HAYATI

Roman ve öykü yazarı. 1884’te Gönen, Balıkesir’de dünyaya geldi. 6 Mart 1920’de İstanbul’da yaşama veda etti. Ayas, Camsâp, C. Nazmi, C. Nizami, Ç. Kemal, F. Nezihi, Feridun Perviz, Kâf-ı Farsi, Kaygusuz, M. Enver, M. Enver Perviz, Ömer, Perviz, Süheyl Feridun, Şit, Tarhan, Tekin imzalarını da kullandı. Kafkasya kökenli bir aileden gelen Binbaşı Ömer Şevki Bey ile İstanbullu bir ailenin kızı olan Fatma Hanım’ın oğlu. İlköğrenimine Gönen’de, “And” adlı öyküsünde söz konusu ettiği mahalle mektebinde başladı. Bir süre, babasının şube başkanı olarak atandığı Ayancık’taki sıbyan mektebine devam etti. Babasının sık sık yer değiştirmesi yüzünden iyi ve düzenli bir öğrenim yapamayacağı kaygısıyla 1892’de annesiyle birlikte İstanbul’a gönderildi ve Aksaray’da Yusufpaşa Yokuşu’ndaki Mekteb-i Osmani’ye yazdırıldı. Diğer okullara göre daha modern bir eğitim sisteminin uygulandığı bu okulda biraz da Fransızca öğrendi. Ancak babası kendisi gibi oğlunun da asker olmasını istediği için bir süre sonra bu okuldan alınarak Eyüp Askeri Baytar Rüştiyesi’nin sadece subay çocuklarının alındığı “sınıf-ı mahsus” şubesine yatılı olarak gönderildi (1893). Dört yıl okuduğu bu okulu bitirdikten sonra Kuleli Askeri İdadisi’ne gitmesi gerekirken Edirne Askeri İdadisi’ni tercih etti (1896). İlk edebi zevkinin uyandığı bu okulda Aka Gündüz’le tanışıp arkadaş oldu. Yine burada iken bir kısım edebi akımları izlemeye ve küçük bazı şiir denemeleri yapmaya başladı. Askeri İdadi’yi bitirdiği 1900’de “Yâd” adını taşıyan bir manzumesi Mecmua-i Edebiye’de yayımlandı. Edirne’den sonra yeniden İstanbul’a gitti ve Harbiye Mektebi’ne girdi.

Harbiye’de kavgacı, sporla uğraşan ve mert bir delikanlı olarak tanınan Ömer Seyfettin bir ara arkadaşlarından biriyle yaptığı kavga yüzünden okuldan atılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı; ancak Makedonya İhtilali’nin çıkması dolayısıyla döneminin erken mezun edilmesi sayesinde okuldan uzaklaştırılmaktan kurtuldu. Ağustos 1903’te, mülazım-ı sani rütbesiyle Harbiye’den mezun oldu ve merkezi Selanik’te bulunan 3. Ordu’nun İzmir’deki Redif Fırkası’na gönderildi. Oradan Kuşadası Redif Taburu’na geçti. Dört yıla yakın bir süre kaldığı bu görevinde, yalnız geçen günlerini edebiyatla doldurmaya çalıştı. Bu sırada yazdığı bazı şiirleri Selanik’te çıkan Kadın ve Bahçe dergilerinde yayımlandı. 1907’de İzmir’de yabancıların denetiminde kurulan Jandarma Zabitan ve Efrad Mektebi’ne din dersi hocası olarak atandı. Bu sırada İzmir’de edebi ve kültürel faaliyette bulunan Türkçü Necip, Şahabettin Süleyman, Yakup Kadri ve Baha Tevfik gibi yazarlarla tanıştı ve dostluk kurdu. Fransızca çalışmalarını hızlandırdı, bir yandan da öyküler yazmaya başladı.

