorap söküğü gibi…
İstanbul’daki arkadaşlarını düşündü. İri burunlu, uzun, kısa boylu, hepsi de alım-çalım bakımından Kudret Yanardağ gibi değilse de, gene de ayrı ayrı kurt insanlardı. Hiçbiri gerçeği polisin istediğince bildirmezdi ama, olsun, “Teftiş”teki “Tahsilat”tan onlara pay vermek niyetinde değildi.
-Kira, sıpalara üst-baş, bakkala, kasaba, manava, taksitçiye borç gırla. Ee, kendi şahsi masrafım, içkim falan? Anca bize göre. Anneme de bir manto yapmak lazım bu kış. Kadın pek tırıllaştı. O olmasa, kenef karı, sıpalar, gözümü oyardı alimallah. Hani Allah gecinden versin, ölüverirse diye ödüm kopuyor. Öldü mü, yandım. Şaşı, kuru mendebur karı tırnaklarını gırtlağıma iyice geçirir. Hergele oğlanlar, kız…
Paranın her yılki gibi gene çarçur oluvereceğini bilmenin ağırlığı kapkara bir kabus gibi oturmuştu içine. Bıkmış usanmıştı bu kabuslardan. “Ah şu karı, ah şu mendebur karı… Ulan çiroza hala çivi gibi, poker, viski…” inek karı, viski neyine senin? Zıkkımlanacaksan, şarap zıkkımlan bari, rakı zıkkımlan. Hayır viski, hem de İskoç olacak. Sanki İngilizce bilirmiş gibi İskoç değil de Skaç!
Okkalı bir küfür kaçırdı. Sonra da ürkerek çevresine bakındı telaşla. Sanki karısı buralardaydı, duyabilirdi.
Sedire ilişti bir ara. İş arkadaşı İdris’i düşündü: Onun da ufacık gözleri burun köklerine akmışa benziyordu ama, hiç de karısı gibi mendebur değildi. O kadar değildi ki, karısının bir gün usullacık yazıhaneye gelip ağzını aramasını bile hemen haber vermişti:
-Seninki geldi bugün buraya!
-Kim?
-Karın, Şehvar…
-Niye?
-Malum..
-Kadın ve para meselesi değil mi?
-Malum dedim ya!
-Sen ne dedin?
-Ne diyebileceğimi bilmiyor musun?
-İnandı mı?
-İstersem, inandırabileceğimi de bilirsin..
-Yaşa..
-Sen de yaşa! Hani birtakım parfönler falan almıştı ya?
-Haa.. O gün mü?
-O gün. Annenden falan attı tuttu..
-Ne dedi?
-Her zamanki malum şeyler..
-…….
-…….
Karyolaya gitti, girdi, beyaz örtüyü kalın, kıllık bacaklarına çekti.
İdris’e de biraz para ayırmalıydı. Ayırmalıydı, ayıracaktı ama, Sema’ya İdris’in yazıhane adresini vermesi… gerçi İdris’in zamparalığı falan yoktu. Ağzı da sıkıydı ya, gene de korkuyordu bir biçimsizlik oluvermesinden.
Bir yandan bir yana döndü.
Kadına yarın bir fırsat düşürüp İdris’e fazla açılmamasını tembih etmeliydi. Etmeliydi ki, sakalı eline vermesin. O kuru bamya, o sinir yükü, çirkin, yenilmez yutulmaz karının bu kadar bindirmesi, bütün sırlarını bilmesindendi. Aptallık etmiş, paşa torunudur falan diye her şeyini anlatmış, “Müfettiş”liğini bile gizlememişti.
Gene bir yandan bir yana döndü.
Allah Allaaaah… uyku tutmuyordu be. Gözleri uykusuzluktan çöller gibi yanıyordu oysa.
