HAYATI
Şair. 1867 yılında Aksaray, İstanbul’da dünyaya geldi. Babası Hüseyin Efendi, çeşitli devlet görevlerinde bulunmuş, son olarak -bir çeşit sürgünde bulunduğu- Hama şehri mutasarrıfı iken hayatını kaybetmişti.
Asıl adı Mehmet Tevfik olan ve Fikret adını ileride, şiir yazmaya başladıktan sonra olan şair, çocukluk yıllarında Aksaray’daki Mahmudiye Rüştiyesi’nde okudu. Bu okulun 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda, Balkanlardan sökülüp gelen göçmenlere barınak yapılıp kapatılması üzerine, babası onu Galatasaray Sultanisi’nin ilk kısmına yazdırdı. Fikret, Galatasaray’dan mezun olduktan sonra memurluğa başladı. Kısa bir süre Hariciye İstişare Odası’nda çalıştı. Buradaki görevlilerin hemen hiçbir iş görmeden maaş aldıklarına tanık olunca kısa zamanda işinde istifa etti. Birikmiş maaşlarını da: “Çalışmış değilim ki para alayım” gerekçesiyle geri çevirdi.
Gedikpaşa’daki Ticaret okulunda Fransızca, Galatasaray’ın birinci döneminde Türkçe derslerini okutmaya başladı. İlk şiirlerini de bu sıralarda yayınlamaya girişti. Evlendi ve 1895 yılında eserlerinin en büyük ilhamcısı olan ilk ve son çocuğu, oğlu Haluk dünyaya geldi.
1896 yılında kurulan “Edebiyat-ı Cedide”nin yayın organı olan Servetifünun dergisinin yazı işleri müdürü ve edebi yönetmeni oldu. En mutlu ve verimli yıllarını o dönemde yaşadı. Bu sırada Bebek sırtlarındaki Robert Kolej’de Türk dili ve edebiyatı öğretmeni olarak çalıştı. Servetifünun topluluğunun ve Fikret’in bu hareketli çağı be yıl kadar sürdü. Saray, Edebiyat-ı Cedide’nin, özellikle Fikret’in tutumunu beğenmiyordu. Bu sırada şair bir kere tutuklanmış, ancak kısa bir süre sonra da serbest bırakılmıştı.
1901 yılında, Hüseyin Cahit’in bir makalesi üzerine Servetifünun topluluğu dağılınca Tevfik Fikret, sadece edebiyat çevresiyle değil, İstanbul’la da ilişkisini kesti. Rumeli sırtlarında, Robert Koleji’n kendisine vermiş olduğu bir arsa üzerine yaptırmış olduğu evine kapandı. Vaktiyle Aksaray’daki evlerinin bahçesinde küçük bir kulübesi vardı; ilk gençlik yıllarında bu küçük kulübeye çekilir, orada okuyum yazmakla uğraşırdı. Ona, “yuva” anlamına gelen Aşiyan adını vermişti. O günlerin ve o kulübesinin adını unutmamış olmalı ki bu yeni evine de aynı adı verdi. Bilindiği gibi içinde yaşayıp öldüğü o küçük köşk bugün hala bu adı taşımaktadır ve günümüzde müze halinde korunmaktadır.
Tevfik Fikret, pek büyük zorunluluk olmadıkça İstanbul’a inmiyor, günlerini gecelerini hep kendi sıcak aile yuvasında ve Robert Kolej’deki öğrencileri arasında geçiriyordu. İstibdat idaresinin baskısını en yoğunlaştırdığı yıllardı. Bundan tarifsiz ezalar duyuyor, kötümserlik içinde yüzüyordu. “Sis”, “Bir Lazha-i Teahhur”, “Sabah Olursa” gibi ünlü manzumelerinden çoğunu bu karamsarlık yıllarında yazdı. “Tarih-i Kadim”in önemli bölümlerini yine bu dönemde tamamladı.
Bir gün hiç umup beklemediği bir zamanda, 1908 yılının temmuz ayında II. Meşrutiyet ilan edilince, Tevfik Fikret büyük bir iyimserliğe kapıldı. Artık ülkede her şeyin düzeleceğine inanıyordu. İstanbul’a inmeye başlayarak, yakın arkadaşı olan Hüseyin Cahit’le birlikte – adını da kendisinin koyduğu- “Tanin” adlı günlük gazeteyi kurdu. Fakat o pek aşırı bir ülkü ve inanç adamıydı; umduklarının gerçekleşmediği görünce kısa zamanda tekrar Aşiyan’a döndü.
Kendisini sevenler, ona inanlar vardı. Bunların ısrarlı aracılığıyla Fikret yeniden günlük hayata karışmaya razı oldu. Teklif edilen Galatasaray Lisesi müdürlüğünü kabul ederek büyük bir şevkle işe başladı. Onun bu okulda değerli hizmetler gördüğü ve görmeye de devam edeceği söylenir. Ancak bürokrasiden ve maarif sorumlularının zamana uymayan eğitim anlayışlarından tedirgin olan şair, kısa bir süre sonra bu görevinden istifa etti. Çevresi ve özellikle öğrencileri kendisini sevmişlerdi. Bunların direnişi üzerine Maarif Nezareti – bir çeşit özür dileme yolu ile- istifasını kabul etmeyerek görevi başına çağrıldı. Fakat bu dönüşte uzun sürmedi. Zamanın Maarif Nazırı Emrullah Efendi ile Tevfik Fikret gerçekten iki zıt zihniyetin insanlarıydılar. Emrullah Efendi, Fikret’in ikinci ve kesin istifasını kabul edip onun yerine okul müdürlüğüne ünlü matematikçi Salih Zeki Bey’i tayin ederken: “Mektebin başına bir şair yerine bir alim getirdik” gibilerinden son derece ölçüsüz, düşüncesiz bir söz kullandı. O günlerde bütün aydın çevrelerde büyük ve olumsuz yankılar uyandıran bu söz Fikret’i okuldan tamamıyla uzaklaştırdı.
