YUNUS EMRE’NİN HAYATI
Hayatı efsaneler ile örülü Yunus Emre hakkında bildiklerimiz, din alimlerinin hayat ve kerametlerini anlatan, Yunus’dan çok sonra yazılmış menkıbe-namelerde bulunan sınırlı bilgilerle şiirlerinden çıkarılan sonuçların ötesine ne yazık ki geçmiyor. Bu bilgilerden yola çıkarak Yunus Emre’nin 14. Yüzyıl başlarına kadar yaşadığı kabul ediliyor. Yapılan son araştırmalara göre 1240/41 yılında doğduğu, 82 yıl yaşadığı, 1320/21’de öldüğü kabul ediliyor. Yine aynı bilgilere göre Yunus Emre’nin Porsuk çayının Sakarya’ya döküldüğü yerde, Sarıköy’de doğmuş, çocukluğunu ve ilk gençliğini, olgunluk yıllarından ölümüne kadar hayatını bu bölgede geçirmiş, ve ölümünden sonra bu bölgeye gömüldüğü sonucuna varılıyor.

“Yunus yoldan ırmasın, yüksek yerde durmasın
Sinle Sırat görmesin, sevdiği didar ise” (İnsan Sevgisi ve Hoşgörü Üzerine)
Menkıbelerinden ve şiirlerinden anlaşıldığına göre Yunus Emre, tasavvuf yoluna girmeden önce güçlü bir medrese öğrenimi görerek yetişmiştir. Okuma-yazma bilmez oluşu konusunda söylentiler, bazı şiirlerinde, bilgiyi gerçeğe ulaşmak için bir vasıta olarak gördüğünden, ilme önem vermemesi, dervişli tevazuuyla kendisini bir şey bilmek olarak anlatması ve bilgisine güvenip bilgisi ile gururlananları taşlaması sebebiyle olduğu yapıtlarından anlaşılmaktadır.
Murşidinin Tabduk Emre olduğunu öğrendikten sonra onu bulmak için yola çıkan Yunus Emre, Sakarya yakınlarında oturan şeyhini bulunca uzun yıllar onun hizmetinde bulundu. Tasavvuf yolunda gerekleri ondan öğrenerek bu alandaki eğitimini tamamladı. Daha sonra yazdıkları ile halkı aydınlatmak için yeninden gurbete çıktı. Bu yolculuğunda Konya, Şam ve Azerbaycan dahil olmak üzere geniş bir coğrafyayı dolaştı. Çağdaşı Mevlana ile görüştü. Yolculuğunun doğduğu yer olan Porsuk Çayı’nın Sakarya’ya döküldüğü yerde, Sarıköy’de tamamladı. Ölümünden sonra Sarıköy’e gömülen Yunus Emre için 1970 yılında Sarıköy’de demiryolu kenarına küçük bir anıt mezar yapıldı; şimdi edebi uykusunu bu türbede uyumaktadır.
Kendisinden sonra gelen binlerce düşünce ve sanat adamını derinden etkileyen, şiirleri bugün de en az aydınlar kadar halk arasında da dillerden düşmeyen Yunus Emre için Türk tasavvuf şiirinin en büyük şairi demek haksız sayılmaz. Tasavvuf akımını taşkın ve gür lirizmi, halk ruhu ve dili ile, halka ve hayata bağlı kalarak en geniş ölçüde milletine devreden yine Yunus oldu. Aruzla da yazan, ama en çok heceyi kullanan Yunus, tasavvuf felsefesini milli unsurla kaynaştırdığı içindir ki yüzyıllar boyu tekke şiirinin önderi olmak değerini hiç bir zaman kaybetmedi. Özellikle Bektaşi, Hurufi, Kızılbaş şairler, halka mal olabilmek için, onun gibi yazabilmeyi sanatçılıklarının ilk koşulu olarak gördüler. Vahdet-i Vücut felsefesinin kararlıklarını, varlık-yokluk, , insan-tanrı-ölüm kavramları arasındaki bağlantıları kuvvetli bir kültür ve derin bir sezgi yeteneği ile aydınlığa ulaştıran bu ölümsüz şairin, divanındaki şiirlerin sayısı 360 kadardır.
“Yunus, hiç bir vakit, halk şairi değildir. Hatta onun dilini, katıksız bir Türkçe sananlar aldanırlar. Bir yandan Selçuk devrinin Farsçayı resmi dil kabul edişi yüzünden bu dilde kullanılan resmi terimlerin, mesela kıbale bozması kıbala, tab-hane bozması tavhana, danişmend bozması danışman gibi, halk diline Türkçeleşerek girmesi, bir yandan yine Türkçeleşen dini sözler, zaten dile yerleşmişti. Yunus, bunları bol bol kullandığı gibi, okumuş, yazmış ve tasavvuf olma yoluna girmiş bir adam olduğu için, şiirlerinde Farsça, Arapça sözler, bazan mücerred, bazan da Türkçe ve Farsça kaidelerle terkibleşmiş olarak pek çoktur. Onda, sir(to), şir(aslan), şir-gir (aslan avcısı, kahraman), yahut umman, hayran, sübhan, yahut da imruz-ü ferda (bugün ve yarın) gibi kafiye zoruyla giren Farsça Arapça kelimelere meleküt, pir, safa-nazar felek-i atlas… gibi bilgi ve tasavvuf kelimelerine, ab-ı hayat, zühre v.s. gibi yine bilginin getirdiği söz ve terkiblere pek çok rastlanır.” (Abdülbaki Gölpınarlı)
YUNUS EMRE DESTANI
Köyünde çiftçilikle hayatını devam ettiren Yunus, bir kıtlık yılında çok bunalmış, içinde bulunduğu durma bir çare aramaktaydı. Kırşehir yakınlarında Sulucakaraöyük’te Hacı Bektaş Sultan adından bir pir, kendisine başvuranlara buğday verdiğini duyuyordu. Yunus da Hacı Bektaş’a derdini anlatmaya karar verir. Sulucakaraöyük’ yaklaşınca boş giden boş döner diye düşünür ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin huzuruna eli boş gitmemeye karar verir. Dağlardan alıç toplar, öküzündeki heybelere doldurur ve dergaha gider.