Yarın geç vakte kadar uyur, geceki uykusuzluğunun acısını çıkarırdı. Çıkarırdı ama, Sema, cıvıl cıvıl Sema, harika Sema şu anda o ciğeri beş para etmez herifin kolları arasında mıydı? “Tabii” diye geçirdi. Tabii ama, neden? Niçin? Ne hakla? Madem anlaştık, bundan sonra, benim sayılır. Deyyus, hakkımda, haklı sarihime…
Öksürdü, kendi kendine güldü. Sanki karşısında İdris, yahut da “Boktan arkadaşları”ndan kısa boylu, çakır gözlüsü vardı. Sanki, İstanbul’da Meserret kahvesindeydiler, karşı karşıya da, Anadolu macerasını anlatıyor, anlatırken de “Hak”tan, “Hakkı sarih”ten söz ediyordu. Arkadaşı da sanki:
-”Hak mı?” diyordu. “… Hakkı sarih mi? Hangi hak? Hangi hakkı sarih ulan? Herifin karısından mangırları tırtıkla, bileziklerini falan al, metresini ayarla. Sonra da herif son birkaç gece daha yatacak belki, onu çok gör, hakkına el atılmış, hakkı sarihin gaspedilmiş say. Aşk olsun oğlum palavracı!”
Arkadaşları kısaca, “Palavracı” derlerdi.
Yüzü gece nefretle buruştu. Onlar neydi ya? Asıl palavracı onlardı. Meserret kahvesine sabah sabah toplanılır. Gazeteler açılır. Her biri bir kurt, gözler projektör gibi, taranır, tekmil gazeteler. Daha çok da işyerlerindeki iş kazaları üzerinde falan durulurdu. Bir yerlerde bir duvar mı yıkılmış? Bir amele mi olmuş? Tamamdı. Bayram sevinci içinde kahveden çıkılır, pırıl pırıl taksilere dolunur, atlanırdı iş kazası olan yere. Kalıbı, kıyafeti milletvekili, bakan, müfettişe benzeyen Kudret Yanardağ başta, ötekiler derece derece arkasında, “Teftiş heyeti” gibi, düşülürdü iş kazası olmuş yere.
-Sakatlanan işçinin sağlık durumu ne merkezde?
Her işyerinde eksik olan bir şeylerin, kanunsuzlukların bulunduğu kaide halinde olduğunda, “İşveren” ya da sorumlu mühendis, mimar, hık mıka başlardı. Derken yalvarıp yakarmalar, ardından da “Allah ne verdiyse”, “Miktar-ı münasip dercep edilire, gene teftiş heyeti edasıyla taksilere dolunup ver elini gazinolar, randevu evleri!…
Uykusu gene piç olmuştu. Karyoladan indi.
Gazinolara, randevu evlerine de pek para vermezlerdi. Gene hep o “Teftiş heyeti” çalımı içinde, Palavracı önde, teftiş heyeti reisi, ya da kim bilir, belki de Belediye Sağlık Ekibi sanılarak, korkulur, çekinilir, en iyi yerler onlara ayrılır, kadınların en güzelleri, yiyeceklerin, içkilerin en pahalıları onlara ikram edilirdi. Yerler, içerler… yeyip içerken sık sık çatal, bıçak, peçete, tabak beğenilmez, bardaklar –laf olsun diye- kirli, canım balıklar bayat bulunur, garson azarlanır, şef garson kovulur, patron çağırılırdı. Patron çokluk süklüm püklüm gelirdi. Korku içinde. Korkunun derecesine göre, ona da bağırılır çağırılır, üstü örtülü tehditler savrulurdu ki, yiyip içtikten başka bolca bir cep harçlığı ile körkütük çıkılırdı gazinodan.
Esnedi. “Kenef uyku!” dedi sesli sesli, “Karyolaya girsem kaçarsın, yatmayıp kalksam gelir, beni esnetirsin.
Pencereye gitti, perdeyi hafifçe açtı, dışarıya baktı: ikinci plan caddenin bozuk parkeleri, sıra sıra elektriklerle aydınlanmıştı. Kimseler yoktu.
Perdeye kapayıp çekildi.
Yarın parayı karısına, İdris’e postayla mı, yoksa banka yoluyla mı gönderseydi? İkisini de mahsurlu buluyordu. Takip ediliyorsa? Adresi tespit edilip enselenirse? Cart-curtunu yemezlerse? Eski sabıkası da meydana çıkınca cezası katlanarak içeri atılırsa? Bu sefere içeride yeni, candan bir İdris bulabilecek miydi bakalım?
Sedir üzerindeki çantasından cigarasıyla kibritini çıkarıp, yaktı bir tane. İstemiyordu, yeniden girmekten korkuyordu. Şayet “kenef karısı” ile “boktan arkadaşları” olmasa, bu palavra ilerek de son verir, çekilirdi kenara.
Cigarasından aldığı dumanlar tavana doğru ağır ağır yükseliyor, sonra da odaya yayılıyordu. Daha şimdiden odayı açık mavi, açık gri bir duman külü kaplamıştı.