Tevfik Fikret’i sevip taktir edenler -son olarak- kendisini bir kez de Darülfünun hocalığına çağırdılar. Maddeten ve manen yorgun düşmüş bulunan şair, çok kısa bir süre bu bilim ocağına da devam etti. Lakin küskünlüğü benliğini öylesine sarmıştı ki burayı da beğenmedi ve -bir daha kesinlikle dönmemek üzere- son defa Aşiyan’a çekildi. Bu arada, Emrullah Efendi gibi, o da büyük bir gaf yaptı. Bir gün kendisini öylesine seven ve sayan dostlarının: “Niçin ulusal kurumlarımızda değil de, bir yabancı eğitim kurumunda çalışmayı tercih ediyorsunuz?” yollu serzenişlerine karşı: “Benim irfanım artık tedbil-i tabiiyet değiştirmiştir” demekten çekinmedi. Onun bu sözü, düşmanları tarafından -biraz da haklı olarak- daima sömürülmüş ve bu tutumunun, ileride yurdunu, ulusunu terk edip bütün bilgi ve hizmetlerini yabancı bir uyruğa sunan oğlu Haluk’a yeşil ışık yaktığı ileri sürülmüştür.
Şairin son yıllarında İmparatorluk çok kötü günler yaşıyor, hızla çöküntüye doğru; ülkeyi yönetenlerin de çok belirgin başarısızlıkları göze çarpıyordu. İrfanının uyruk değiştirdiğini söyleyen Fikret, her şeye rağmen, son derece üzgün ve tedirgindi. Memleketi yönetenler başta olmak üzere, çeşitli kimselere ve zihniyete karşı zehir dolu manzumeler yazmaktan geri durmuyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve devletin bu savaşa katılması onun için son bir yıkım oldu. Hastalanmıştı. Hastalığı giderek arttı. Nihayet savaşın kopmasından bir yıl sonra, 1915 yılının ağustos ayında, ümitsizlik, karamsarlık ve yeis içinde öldü.
Bazı manzumelerinden dolayı kendisini dinsizlikle suçlayan kimi çevreler, cenaze namazının kılınmasının caiz olmayacağını dahi ileri sürdüler. Ama cenaze namazı kılındı. Tevfik Fikret -hem de İstanbul’un din bakımından en belirgin ve itibarlı semtinde- Eyüp’te gömüldü. Uzun yıllar Eyüp’te şairin kalıntıları, sonraki yıllarda Aşiyan bahçesindeki bir köşeye getirilip burada yeniden toprağa verildi.
Türk edebiyatının uzak ve yakın geçmişteki temsilcileri içinde Tevfik Fikret kadar lehinde ve aleyhinde sözler söylenmiş, yazılar yazılmış, göklere çıkarılıp yerlere batırılmış bir başka sanatçı daha yoktur.
Onun belki de en büyük kusuru olan kötümserliğini, bir yazarımız ölümünden uzun yıllar sonra şöyle çözümlemişti: “Fikret bir türlü memnun, mutlu olamayan, kendisini kötümserlikten ve yakınmadan kurtaramayan karaktere sahipti. Daima idealindeki bir kurtarıcıyı beklerdi. İsteyip özlemini çektiklerinin hemen hepsini ölümünden beş, on yıl sonra Mustafa Kemal gerçekleştirdi. Fakat düşünüyorum; Atatürk zamanını idrak etseydi acaba mutlu olur ve sızlanmalarını keser miydi? Hiç de sanmıyorum. O mutlaka bu sefer de yeni yeni üzüntü ve hayıflanma sebepleri bulurdu…” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Anıları).
EDEBİ KİŞİLİĞİ
Şiir denemelerine daha okul sıralarında iken başlayan Tevfik Fikret, önce -dönemin modasına uyarak- divan tarzında bazı manzumeler yazmış, daha sonraları gününün yaygın etkisiyle Muallim Naci’yi taklit eden örneklere yönelmişti. “Mirsad”, “Mektep” gibi dergilerde bu iki zevkte şiirler yayınlıyor, asıl yolunu açıyordu. Ona, aradığı yolun gerçek amacını gösteren, Galatasaray’dan edebiyat öğretmeni olan Recaizade Mahmut Ekrem oldu. Kendisini kolundan tutup birden Servetifünun’un başyazarlığına getirirken, okulda iken öğrettiği batılı ürünlerin benzerlerini yazmasını da salık verdi. Böylelikle Mehmet Tevfik’ten kısa bir süre içinde bir Tevfik Fikret doğmuş oldu. Bu Tevfik Fikret sadece konuda değil, duyguda ve düşüncede, dilde ve anlatımda, biçimde ve yapıda da yepyeni nitelikte ortaya çıkıyordu.
Servetifünun’un yöneticisi Tevfik Fikret’te şiir birden belirli atılımlar göstermişti. Artık şiir – her şeyden önce- sadece gözyaşı, duygusallık, sevgilinin kaşı gözü, ona karşı duyulan özlem ve ıstıraptan ibaret değildi. Şiir, toplumun ve toplumdaki türlü acılardan mustarip bulunan insanların büyüklü küçüklü dertlerini de dile getirmekle yükümlü idi. Hasta ve yoksul bir çocuk, aç ve yaşlı bir balıkçı, sakat olduğu için dilenmek zorunda kalan bir ihtiyar, yolda çiğnenmekte olan kuru bir yaprak, kendini bilmeyecek kadar içmiş bir sarhoş, sabah ezanının ürpertili yankılanışları, hatta bir bisiklet, pencereye vuran yağmur damlaları… hasılı evrendeki her şey, her şey şiire konu, belki görev olabilirdi. Tevfik Fikret öğrendikleri, okudukları, duydukları ile birlikte gördüklerini de birbirine karıştırdı; ortasında nefes alıp verdiğimiz tüm ortam uzağı ve yakını ile artık şiirin sınırları içine girebildi, girmeliydi. O da böyle yaptı. Kendisinden bir süre önce Abdülhak Hamit şiirinin konusunu ve sınırlarını zorlamış ve onu bir hayli yaygınlaştırmıştı. Şimdi o da bu yolu izleyecek ve Hamit’in çığırını daha da genişletecekti. Fikret sanat çabasını bütünüyle bu yöne yöneltti.