Hacı Bektaş’a, Yunus’un geldiğini ve alıç getirdiğini anlatırlar. Yunus’un bu davranışı Hacı Bektaş’ın çok hoşuna gider ve bir dervişle ona haber yollar:
-Buğday mı ister, himmet mi?
Yunus; ben himmeti ne yapacağım, bana buğday lazım” der.
Hacı Bektaş, peki der. hurcunun aldığı kadar buğday doldurun. Hurç dolar ve Yunus yeniden yollara düşer. Fakat yolda, ben ne yaptım? Himmet alsaydım , buğdayı da bulurdum diye düşünür. Geri dönüp Hacı Bektaş’a buğdayı boşaltsınlar, sen bana himmet ver! der.
Hacı Bektaş; o geçti artık, o ihsanın anahtarını Tabduk Emre’ye verdik, git, nasibi ondan al, der.
Yunus, Tabduk Emre’ye gider ve orada derviş olur. Kırk yıl ona hizmet eder, tekkesine odun taşır. Fakat bu kırk yıl içinde tek bir eğri odun götürmez tekkeye ve sebebini soranlara; bu kapından içeriye odunun bile eğrisi giremez” der.
Yunus’un bu davranışını gören dervişler Yunus, şeyhin kızını sevdiği için ona canla başla hizmet ediyor derler. Şeyh, bunları da yalancılıktan kurtarmak için kızını Yunus’a verir. Fakat, Yunus ben şeyhimin kızına layık değilim diyerek kıza hiç dokunmaz.

Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaratılması hoş gördük
Yaratandan da ötürü
Yunus, Tabduk Baba’ya hizmet ederken bir türlü feyze erişemediğini görüp canı sıkılmış ve tekkeden kaçmış, yolda birkaç dervişe rastlamış, onlara yoldaş olmuştu. Akşam olunca dervişlerden dua etmiş, Tanrı bir sofra göndermiş yemiş içmişler. Ertesi akşam öbür derviş dua etmiş, sonunda sıra Yunus’a gelmiş. Yunus ellerini kaldırıp Tanrım demiş benim yüzümü kara etme bunların yanında. Bunlar kimin yüzü suyu hürmetine senden yemek istiyorlarsa lütfet, o zatın hakkı için yemek gönder. O akşam her zamankinden fazla ve iki sofra dolusu yemek gelmiş. Dervişler, kimin hürmetine dua ettin söyle diye Yunus’a ısrarda bulunmuşlar. Yunus, önce siz söyleyin demiş. Onlar, biz demişler, Tabduk Emre’nin dervişi, Yunus Emre’nin yüzü hürmetine dua ediyoruz. Bu sözü duyan Yunus feyze erişmiş olduğunu, fakat kendisinin kendisini bilmediğini anlayıp derhal dönmüş ve sabaha karşı Tabduk Emre’nin tekkesine gelmiş, ana bacıya, yani şeyhin karısına, kendisini affettirmesi için rica etmiş. Ana bacı; sen, demiş, kapının eşiğine yat, şeyh namaza çıkarken sana ayağı dokunur ve kim bu diye bana sorar. Ben, Yunus, derim, bizim Yunus mu derse anla ki gönlünden çıkmamışsın, hemen ayaklarına kapan, af dile. Yok, eğer hangi Yunus derse, anla ki gönlünden çıkmışsın, artık derdine derman ara. Yunus, ana bacının dediği gibi yapmış, Tabduk, bizim Yunus mu diye sorunca ayaklarına kapanmış. Tabduk, Yunus’u affetmiş, ama kendi mertebeni öğrenmeden bana inanmadın, canını vermen gerek, asamı atacağım ardından git, nereye düşerse orada Tanrıya kavuş demiş ve asasını atmış. Asa, Yunus’un doğduğu köye düşmüş. Yunus da oraya gidip yere başını koymuş ve hakkın rahmetine kavuşmuş.
KAYNAKÇA: Fuat Köprülü / Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (1919), Burhan Toprak / Yunus Emre Divanı (1933-34,
5. bas., 1972), Sezai Karakoç / Yunus Emre (1965), Türk Yurdu Dergisi Yunus Emre Özel Sayısı (Ocak 1966), Abdülbaki
Gölpınarlı / Yunus Emre (6. bas., 1968), Necip Fazıl Kısakürek / Yunus Emre (oyun, 1969)