Evet evet, “kenef karı”yla “boktan arkadaşları” olmasa, şu şimdi pantolon cebindeki üç binden fazla çok parayla İstanbul’un dışında, altı kahve, üstü iki odalı bir evcik yaptırır, anacığını yanına alır. İdris’le birlikte…
Ne zaman bunları düşünse canlanırdı. Gene öyle oldu. Cigarasından keyifli bir duman aldı. İdris, kendisi, annesi, Helal-i münallah” kazanacakları paralarla…
Kafasında gene İdris canlanmıştı. İstanbul’da, İdris’in Cağaloğlu’ndaki büyük iş hanlarından birinin üçüncü katındaki yazıhanesinde çok konuşmuşlardı bunu. Kısa beyaz külotlu, tire ten fanilası, etli, büyük kocaman kocaman ayaklarıyla sedire ilişmişti. Sonra sarı çantasından yıllar boyu hayalinde yaşattığı altı kahve, üstü iki odadan ibaret evinin çeşitli açılardan iştahla çizilmeye çalışılmış planlar tomarını çıkardı. Kendi çizdiği, hepsi de hemen hemen ezberindeki bu karakalem planlara kim bilir kaçıncı sefer yeniden, teker teker göz attıktan sonra, bunlar içinde en beğendiğinin üzerinde durdu. Bu plan, altta kahveden başka bir de küçük bakkaliye sıkıştırılmış, üstü iki odalı yapılardan biriydi. Kendisi, ya da İdris kahveden oturur, gene kendisi, ya da İdris bakkal dükkanına bakardı. Oh be, ne güzel olurdu, ne güzel! Büyük oğlan Tıp’ı bitirmiş, küçük Hukuk’u, biri avukat olmuş, öteki doktor. Kız da eczacı. İsterlerse babalarını defterden silsinler, zaman zaman başına kaktıkları gibi, babalarının palavradan para kazanmasına dayanamayıp, ilgileri kessinlerdi. Öyle memnun olurdu ki! “Kenef anaları”nı yanlarına alsalar, artık sabahlara kadar poker, briç partileri, çaylar, toplantılar, geziler… Analarına at, spor araba alsınlardı isterlerse…
Karısından, çocuklarından, herkesten bucak bucak sakladığı yalnız anacığıyla İdris’in bildiği ev planlarını sarı çantasına kaldırdı, her ihtimale karşı, İstanbul Merkez postanesinden tomarla alınmış, sırasına göre, zaman zaman kullanılmış para kağıtlarından ikisini ayırıp, tükenmez kalemiyle doldurmaya başladı. Karısına bir binlik, İdris’e iki yüz elli posta etmeliydi. İdris’ten çok karısı… Şimdiye kadar yollamadığı büyük hataydı… Eve gidince gene açardı iğrenç ağzını:
– Eee.. Kudret Yanardağ beyefendi hazretleri, hasır eskileri, çöp tenekeleri… İki haftadır keyfince gezdin tozdun. Tabii yanında Şehvar yok, kalıbını kıyafetini yaya yaya, fakir fıkaraya kendini sata sata rakılar içtin, zıkkımlıklar yedin, karılara kızlara kırım kırım kırıttın, değil mi? Burada Şehvar dokuz doğurdu parasızlıktan. Senin umrunda mı?
Daha fazla düşünmek istemedi, gözlerinin önünden karısını burun köklerine akmış şaşı gözleri, kuru yüzü, sözüm ona berberde yaptırılmış, ama “bir boka benzemeyen” saçları…
Posta kağıdını doldurmaya koyuldu.
Tam bu sırada otelci de tuvalete kalkmıştı. Geç yattığı, üstelik de genç metresiyle boğuştuğu için yorgundu, gözlerinden uyku dökülüyordu. Öğle olduğu halde, üst katın misafir odasındaki lamba söndürülmemiş, hiç olmazsa kısılmamış olacaktı ki, lambanın sarı ışığı merdivenlere vurmuştu. Yoksa “Beyefendi” yatmamış mıydı?
Tuvalete girip çıktı.
Sakın rapor mapor düzenliyor olmasında?