Ne var ki bu iç yapılara hakkıyla ulaşabilmek için dış yapıda, nazmın biçim ve kurallarında da bazı zorlamalar ve aşamalar yapmak gerekiyordu. Yüzyıllar var ki Türk şiiri çok kesin ve kanun kadar güçlü birtakım gelenekler içinde hapsedilmişti. Divan edebiyatının en güçlü sanatçıları bile bu geleneklerin dışına çıkabilmek imkanını bulamamışlardı. Gerçi bazı Tanzimatçılar bu alanda çevrelerini zorlamışlardı; ama Muallim Naci ve onun kendisinden çok daha aşırı taraftarları, bir set gibi, bunların karşısına dikilmişlerdi.
Tevfik Fikret olanı biteni iyice sezinledikten sonra harekete geçti. Beyit kurallarını, kafiye düzeni ve anlayışını, nazım biçimini cesur atılışlarla bir yana itti. Arzu vezni ki, bin yıla yakındır, Türkçenin fonetik ve morfolojik gelişmesini kösteklemişti. Fikret bu konuya da eğildi. Kelime çeşitleriyle fiil kiplerinin değişik ve kendi dil anlayışımıza göre kullanılmasını öngörerek anlamı nazma kul olmaktan kurtarıp nazmı anlama kul etti. Ferdi duygularını his ve aşk dışında bulunanlarını daha çok ele aldı. Bunlara tabiatı, yaşanmış ve yaşanacak hayatı, ülküyü ve eyleme yönelik yurtseverliği, çalışkanlığı ve fazileti kattı. Sonuç olarak lirik şiiri hamasi ve didaktik şiirle karmaştırarak yeni bir hava verdi.
O bütün bunları Servetifünun döneminde başarmaya çalışmıştı. Servetifünun’nun dağılıp susturulmasından sonra meydana getirdiği eserlere daha evrensel, daha hümanist bir çeşni kattı. Aslında umduğunun ve amaçladığının tam tersi yönde yol olacak olan Haluk, onun nazarında gelecekteki Türk gençliğinin yiğit, çalışkan ve ülkücü temsilcisiydi. Bu temsilcinin kişiliğinde Fikret, bu ikinci dönem şiirlerinde hep Türk gençliğine yöneldi. Onları yurtsever, bilimsever, ülkücü ve ahlaklı olmaya çağıran eserler verdi. İstibdada, gericiliğe ve tutuculuğa lanetler yağdırdı. Çok şeyler umduğu İkinci Meşrutiyet’ten de ülkesi ve ulusu hesabına ümitsizliğe düşünce bu kez ihtilalci nitelikte denebilecek manzumeler meydana getirdi. Onun gerek sanatta, gerek inanışta, hatalara düşmemiş olduğunu söylemek imkansızdır. Ancak ciddi ve katıksız iyi niyetinden kuşku duymaya da imkan yoktur.
Tevfik Fikret –kendi kanısınca- bu ülkede hiçbir şeyin düzelip yoluna giremeyeceğine inanarak ölüm döşeğine uzandı. Belki dine ve bazı kutsal inanışlara karşı çıkışı bile bu kötümserliği yüzünden meydana gelmiştir. Ancak belirtmek gerekir ki o hiçbir zaman tam bir yeise düşmedi. Bunun en belirgin belgesi ölüm döşeğinde, geleceğin kuşakları ve yapıcıları olan çocuklar için yazdığı şiirlerdi. Eski bir dostu olan bir eğitimci, kendisinden bu yolda bir ricada bulunduğu zaman Tevfik Fikret maddi manevi bütün ıstıraplarını bir yana iteleyip “Şermin”i hazırladı. O “Şermin” ki şairin bütün hayatı boyunca sürdürdüğü dil ve vezin anlayışının bütünüyle zıddı bir yapıdaydı. Dil son derece duru, ölçü ise hece idi. Eser, karamsarlığa değil, iyimserliğe yönelikti.
Zaman zaman aşırı duygusallıklarının, aşırı öfkelerinin, aşırı alınganlıklarının esiri olarak sürçelemiş olmakla birlikte Fikret gerçek anlamıyla ahlaklı bir insan ve ahlakçı bir şairdir. Batı’daki birçok meslektaşları ile oranlandığı zaman onun aşırı davranışlarının daima çok temiz ve çok masum kaldığını kabul etmek de zorunlu bir insaflılık olmalıdır.
Dilde, konuda, biçimde, eserinin iç ve dış yapısında kusursuz denebilecek kadar mükemmel sayılması gereken Tevfik Fikret’in en büyük kusuru Türkçesindedir. O, Osmanlı Türkçesini ne kadar iyi kullanmış, belki geliştirip zenginleştirmişse, asıl ve öz Türkçeyi de aynı oranda zedelemiş, belki geriye götürmüştü. Bunun zararı Fikret’in hem kendi sanatçı kişiliğine, hem de tarihsel Türk edebiyatına olacaktır. Çünkü o, ruhu ve anlamı ile yaşama şansına sahip bulunduğu halde -dilinin gelecek kuşaklarca anlaşılmaması yüzünden- bu şansından çok şeyler yitirmiş durumdadır ve yitirmekte de devam edecektir.
Bütün bunlarla birlikte bu büyük şairi “Belirli bir döneme damgasını vurmuş bir sanatçı” olarak anmamaya elbette imkan yoktur.
ESERLERİ
- Rubab-ı Şikeste, İst.: Alem Mtb., 1315/1900
- Tarih-i Kadim, (kaçak basım) İst., 1321/1905
- Rubabın Cevabı, İst.: Tanin Mtb., 1327/1911
- Haluk’un Defteri, İst.: Tanin Mtb., 1327/1911
- Şermin, İst.: Kanaat Mtb., 1330/1914
- Tevfik Fikret’in Bütün Şiirleri, (haz. A. Bezirci) 3 c., İst., 1984
- Dil ve Edebiyat Yazıları, (haz. İ. Parlatır) Ank., 1987
ESER ÖRNEKLERİ
TEVFİK FİKRET ŞİİRLERİ
SİS
Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim,
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim!
Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ,
Ey sahne-i zî-şâ’şaa-i hâile-pîrâ!