II. Meşrutiyet’in (1908) ilanından sonra mülazım-ı evvel (üsteğmen) rütbesiyle 3. Ordu’nun Selanik’teki bir nizamiye taburunda görevlendirildi. Burada iki yıl kadar Manastır, Serez, Pirlepe, Razlık, Cuma-i Bâlâ, Babina, Demirhisar ve Köprülü gibi sınır köy ve kasabalarında çete takibi yaptı. Bu sırada Balkan kavimleri arasındaki milliyetçilik duygularının nasıl uyanmaya başladığını yakından görme fırsatı buldu; bütün bunlar onda ulusal duygu ların iyice gelişmesinde ve kökleşmesinde etkili oldu. İleride kaleme alacağı birçok öykünün malzemesini burada topladı. Ancak Makedonya sınırında Yakorit köyünde bölük komutanlığı yaptığı sırada tanık olduğu bir kısım olaylar onu askerlik mesleğinden büsbütün soğuttu. Sınır boyundaki askeri göreviyle birlikte edebi çalışmalarını da sürdürdü. Bir yandan Selanik ve Manastır’da çıkan Kadın, Bahçe, Hüsn ve Şiir, bir yandan da İstanbul’da çıkan Aşiyan, Zekâ ve Musavver Hale gibi dergilerde “Perviz” takma adıyla şiir ve öykü denemeleriyle bazı yazılar yayımladı. Bir yandan da Ali Canip ile sık sık mektuplaşıyor, onunla dönemin edeb O sırada Ali Canip, Âkil Koyuncu’nun aracılığı ile, Selanik’te Hüsn ve Şiir adıyla yayımlanan derginin Genç Kalemler adı altında çıkmasını sağladı ve Ömer Seyfettin’in de derginin yazar kadrosuna katılmasını istedi. Bunun üzerine Ömer Seyfettin, dilde ve edebiyatta yeni bir hareketin öncüsü olarak dergiye “Yeni Lisan” başlığıyla bir yazı gönderdi. Derginin 11 Nisan 1911 tarihli sayısında imzasız olarak yayımlanan ve milli edebiyat akımının bir tür bildirgesi kabul edilen bu yazı daha sonra bir dönüm noktası olarak nitelendirildi. Ömer Seyfettin bir yandan dilde sadeleşme konusundaki görüşlerini açıklarken, bir yandan da bu görüşler doğrultusunda halkın anlayabileceği bir dille öyküler yazmaya başladı. Bu anlayışın ilk örneği Genç Kalemler’de yayımlanan “Bahar ve Kelebekler” adlı öyküsüdür. Aynı yıl Ziya Gökalp’in İttihat ve Terakki Fırkası’ndan sağladığı para ile tazminatını ödeyerek ordudan ayrıldı ve yazarlık hayatını sürdürmek üzere Selanik’e yerleştii sorunlarını tartışıyordu.

Ancak Trablusgarp Savaşı’nın hemen arkasından Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine yeniden askere çağrıldı ve Garp Ordusu’nun 39. Alayı’nda görevlendirildi. Önce Komanova’da Sırplarla, daha sonra Yanya’da Yunanlılarla savaştı. Yanya Kalesi’nin savunması sırasında Yunan kuvvetlerine tutsak düştü (20 Ocak 1913) ve bir yıl kadar Atina yakınlarındaki Nafliyon kampında esir kaldı. Tutsaklığı sırasında da boş durmadı ve yazdığı öyküleri Ali Canip vasıtasıyla Tanin gazetesiyle Türk Yurdu’nda yayımladı. 17 Aralık 1913’te İstanbul’a döndü, Ali Canip ve Ziya Gökalp’in aracılığıyla Türk Sözü dergisinin yönetimine geçti. Burada farklı dil ve edebiyat anlayışı do layısıyla Edebiyat-ı Cedide mensuplarıyla polemiklere girişti. Ancak bu işten elde ettiği para ile geçinmesi mümkün olmadı; bazı mizah dergilerinde mizahi öyküler yayımlamak zorunda kaldı, Kabataş Erkek Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yapmaya başladı (1914). Bu sırada çok sevdiği annesinin ölümü ile büyük ölçüde sarsıldı ve bir aile kurma arzusu duydu. Bunun üzerine ertesi yıl Dr. Besim Ethem Bey’in kızı Calibe Hanım’la evlendi (1915). Bir yıl sonra bu evlilikten Güner adındaki kızı dünyaya geldi. Ancak bütünüyle alafranga bir eğitimle yetiştirilmiş olan Calibe Hanım’la uzun süre yaşayamadı; aradığı mutluluğu bulamayınca ayrılmak zorunda kaldı (5 Eylül 1918).

Boşandıktan sonra oldukça sıkıntılı günler geçirdi; bu sırada Kalamış koyundaki küçük köşklerden birine yerleşti ve münzevi bir hayat sürmeye başladı. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisi, ardından Mondros Mütarekesi’nin imzalanması onu derinden etkiledi. Bütün olumsuz şartlara rağmen yine de edebiyatla olan ilişkisini kesmedi. “Münferit Yalı” adını verdiği Kalamış’taki evine sohbet toplantılarına gelenler arasında Yusuf Ziya, Salih Zeki, Reşat Nuri, Halit Fahri, Ahmet Rasim, Aka Gündüz, Yakup Kadri ve Fuad Köprülü gibi tanınmış isimler de bulunuyordu. Bu sırada, Ziya Gökalp’in milliyetçi görüşleri doğrultusunda yayın hayatına giren Yeni Mecmua’da, halkın moralini yükseltmeye yönelik, ulusal ve tarihsel öyküler yayımladı. Ayrıca Vakit ve Zaman gazeteleriyle mizah dergisi Diken’de yazılar yazdı.