Uykusu falan dağılıverdi. Aklından “Mail-i inhidam” oteli, otelin pis örtüleri, kirli helaları şusu busundan başka, katip tarafından teklif edilen iki yüz liralık rüşvet verince, uyku muyku kalmadı. Yolunu üst katın merdivenlerine yöneltti. Ayağındaki terlikler gecenin bu ileri saatindeki sessizlikte bir münasebetsizlik yapabilirlerdi. Eline aldı. Ayaklarının uçlarına basarak, kedi sessizliğiyle, merdivenleri çıktı. Sofa üzerindeki pencereye iyice yaklaşmaya lüzum kalmamıştı. İndirilmiş tülün ötesindeki “Müfettişler müfettişi”nin masa başında, bir şeyler yazdığını seçti. “Eyvah!” diye geçirdi “..herif yatmamış. Ne yazıyor acaba?”
Pencereye az daha sokuldu. Evet, evet, yazıyordu. Harıl harıl bir şeyler yazıyordu, hem de, “Mail indiham” otel, otelin sağlık kurlarına taban tabana zıt yataklar, yorganları, yatak yorgan örtülerinden geçtim, kaçak yatırılan müşterileri, katibin verdiği iki yüz liralık rüşvet, nikahlı karısının yanında zorla tuttuğu metres… aklından sıkıntıyla geçti. Bütün bunlar onu bir değil, birçok sefer suçlu duruma sokabilirdi.
Ne yapmalıydı?
Ani bir kararla kapıyı vurup bekledi.
“Müfettişler müfettişi” ürktü ilkin. Kapısı mı vurulmuştu? Evet. Niçin? Sakın ahu bakışlı Sema gelmiş olmasındı? Kapının vuruluşu Sema gibi bir kadının kibarlığını hatırlatacak biçimde, hafifti.
Dudağında memnun bir tebessüm, kalktı, çarpan kalbiyle kapıya gitti, yavaşça açtı. İçeriden vuran karpuzlu lambanın bol, sarı ışığında ahu gözlü Sema yerine, kart otelciyi görünce tepesi attı:
-Ne var? Ne istiyorsun?
Otelci korktuğuna uğramış gibiydi. Galiba. Uğramayacak olsa ne diye bağırsın? Herhalde raporunu hazırlıyordu, niyeti kötüydü ki, hatıra gönle falan bakmıyordu, bakmayacaktı.
-Zati-alinizle biraz görüşebilir miyim efendim?
Otelcinin belki de rüşvet vermek isteyeceği ihtimali kafasından geçti, gerekli azametin çalımıyla:
-Gecenin bu saatinde?
-Evet beyefendi.
-Tuhaf, çok tuhaf; hem de…
Rahatsız ettim, özür dilerim ama, suçlarımız o kadar çoktu ki, bir türlü uyku tutmadı!
-Pekala, konuş bakalım!
Otelci kırıttı bir iki, gülümsedi, ciddileşti, hafifçe öksürüp yutkundu ama, ağzından tek laf çıkmadı.
-Konuşsana bee!
-Rapor tanzim ediyordunuz değil mi beyefendi?
Anlaşılmıştı. Memnun, ama bunu belli etmeden;
Sana ne? Dedi.
-Hiç beyefendi. Bana göre şu ki…
-Evet
-Ocağınıza düştüm yanı. İsterseniz çanıma ot tıkar, beni mahvedebilirsiniz!
-İstemezsem?
-İstemezseniz hayatımı bağışlarsınız!
“Müfettişler müfettişi” yalın, kocaman ayakları, kısa beyaz külotu, kalın kıllı bacakları, tire fanilası, kocaman göbeğiyle odada ağır ağır dolaştı. Öfkeli, kolay kolay yola gelmeyecek, gelse bile epeyce bir şeyler koparmadan adamın yakasını bırakmayacak gibi davranmalıydı.
Arkasında elleri, otelcinin tam karşısında durdu:
-Şehrinize geldim, tesadüf yolum senin berbat oteline düştü. Göreceklerimi gördüm. Hem de Emniyet’ten gizli, kaçak yatırılan insanlara kadar her şeyi. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, bir de utanmadan katibin iki yüz liracıkla işi kapatacağını sandı. Sorarım: Ben Çingene miyim be?
Otelciyi gözleriyle uzun uzun tarttı, sonra ardını getirdi:
-Demek, elli lira, yüz liraya müfettiş, kontrol, belediye görevlilerini falan idare edip uyutmaya alışmışsınız ki, bana iki yüz liracık teklif ettiniz.