Ey şa’şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı
Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı;
Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret
Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet;
Ey Marmara’nın mâi der-âguuşu içinde
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde;
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir,
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir;
Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ,
Hâlâ titrer üstüne enzâr-ı temâşâ.
Hâriçten, uzaktan açılan gözlere süzgün
Çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün!
Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis;
Üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his.
Te’sîs olunurken daha, bir dest-i hıyânet
Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet!
Hep levs-i riyâ, dalgalanır zerrelerinde,
Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde.
Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffu’;
Yalnız bu… ve yalnız bunun ümmîd-i tereffu’.
Milyonla barındırdığın ecsâd arasından
Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk u dirahşan?
Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal’alı zindanlı saraylar;
Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma’bed;
Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed,
Mâzîleri âtîlere nakletmeye me’mûr;
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr;
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât;
Ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârat;
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler;
Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer
Te’mîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir;
“Geçmişlere rahmet!” diyen elvâh-ı mekaabir;
Ey türbeler, ey herbiri pür-velvele bir yâd
İykâz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd;
Ey ma’reke-i tîn ü gubâr eski sokaklar;
Ey her açılan rahnesi bir vak’a sayıklar
Vîrâneler, ey mekmen-i pür-hâb-ı eşirrâ;
Ey kapkara damlarla birer mâtem-i ber-pâ
Temsîl eden âsûde ve fersûde mesâkin;
Ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtın
Gam-dîde ocaklar ki merâretle somurtmuş,
Yıllarca zamandan beri, tütmek ne…unutmuş;
Ey mi’delerin zehr-i tekâzâsı önünde
Her zilleti bel’eyleyen efvâh-ı kadîde;
Ey fazl-ı tabîatle en âmâde ve mün’im
Bir fıtrata makrûn iken aç, âtıl ü âkim;
Her ni’meti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyı
Gökten dilenen züll-i tevekkül ki.. mürâyi!
Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtâz
İnsanda şu nankörlüğü tel’in eden âvâz;
Ey girye-i bî-fâide, ey hande-i zehrîn;
Ey nâtıka-ı acz ü elem, nazra-i nefrîn;
Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: nâmus;
Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâ-bûs;
Ey havf-i müsellâh, ki hasârâtına râci’
Öksüz, dul ağızlardaki her şevke-i tâli’;
Ey şahsa masûniyyet ü hürriyyete makrûn
Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kaanûn;
Ey va’d-i muhâl, ey ebedî kizb-i muhakkak,
Ey mahkemelerden mütemâdî sürülen hak;
Ey savlet-i evhâm ile bî-tâb-ı tahassüs
Vicdanlara temdîd edilen gûş-ı tecessüs;
Ey bîm-i tecessüsle kilitlenmiş ağızlar;
Ey gayret-i milliye ki mebgûz u muhakkar;
Ey seyf ü kalem, ey iki mahkûm-ı siyâsî;
Ey behre-i fazl ü edeb, ey çehre-i mensî;
Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeye me’lûf;
Eşrâf ü tevâbi’, koca bir unsûr-ı ma’rûf;
Ey re’s-i fürûberde, ki akpak, fakat iğrenç;
Ey taze kadın, ey onu ta’kîbe koşan genç;
Ey mâder-i hicranzede, ey hemser-i muğber;
Ey kimsesiz, âvâre çocuklar… hele sizler,
Hele sizler…
Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!…
RÜCU
Hayır, hayır, sana râci’ değil bu tel’inât,
Bütün bu levm ü teellüm, bu ibtikâ-yi hayât.
Hayât’i milleti ta’zib eden, muhakkar eden,
Çamurlıyan ne kadar levs varsa hep birden
Kucaklamış, taşımış bir muhite aiddi;
O mel’anet gecesinden uzaktayız şimdi.
Karıştı leyl-i musibet leyâl-i nisyana,
Açıldı gözlerimiz bir sabâh-ı rahşâna.
Sen, ey muhît-i teceddüd, o leyl-i menhûsun
Seninle nisbeti yok; sen şereflisin, ulusun.
Ne sis yüzünde ne zül; bilâkis, safâ vü vakaar,
Doğan güneş gibi sâfî bir infilâkın var.
Ufukların bütün enzârı sende, pür-hayret;
Bugün senin medeniyyet, müsâlemet, safvet
Adâlet istiyen âvâz-ı hak-nümûnunla,
Bugün senin harekâtın veya sükûnunla,
Takarrür eyliyecektir huzûr-i istikbâl;
Senin selâmet-i fikrin demek selâmet-i hâl!
Güzel düşün. İyi hisset, yanılma, aldanma.
Ne varsa doğrudadır, doğruluk şaşar sanma.
Koş ittihâda, teâliye, sa’ye, ikbâle;
Fakat unutma ki yol intizâm-ı meşvetle
Yakınlaşır, kısalır… Doğru at adımlarını;
Düşün; bugünkü adımlar hazırlıyor yarını!
Ve siz, ey ordumuzun anlı şanlı efrâdı,
Siz ey güzel vatanın bergüzîde evlâdı,
Siz ey küşâde alınlar, güzîde vicdanlar,
Siz ey yürekli ve aslan yürekli insanlar!
İçimde şimdi ne hisler, nasıl temenniler,
Ne neş’eler coşuyor, bilseniz, ne vecd-âver
Terâneler coşuyor… Bunların hâkir ü güzîn
Meâli şi’ri sünühâtı, rûhu, lâfzı sizin;
Sizin ne varsa sizin; hepsi hepsi hepsi sizin!
AVENG-İ TESAVİR’DEN
FUZULİ
Gözünde şule-nüma mihr-i ateşin-i Irak;
Bakışlarında hüveyda hazin bir istiğrak
Dehaya nasiye-i safı merkez-i işrak
Soluk dudakları pür-lerziş-i surud-i firak
Eserlerinde bu sevdalı çehredir zahir
Bu çehre, bence, Fuzuli’ye pek münasiptir
Bu çehre, çehre-i gam, çehre-i muhabettir;
Muhabbetin ona te’siri pür-garabettir
Sever ve sevdiği hep dert, hep musibettir
Safası, neş’esi yoktur; bütün küdurettir
Feza-yı ruhuna bir ebr-i girye taridir
Gülümsüyorsa, emin ol ki, ıztıraridir.