-Haşa beyefendi…
– Sus, hadi sus. Bana iyi bak. Ben senin bildiğin avanaklardan değilim, biir; rüşvet müşvetten anlamam ikii… Üçüncüsüne gelince…
Sokak kapısı çalındı, otelci şaştı. Bu saatte, gecenin bu saatinde kim olabilirdi?
Elindeki terlikleri yere attı, giydi. Merdivenleri koşarak indi, taşlığı geçti, kapıyı açtı: Katibiydi:
-Bütün gece sivillerin biri gitti beşi geldi patron!
-Niye?
-Akşamki kodamanı arıyorlar… Şehirdeki bütün otelleri, hanları aramışlar yok yok. Koş dediler bana, sakın senin patronun evinde olmasın? Ben de…
-Ne dedin?
-Patronumun adeti değildir evine yabancı insan kabul etmez, dedim.
-İyi demişsin.
-Yok değil mi?
-Ne işi var benim evimde be?
-Biliyorum patron, öyle söyledim zaten… Gidip yokmuş diyeceğim..
-De!
Kapıyı kapadı, ama pişman da olmuştu yok dediğine. Şehrin asayişiyle görevli makamlara karşı yalancılık etmekle suç işlemiş olmayacak mıydı?
Şiddetle aranan birini evinde saklıyor, sorulunca da “Haberim yok!” diyordu. Onlardan geçtim, bu, evinde sakladığı “Müfettişler müfettişi”nin de dikkatinden kaçacak mıydı bakalım?
Bir çuval inciri berbat etmişlerin süklüm püklümlüğüyle yukarı, “Müfettişler müfettişi”nin yanına çıktı. Bundan önceki suçlarına bir de bizzat müfettişi evinde sakladığı halde, görevlilere yalan söyleme suçu binmişti. Yarın nasıl olsa evinden çıkacak, hazırladığı raporla, belki de Valiye dayanacak. Her şeyi sayıp döktükten başka, “Beni evinde sakladı. Görevlileriniz sorduğu zaman da inkardan geldi. Otelinde de kaçak insanlar görmüştüm teftişimde. Demek ki bu adamın devlet makamlarından hem pervası yok, hem de her türlü gayrikanuni işlere yataklık edegelmeğe yatkın bir karakteri var. Gereken işlemi hemen uygulayın!” derse?
“Müfettişler müfettişi”, beline dayalı yumruklarıyla sanki onu bekliyordu. Kaşları da bir çatıktı ki!
-Kim o? Diye sordu.
-Benim katip, efendim.
-Şu, bana iki yüz liracık veren mi?
-Beyefendi, yalvarırım…
-Niçin gelmiş?
-Şehir birbirine girmiş beyim. Zatınızı arıyorlarmış!
-Kimler?
-Siviller…
-Niçin?
-Zatınızın büyük bir memur olduğunuzu anlamışlar herhalde, başlarından korkmuş olacaklar…
“Elbette büyük memurum. Onlara yarın sorarım ben!” anlamı taşıyan bir sözde reddedişle:
-Zatımızın büyük bir memur olduğumuzu neremizden anlamışlar?
Otelci gülmedi, kırıttı:
-Aman beyefendi, bunu anlamayacak ne var?
-Tuhaf…
-Size şöyle bir bakan, hemen anlar büyük, çok büyük bir memur, bir amir olduğunuzu!
-Neyse, geç bunu şimdi. Beni niçin arıyorlarmış?
-Bütün hanları, otelleri dolaşmışlar. Size rasgelmeyince…
-Burada yattığımı mı çıkarmışlar?
-Çıkarmamışlar. Bir ihtimal olarak…
“Müfettişler müfettişi”nin tepesi gerçekten bir müfettişler müfettişi gibi attı:
-Sen ne dedin?
-Yoklar burada efendim…
-Neee?
-Yoklar dedim.
-Neden? Niçin? Ne için sakladın efendi? Devletin görevlilerinden hakikat gizlenir mi?
Otelci kireç kesilmişti, titriyordu.
Beriki avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
-Demek ben ya kaçakçıyım, ya da herhangi bir kanuna aykırı, gizli işlerle meşgul, bu işlerde seninle ortak birisiyim ki…
-Beyefendiciğim!