Zaman zaman kapılır gamlı bir teselleya
Dalıp gider nazar-ı kalbi leyl-i sevdaya
Dökerse hakine bir sevr-i nazenin saye
Olur bu ruhu için bir neşat-ı bi-gaaye
Bütün emelleri gönlünden eylemiş ib’ad
“Ne verseler ana şakir, ne kılsalar ana şad.”
Lisan-ı hasreti lakin şikayet-efşandır
Dönünce firkate, alem gözünde zindandır
Cihana geldiğinde an-be-an peşimandır
Refika-i seferi bir peri-i giryandır.
Onun peyinde gezer daima harabeleri;
Onun gözüyle hep ağlar görür sahabeleri
ABDÜLHAK HAMİD
Açık bir cebhe, munis bir nazar, bir fıtrat-ı mahrem
Feza-yı bi-nihayesiyle, ebhar ü cibaliyle,
Füruğ-ı şuh-i eshariyle, zulmani leyaliyle,
Bütün volkanlarıyla, berk u ra’d-ı pür-celaliyle,
Şuun-ı reng-reng-i inşirah ü infialiyle
O fıtrat pür garaib bir tecelli-gah, bir alem!
Tabiatten büyük bir alem-i külliyet-i azdad:
Uçar bal-i hayal açmış hakikatler semasında;
Okur eş’ar-ı ulvi bir leb-i sakit havasında
Durur bir mübhemmiyet en celi tal’at-likaasında
Gezer tayf-ı mukaabir, ruhların zıll-ı ridasında
Geçer hengameler mes’ud u muzlim, şatır u na’şad
Mualla bir derinlik şi’r-i Hamid, şi’r-i vecd-aver
Deha, ey neyyir-i esrar-ı füshat-zar-ı ilhamın
Senin pişani-i Hamid midir evreng-i aramın?
Güler ey dahi-i a’zam serin fevkinde ecramıni
Olur meşhud-ı fikrim yade geldikçe büyün namın
Derin bir cevv-i lahuti, geniş bir darbe-i şehper…
HALUK’UN VEDAI
Sen tren, ben vapurda pür-temkin
Atılırken— sen İskoç illerinin
Sisli, yağmurlu, karlı buzlu, fakat
Cidd ü himmet, vakaar ü hürriyyet
Dolu peyguule-i temeddününe,
Bense nâzende Bosfor’un köhne,
Köhne, âvâre, bî-haber, bî-zâr,
Belki cennet kadar tarâvet-dâr,
Fakat âlûde-yi kelâl ü kesel
Bir kenarında münharif, muğfel
Bir hayâtın firâs-ı uzletine,—
Ne düşündüm, bilir misin? Şu nine,
Şu sahi toprak, en sonunda… yazık,
Bunu benden mi duymalıydın!.. Arık
Ve bakımsız harâb olup gidecek.
Acı şeyler, Halûk, fakat gerçek!
Hani bir gün seninle Topkapı’dan
Geliyorduk; yol üstü bir meydan,
Bir çınar gördük; enli, boylu, vakuur
Bir ağaç; hiç eğilmemiş, mağrur :
Koca bir gövde; belki altı asır,
Belki ondan da fazla, dalgın, ağır,
Kaygısız bir ömür sürüp gelmiş;
Öyle serpilmiş, öyle yükselmiş,
Ki civarında kubbeler, damlar
— Ser-te-ser secde-gîr-i istiğfar —
Onu hasyetle seyreder gibidir.
Duyulan hep onun menâkıbidir,
Görülen hep odur uzaklardan;
Bu mehâbetli gövde çırçıplak,
Ne yeşil bir filiz, ne bir yaprak…
Kuruyor; âh, pek yazık! Şu derin
Serha böğründe belki bir hâin
Baltanın, bir gazablı yıldırımın
Zehridir… Söyle, ey çınar, bağrın
Hangi odlarla yandı? Hangi siyah
Kurt içinden kemirdi? Hasta, tebâh,
Seni kim şimdi bağlayıp saracak?
Kim şifâlar verip de kurtaracak?
Şu dönen kargalar başında senin,
Söyle, bunlar mıdır zehirleyenin?
Söyle, ey muztarib vatan, bildir:
Çektiğin hangi kanlı seyyiedir?..
Bu geçit işte böyle dar, mu’vec;
Ey setaretli yolcu, sen yürü, geç.
Sen bu menhelde kalma, sıçra, atıl,
Bir ziya kârbânı bul ve katıl.
Gez, dolaş, kâinât-ı efkârı,
— Dâima önde, dâima yukarı! —
Pür-tehâlûk, hayât ü kuvvetten
Ne bulursan bırakma: san’at, fen,
İ’timâd, i’tinâ, cesaret, ümîd,
Hepsi lâzım bu yurda, hepsi müfîd.
Bize bol bol ziya kucakla, getir:
Düşmek etrafı görmemektendir.
Elveda, ey sevimli yolcu!
Gecen, Gündüzün dâimâ yüzün gibi şen,
Rûh-ı safın kadar besûs olsun;
Geçtiğin yer çiçek, çemen dolsun..
Elveda, ey şerefli yolcu! Hayât
Bir karış yol; fakat süûn, akabât
Onu her gün biraz büker, uzatır.
Ey setâretli yolcu, gün kısadır,
Gece ba’zan mahûf olur; lâkin
Sen cesur ol, gayur ol. En sakin
Yolculuk uykudur. Büyük kuşlar
Yenecek dalga, yok, kasırga arar.
İşte bir yol ki hep çakıl ve diken;
Geçeceksin yarın bu yoldan sen…
Geçeceksin, ayakların yorgun,
Ellerin serha serha, bağrın hûn,
Fakat alnın açık, yüzün handan,
Gözlerin ufka feyz ü nur akıtan
Bir tecellîye müncezib, meshûr…
Sen koşarsın, o tayf-ı nûr-â-nûr
Yaklaşırken uzaklaşır; çılgın
Bir tehalükle sen kucaklarsın,
O kaçar; kolların açık, meshûf
Atılırsın; o tâ uzakta mahûf
Bir dikenlikte gizlenir ve güler;
Sen koşarsın, kırık, ezik, muğber,
Ellerin serha serha, bağrın hûn;
Büsbütün tesne, büsbütün yorgun.
Sen yoruldukça yol uzar, artar;
Çalı dişler, taş ağrıtır, yırtar;
Çırpınır her dikende bir parçan…
Yine sen, pür-emel, önünde uçan
O esiri hayâli kapmak için
Atılır, yırtılır ve inlersin.
Varsın uçsun, bugün değilse yarın
O senindir, mükedder olma sakın.
Koşan elbet varır; düşen kalkar;
Kara taştan su damla damla akar,
Birikir, sonra bir gümüş göl olur;
Arayan hakkı en sonunda bulur…
Bunu hürmetle dinle; mazinin
Bu derin seslerinde bil ki senin
Bütün âtî-i sâkitin yaşıyor.
Oku hep ser-nüvist-i âlemi, sor
Bütün esrâr-ı istifasından.
Sana, bak, nev’inin bakaasından
Bahsederken beşer ne anlatacak:
Yaşamak hak, yaşatmamak… o da hak.
Adem evlâdı bıkmamış cidden
Ne ezilmek, ne hakkı ezmekten.
Duymamış hiç bu işte yorgunluk;
Bir tesekkî, hemen tokat, yumruk.
Yumruk elvermemiş, topuz vurmuş;
«Hak!» diyen ağzı tasla susturmuş.
O da kâfi değil, bugün karalar
Ve denizler zehirli kumbaralar,
Bombalar, güllelerle mâl-â-mâl.
Biraz âciz misin, zebun musun, al
Bir tokat, bir topuz, ya bir gülle;
İşte hakkın… Fakat güzel belle:
Sen de bir gün, cihan bu, kendinden
Daha âciz biriyle istersen
Aynı dilden tekellüm eylersin;
Sen de en gür belâgatinle sesin
Çıktığı, yettiği kadar gürler
Ve yakarsın… Semâ da şimşekler,
Yıldırımlarla aynı dersi verir:
Bütün âlem esir-i kuvvettir.
Buna razı değil ukuul, elbet
Haktadır, haktır en büyük kuvvet.
Dün sönük titreyen bu şübhe yarın
Bir müsa’sa’ hakikat… Ey yarının
İnkılâb ordusunda çarpışacak
Kahraman, öğren işte kuvvet = hak!
Ve bu düştûr elinde, bî-pervâ
Yürü, dünyâyı fetheder bu liva.
Düne bir kerre bak: düşen, kalkan,
Hep delilinde haklı; hakkı yakan
Yine haktan alınma bir su’le;
Hakka baş kestiren kılıçta bile
Parlayan hak… Fakat senin kılıcın
Hakka sıyrılmasın, ya çarpılsın!
Beklerim bir zafer esasen ben
Kılıcından ziyâde kalbinden.
Ey Bizans’ın çürük, sukuut-âlûd
Kollarından, pür-istiyâk-ı suûd,
Sıyrılan yolcu, bakma arkana hiç;
Seni bir lâhza etmesin tehyiç
Onun ahlâkı solduran nazarı.
—Dâima önde, dâima yukarı!—
İşte fermân-ı azm ü pervâzın.
Uç git, eflâk-i sun’u i’câzın
Bütün etbâk-ı sârikında dolaş;
Fers’i geç, Ars’ı atla, Sidre’yi aş,
Gör ne var maverada ibret-hîz,
İ’tilâ; —ictirâ;— rehâ-engiz…
Topla, fırlat ne varsa, taş, iğne,
Şu muhitin şer-i rehavetine.
O biraz belki canlanır, ve senin
Zahmetin, himmetin, ve fazlın için
Koyar elbet vatan, bu hasta nine
Bir sıcak buse terli nâsiyene!..
YAŞAMAK AŞKI
Saf ü masum, sanki bir zambak
O kadar saf idim ki fikrimden
Geçebilseydi bir gün aldanmak
Yaşanmaz, mahvolur giderdim ben
O zamanlar bu en kolay şeyi
Tıpkı bir zambağın mematı gibi
Soluvermek; fakat bugün, şimdi
Şu soğuk toprağın hayatı gibi
Solmayan bir hayata müftakirim
“Har ü muğfil, fakat hayat olsun”
Diyordum. Şimdi hatırım, fikrim
Hep şu müz’iç ümid elinde zebun
Yaşamak… Başka bir ihtiyacım yok
Yaşamak, hem çocukça aldanarak
Öyle yıllarca daima birçok
Zar ü mağlul u muhtazır yaşamak!
Büyüyor cism-i nev-hayatiyle
Sarışın, tatlı bir çocukcağızın
Yaşamak aşkı bende her emele
Olacak melce-i yegane yarın
KENDİ KENDİME
Bir buçuk, işte bir buçuk saat
Bir küçük, ruhsuz neşide için
Bu kadar sa’y, i’tina, zahmet
Topu bir kıt’a ya kaside için
Ah ey piş-istifademden
Bi-tavakkuf uzaklaşan mevecat
Ey mübarek dekaayıklar, sizi ben
Böyle kaybeylemekteyim, heyhat!
Bilirim; bir nefeste, bir demde
Koca bir kainat-ı zinde doğar
Canlanır bir hayat, bir hilkat
Öyle zi-ruh var ki alemde
Bir buçuk saatin içinde doğar
Yaşar, itmam-ı ömr eder. Heyhat!
TARİH-İ KADİM
İşte, der, insanoğlunun geçmiş hayatı bu.
Ve başlar bize maval okumaya.
Ninniler uydurup uyutur bizi
dedelerimizin derin boşluklar içinde, uzun,
zifiri karanlık hayatından.
Gösterir bize evvel zamanı,
tek doğru, en güzel örnek, der.
Bakarsın gelecek günlerin farkı yok geçen geceden.
Senin tarih dediğin işte budur,
alnında altı bin yıllık buruşuklar
ve bir o kadar da kuşku.