Kulağına söz girmiyordu:
-…birisiyim ki, beni gizlemek mecburiyetini duydum! Bundan bin türlü mana çıkar efendi. Demek gizli kapaklı işlerin oluyor kanun dışı insanlarla ve böylelerini sık sık saklıyorsun ki, katibin bu alışkanlıkla evine bu saatte gelip beni aradı?
-Vallahi, billahi yok böyle bir şey beyim!
-Sonraa… beni ne diye arıyorlarmış? Ben neyim? Kimim? Hapishane kaçağı bir katil, bir zehir kaçakçısı, bir casus muyum? Yoksa, evet yoksa, Türkiye Cumhuriyeti kimliğini taşıyan, yurt içinde dilediği seyahati yapmakta serbest bir vatandaş mı? Bu memlekette herhangi bir vatandaş, misaki milli hudutları dahilinde herhangi bir şehir veya kasabaya gidip otel veya handa değil, herhangi bir ahbabının evinde geceyi geçiremez mi? Geçirirse suç mu bu? Kanunda, daha açıkçası Anayasa’nın ihtiva ettiği vatandaşlık hak ve hürriyetleri muvacehesinde idari makamlar hangi hak ve selahiyetle…
Sözünün ardını çokluk olduğunca gene unutuvermişti:
-Efendim?
Otelci ne diyeceğini şaşırmış, hayır kalmamıştı. Ağzını açtı mı, oy avına çıkmış milletvekilleri adayı patırtısıyla konuşan bu kalın kaşlı, gümrah bıyıklı, semiz insana sığınmaktan başka çare olmadığını anlamıştı.
-Beyefendi, dedi, ocağınıza düştüm. Elinizi ayağınızı öperim, bir halttır ettim, yarın mesele anlaşılınca beni mahvederler. Yalnız bırakmayın beni!
Bu herif de lafı amma uzatıyordu.
-Kısa kes! Dedi.
-Peki beyefendi, emredersiniz. Yani diyeceğim şu ki…
-Ne?
-Beni yalnız bırakmazsanız…
“-Size bir binlik” falan mı diyecekti?
-Evet?
-Kurtulmuş olurum!
-Bana ne faydası var senin kurtulmanın?
-Yani, şey… evet, öyle ya, size ne faydası… Çok doğru… Ama beyefendi, sizce de malum ki, biz bu şehirde kontrolsüzlüğün başıboşluğuna alıştık. Bundan sonra ilk fırsatta yıkıldım yıkılacak otelimi yeniden yaptıracağım. Yatakları, yorganları, yatak yorgan çarşaflarını…
Ortalık ağarıyor, laf’sa uzadıkça uzuyordu. Dayanamadı, gene bir:
-Kısa kes! Çekti.
-Otelimde hiçbir surette kaçak müşteri yatırmayacağım!
-Sana kısa kes dedim!
-Metresimi tavsiyenize uyarak başka eve…
-Ulan sana kısa kes demiyor muyum?
Otelci gece, “Müfettişler Müfettişi”ni misafir odasına uğurlayıp metresinin yanına döndükten sonra, hatta metresiyle boğuşup, kadın hafifçe horlamaya başlayınca kalkıp, uygun bir sıra yolunu bulup avucuna sıkıştırmak için hazırladığı bütün bir beş yüzlüğü pijamasının cebine sokmuştu. Şayet, az bulur, patırtıyı göklere çıkarsa, gıcır gıcır bir beş yüzlük daha tutuşturabilmek için bir başka beş yüzlüğü de öbür cebine yerleştirmişti. İlk beş yüzlüğü çekinerek uzattı:
-Beyefendi, katibin cahilliğini affedin!
Parayı eline aldı, sordu:
-Katibin hangi cahilliği?
-İki yüz vermişti ya?
Anlamıştı. O, hiç olmazsa bir binlikle kapamak istiyordu bu işi. Beş yüz, iki yüz de katibin verdiği, yedi yüz. Hiç olmazsa üç yüz daha vermeliydi ki, öfkesi biraz yatışsın!
Elinde gıcır gıcır beş yüzlük, içini hırsla çekti:
-Bu cahillik bu gece ikinci sefer tekrarlandı. Arkadaş şunu unutma, her ağzı olan mutlaka yemez! Kaide değildir bu. Beni burada çok yanlış anladınız. Hayatımda hakkım olmayan hiçbir şeye tenezzül etmedim. Devlet, millet aleyhine, saçı bitmedik yetimlerin hakkını gırtladığımdan geçirmedim, geçirmem de! Tenezzül etmem buna arkadaş!
Otelcinin verdiği gıcır gıcır beş yüzü tehdit edercesine salladı:
-Bu, suçtur! Seni yıllarca hapis yatırabilir. Ne yaptığının farkında mısın? Aklınla düşünüp, iz’an edebiliyor musun? Çeşitli suçlarını affettirebilmek için bana rüşvet veriyorsun. Ne korkunç şey! Ben şimdi bunu mevkii muameleye koyayım mı? Seni mahkemeye verip hapishane köşelerinde sürüm sürüm süründüreyim mi?
-Sizin alicenap vicdanınızdan…
-Vazife alicenap vicdan yoktur. Vicdan vazifedir ve bir vazife mukaddestir!
Otelciyi gözden geçirdi, sonra:
-Cevap ver, dedi. Ben şimdi bu paraları ne yapayım?
Otelci öylesine etki altındaydı ki, öbür beş yüzlüğü de çıkarıp uzattı:
-Aldı beriki:
-Bin oldu. İki yüz de eşek katibin verdiği, bin iki yüz. Bu bin iki yüzü ne senin suratına fırlatacağım, ne de mevkii muameleye koyup seni hapishane köşelerinde süründüreceğim!
İki beş yüzlüğü adamın suratına suratına salladı:
-Ben bu paraları Ankara’ya döndüğüm zaman Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağış edeceğim, anladın mı?
Sonra hemen ekledi:
-Tek şartım, metresini ayrı bir eve çıkaracaksın!
Otelci ferahladı. Paraları ondan çıktıktan sonra, ister “Müfettişler müfettişi”nin kursağına gitsin, isterse Çocuk Esirgeme Kurumu’nun kasasına.
-Oldu mu?
-Emredersiniz beyefendi.
Fakat unutma ki, benden başkaları benim gibi anlayışlı davranmaz. Neden? Talihin varmış. Bir ara hafifçe uykuya geçmiştim, rüyamda rahmetli beybabamı görmüştüm. Biz, paşa dedem yoluyla Saray-ı Hümayun’a dayanırız
İçini dertli dertli çekti:
-Haydi, marş! Dedi. Anan kadir gecesi doğurmuş…
Otelci yerden temennalarla uzaklaşıyordu:
-Allah ömürler versin beyefendi. Allah her tuttuğunuzu…
Kapıyı yüzüne kapadı.
Otelci, ahu bakışlı metresinin yanına dönerken, bahçedeki meste horoz sabahın müjdecisi gibi, uzun uzun ötmeye başladı.
…
Müfettişler Müfettişi, 3. Basım, Varlık Yayınları, 1976
KAYNAKÇA: T. Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, İst., 1965, c. 2; ay, “Orhan Kemal’in Romancılığı”, Cumhuriyet/Sanat-Edebiyat S. 3 (Temmuz 1970); Orhan Kemal Özel Sayısı, Yeni Edebiyat, S. 9 (Temmuz 1970); P. Paruşev, “İnsan ve Yazar Orhan Kemal”, Yeni Gazete, (çev. T. Acaroğlu) 6 Ekim 1970; N. Uğurlu, Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, İst., 1972; M. Uyguner, “Orhan Kemal’in Öykücülüğü Üzerine”, Türk Dili, S. 286 (Temmuz 1975); F. Otyam, Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları, Ank., 1975; A. Bezirci-H. Altınkaynak, Orhan Kemal, İst., 1977; Y. Kenan Karacanlar, Orhan Kemal’den Anılar, İst.: Tüm, 1977; K. Sülker, “Orhan Kemal’in Şairliği”, Yazko Edebiyat, S. 2 (Aralık 1980); H. Altınkaynak, Hikâye Yazarı Orhan Kemal, İst., 1982; M. Buyrukçu, Arkadaş Anılarında Orhan Kemal, İst., 1984; Necatigil, İsimler, 281-283; Acaroğlu, 203-205; Kurdakul, Sözlük, 468-470; Karaalioğlu, 411-412; Fethi Naci, Türkiye’de Roman, 343-348; Önertoy, 101-109; “Öğütçü, Mehmet Raşit”, TDEA, VII, 172-174; Ş. Kurdakul, Çağdaş Türk Edebiyatı IV, Ank., 1992, s. 135-148; Özgüç, I, 162, 166, 204, 270, 292; II, 27, 108, 134, 172, 195, 330, 374; III, 74.