Başı geçmişe bir düşe değer,
sürünür ayağı bomboş bir geleceğe,
bir deri bir kemik,
ayakta zorla durur.
Ben hiç tiksinmem ondan,
karşıma alırım onu arada bir,
anlat bakalım, derim, şu eskilerden.
Bir parça feylesofa benzer o,
bir parça sırtlana benzer,
berbat suratıyla da bir hortlağa.
Yoklar mezarını unutulmuş gecelerin,
başlar paslı, boğuk bir sesle
bir bir bana anlatmaya,
sırasıyle, ne olmuş ne bitmişse:
Hep yıkım üstüne yıkım,
acı üstüne acı!
Ne vakit geçse anlı şanlı bir ordu,
çöküverir ağır gölgesi bir bulutun,
kanlar yağar dört bir yana.
En başta bir kanlı bayrak.
Kanlı bir taç gelir arkasından.
Sonra araçlar sökün eder kan içinde:
Balta, topuz, yay, kılıç, mızrak,
mancınık, top, tüfek, sapan.
Arada, kanlı komutanlar ve savaş birlikleri.
En son alay alay esirler geçer.
Yenen bir kişiye yenilen on kişi,
çiğneyen haklı, yiğnenen hapı yuttu.
Yıkımlara, acılara alkış tut,
yüksekten bakanlar önünde eğil,
insafla birdir aşşağılık ve namussuzluk,
doğruluk lafta, yürekte değil,
iyilik ayaklarda, kötülük kucaklarda.
Bir gerçek var, tek bir gerçek:
Eli kolu bağlayan zincir.
Bir tek şey var sözü geçen: yumruk.
Hak güçlünün, kötünün yanı.
Uzun lafın kısası:
Ezmeyen ezilir!
Nerde bir şeref var, iğreti.
Nerde bir mutluluk var, yama.
Bir şeyin ne başına inan ne sonuna.
Din şehit ister, gökyüzü kurban.
Her yanda durmadan kan akacak,
durmadan her yanda kan!
İşte böyle inler, sayıklar o,
anlatır insanoğlunun bu belalı ömrü
ne yolda, nasıl sürdüğünü.
Bakarım iskeletin kanlar köpürür dişlek ağzında.
Duyarım sesinin titreyen kuyusunda
yankısını korkunç bir iniltinin,
ben de başlarım birdenbire titremeye,
toprak da tiksintiyle titremiş gibi gelir bana.
Savaşın gürültüsü, patırtısı, indir artık
indir bu acıklı sahnenin perdesini!
Dinsin sonu gelmeyen bu karışıklık!
Sen de, gelenekçi iskelet,
yazdığın kara yazılara bir son ver,
aydınlığa susadık biz, aydınlığa susadık.
Uzun karanlıklar içinde uyumak isteyen mi var?
Bizden iyi geceler onlara,
bizden onlara iyi uykular!
Kimsin, ey gölge, kendinden geçmiş,
koşuyorsun karanlıklara doğru?
Kanla oynamış gibisin,
kırmış geçirmişsin insanoğlunu.
Sen buna kahramanlık mı dedin?
Onun kökü kan ve hayvanlık be?
Şehirler çiğne, ordular dağıt,
kes, kopar, kır, sürükle,
ez, vur, yak ve yık.
Yalvarmalara yakarmalara boş ver,
gözyaşlarına iniltilere aldırma.
Ölümle, acıyla doldur geçtiğin yeri,
ne ekin ko, ne ot ko, ne yosun.
Sönsün evler, sürünsün insanlar orda burda,
kalmasın alt üst olmayan hiçbir yer,
mezar taşına dönsün her ocak,
damlar çöksün yetimlerin başına.
Bu ne alçaklık böyle bu ne namussuzluk!
Hey bana bak, başbuğ musun ne?
Yerin dibine bat, cakanla gösterişinle!
Her başarı bir yıkım bir mezarlık,
işte bir yavrucak yatıyor şurda,
ey cihangir, onu gör de utan!
Devril, bağımsızlığın eskimiş tahtı, devril,
nice acılar verdin bütün insanlara,
inim inim inlettin bütün insanları.
Parçalan, kararmış tac, tuz buz ol,
hep senin yüzünden yoksulluğu insanların.
Göz yaşından incilerin nerde hani?
Nasıl da yosun tutmuşlar, bi görsen!
Eski çağlar nasıl kanmış size?
Ey kan içen kargalar,
bütün karanlıklar sizinle dolu!
Artık yeter fikri susturduğunuz,
yerini hiç bir şey tutamaz bu dünyada
zincirsiz, kelepçesiz yaşamanın.
Hadi gidin tarih korusun sizi,
-haydutlara en iyi sığınaktır gece-,
gidin, yok olun siz de o mezarlıkta.
İşte müjdelerin en güzeli,
işte en gerçek özgürlük
düşümüzdeki gelecek çağlarda:
Ne savaş, ne savaşan, ne salgın,
ne saltanat, ne yoksulluk, ne ezen, ne ezilen,
ne yakınma, ne de zulmün kahrı,
ne tapılan, ne tapan,
ben benim, sen de sen!
Ey soyulan iskelet, kimse bilmeyecek o zaman,
kimse bilmeyecek senin sayıp döktüklerini,
savaş ne, karışıklık ne, zafer ne, anlaşma ne?
Belki duyulmadık bir öykü,
belki korkunç bir masal.
Çok sürmez köhne kitap,
fikri gömen sayfaların
bugün olmazsa yarın yırtılacak.
Ama kim yapacak dersin bu işi?
Bu öyle büyük, öyle kocaman bir devrim ki,
hangi güç kalkar, ben yaparım der?
Yerlerin ve göklerin sahibi mi?
Tamam, işte oldu şimdi!
Yeri göğü elinde tutan o kibirli,
o somurtkan ve dokunulmaz.
Bütün bu kavgalar onun yüzünden değil mi?
Gökyüzü, sen söyle,
yüzyıllarca sel gibi akan su,
– şimdi esrik bir ağzın türküsü,
kuru sesi zindandaki bir adamın,
iç açan bir söz ya da yakan bir söz şimdi,
bir geniş “oh!”, bir derin “eyvah!”,
bir yakarış, bir övgü,
Şimdi tüy gibi bir rüzgar,
Şimdi ağzın bir kasırga.
Dokunaklı bir yakınma şimdi,
sabredemeyen bir başa kakma,
bir titreme, bir çan sesi,
bir savaş davulunun gümbürtüsü,
için için ağlamasi çaresizliğin,
kahrın iyilikbilir kişnemesi,
bir söylev, apaçık, gürül gürül,
Şimdi utangaç ve hasta bir yalvarış,
bir rahatlık bir iç sıkıntısı,
Şimdi korkunç bir haykırma –
bütün bu karman çorman gürültü patırtıyla
inleyen boş kubbe, sen söyle!
Sen ki her sesi yankılayansın,
söyle, bu bir sürü boş çabalama içinde,
daha yukarlardaki şu tanrı katına
hangi sesin yankısı varabilmiş ki?
Hangi dua kabul olmuş bugüne dek?
Binlerim seni, göklerin tanrısı,
din ulularından dinlerim seni:
“Ne benzer var, ne noksanı,
canlı ve ölümsüz ve her şeye gücü yeten ve yüce.
Odur veren yiyeceği içeceği,
düşleri gerçek yapan o,
bilen, haberi olan, kahreden ve öç alan,
açık, kapalı her şeyi duyan ve anlayan,
el uzatan yoksullara ve çaresizlere,
her zaman her yerde bulunan ve her yeri gören…”
Seni böyle övüp duruyorlar işte.
Oysa senin en üstün özelliğin ne,
“Ortaksız” oluşun değil mi?
Kaç ortağın var şu bataklıkta, bir bak.
Topu ölümsüz ve her şeye gücü yeten ve kahreden.
Ve topu ortaksız ve tek.
Ve topunun buyruğu yasağı ve saltanatı var,
ve topunun yukarlarda bir gökyüzü.
Bütün ordan gelir yüreğe doğan.
Topunun güneşi, ayı, yıldızları var,
ve topunun görünmez bir tanrısı.
Topunun adanan bir cenneti var,
ve topunun bir varlığı, bir yokluğu,
ve topunun saygıdeğer bir peygamberi.
Ve topunun cennetinde körpecik güzel kızlar yaşar.
Ve topunun cehenneminde birer lokmadır insancıklar.
Tanrılar ne derse onu yapacak halk,
sabırla ve kahırla olacak iki büklüm.
Ama tanrılar ne derse onu yapacak.
İnanasım gelmiyor bunların hiçbirine.
“Ne bileyim?” diyor kime sorsam.
Hepsi bir kuruntu mu bunların yoksa?
Belki aldanmak yaşamanın bir gereği.
Belki de hepsi de doğrudur, kim bilir,
belki ben hiç bir şeyin farkında değilim,
karıştırmaktayım “yok” la “var” ı.
Kusurum ne? Kuşkuda olmak mı?
Kuşku koşmaktır aydınlıklara doğru.
İnsan aklıdır eninde sonunda gerçeği bulacak olan.
Belki de yok olacağız bir gün topumuz birden.
Kimbilir, öbür dünya belki de var.
Madem bu beden o ölümsüzün işi,
ne diye kıvranır durur bin türlü dert içinde?
Hadi diyelim aslımız toprak bizim,
sen gel onu kederden bir çamur yap.
– her yeri kanla, göz yaşıyla dolu –
insaf be, bu kadarı da olur mu?
Sen gel hem yoktan var et,
sonra da ettiğini boz, kötüle.
Hiç bir yaradandan ummam bunu:
Yaradan yok eder, ama perişan etmez!
En zorlu düşmanın işte, tanrı,
boğmak ister seni ulu katında,
çok iyi tanırsın sen o yılanı,
onun kızgın zehrinden bir vakitler bize
bir tadımlık vermiştin hani.
Kuşku! En zalim en güçlü düşman.
Bunu ya bildin ya koydun kafamıza,
ya da bilemedin işin nereye varacağını.
“şeytanlık, düzen, sapıklık” denen şey var ya,
bugün yerinden yurdundan edecek seni o.
Tapınağında ışıklarını söndürüyor,
elleriyle parçalıyor heykelini.
Sense, iler tutar yerin kalmamış,
göçüp gidiyorsun olanca gücünle.
Burçlarında yıkılmalar falan hani?
Nerde hani gümbürtüsü yıldırımlarının?
O kızgın soluğun hani nerde?
Ne cehennemlerinde bir kaynama var?
Ne büyük acını gören bir göz.
Ne de kulaklarda dokunaklı bir çınlama.
Oysa bir ufak parçası kopsa insanın,
bir sızlanma olur, duyulur bir ağlaşma.
Sen Yeryüzü ve Gökyüzü’nle göç gir de,
bir inilti bile duyulmasın ortalıkta.
Tam tersi, kahkahadan geçilmiyor.
Zaten yalana ağlasa ağlasa,
bir ikiyüzlüler ağlar,
bir de ahmaklar.
KAYNAKÇA: : H. Z. Ülken, Tevfik Fikret, İst., 1941; A. Gölpınarlı, Tevfik Fikret ve Şiirimiz, İst., 1941; R. T. Bölükbaşı, Tevfik Fikret, İst., 1945; K. Akyüz, Tevfik Fikret, Ank., 1947; İ. H. Ertaylan, Tevfik Fikret: Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri, İst., 1963; M. Kaplan, Tevfik Fikret: Devir, Şahsiyet, Eser, İst., 1971; Necatigil, İsimler, 359-360; Acaroğlu, 250-253; Özkırımlı, TEA, IV, 1120-1121; Memet Fuat, Tevfik Fikret: Yaşamı, Düşünce Dünyası, Sanatçı Kişiliği ve Seçme Şiirleri, İst., 1995; S. Sertel, İlericilik Gericilik Kavgasında Tevfik Fikret, İst., 1996; H. Akay, Yeni Türk Şiirinin Kurucularından Tevfik Fikret, İst., 1998; İ. Parlatır, “Tevfik Fikret”, TDEA, VIII, 330-338; A. Uçman, “Tevfik Fikret”, YYOA, II, 618-622