İlk belirtileri 1917’de yorgunluk ve bezginlik şeklinde başlayan hastalığı, ülkenin içinde bulunduğu bunaltıcı havanın da etkisiyle kısa zamanda ilerledi. İstanbul’un işgal edilmesi, kendisinin de yandaşı olduğu İttihat ve Terakki Fırkası önderlerinin bir kısmının memleketi terk etmesi, bir kısmının tutuklanıp sürgüne gönderilmesi onu psikolojik bakımdan derinden etkiledi. 22 Şubat 1920’de, bir daha kalkmamak üzere yatağa düştü. Nevralji teşhisiyle kaldırıldığı Haydarpaşa Hastanesi’nde yapılan bütün müdahalelere rağmen 36 yaşındayken öldü; yapılan otopsi sonucunda şeker hastalığından öldüğü anlaşıldı. Önce Kadıköy Kuşdili’nde Mahmut Baba Mezarlığı’na defnedildi, fakat 1939’da bu mezarlığın kaldırılması üzerine Zincirlikuyu Mezarlığı’na nakledildi. 1991’den bu yana adına Gönen Belediyesi ile Türk Edebiyatı Vakfı tarafından “Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması” düzenlenmektedir.

EDEBİ KİŞİLİĞİ

Ömer Seyfettin’in “Edebiyat-ı Cedide” yazarlarını küçümsediği, onları yazar olarak benimsemediği kanısı yaygındır. “Yeni Lisan” ve “Milli Edebiyat” akımlarının öncüsü olarak, onlarla çatışmalarının sonucu olan bu kanı, oldukça yanlıştır. Sonradan hangi düşüncelere bağlanmış ve katılmış olursa olsun, onun edebi eğitiminin temelinde, çok güçlü bir “Edebiyat-ı Cedide” tabakası vardır. Hikayelerini yazılış ve yayınlayış tarihlerine göre sıralarsak, bu gerçeği açıkça görürüz. Onun “Bahar ve Kelebekler” adlı hikayesi, hem dil ve anlatımı, hem de edebi zevki yansıtan muhtevası bakımından, ondaki bu etkileri göstermektedir. Üstelik “Milli Edebiyat” akımının karşısında olan Cenap Şahabettin, bu hikayeyi, yeni akımın başarılı bir örneği olarak tanımlarken, “Edebiyat-ı Cedide” ile olan yakınlığının farkına varmıştı. Hele onun, Edirne Askeri İdadisi’ni bitirdiği sırada, on altı yaşlarındayken, edebiyat dergilerine yolladığı manzumelere bakınca, Ömer Seyfettin’deki etkilerin ne ölçüde derin olduğunu görüyoruz.

Ömer Seyfettin, ilk nazım denemelerini, daha ortaokul sıralarındayken başlamakla birlikte, ilk yazısını Mekteb-i Harbiye’nin birinci sınıfındayken yayınladı. Bu manzumelerine bakınca yazarın, “Edebiyat-ı Cedide” yazarlarından hayli etkilenmiş olduğunu görmekteyiz. Ahlar, oflar, hicranlı hüzünler, inleyen geceler, mahmur teraneler, tatlı yeislerle dolu olan, o yılların modası gençlik duyguları kadar, bazı ilk aşklarını da bu şiirlerine yansıtmış olduğu anlaşılmaktadır.

“Genç Kalemler” çevresinde toplanan öncü gençlerin, Trablusgarb Savaşı ile iyice şaşalayıp heyecanlandıklarını görüyoruz. “Primo Türk Çocuğu” adındaki yarım kalmış romanı, gençlerin bu ilgiye yaptıkları gösterileri, neler düşündüklerini, İtalyan Konsolosluğu’nu taşlamalarını, bu arada Selanik ve Rumeli’de pek yaygın olan Mason locaları aleyhine çıkan söylentileri tasvir ediyordu. Halbuki bir yandan Selanik burjuvazisi ve aydın tabakası, öte yandan devrim İttihat ve Terakki partisinin üyelerinin bu localarla sıkı ilişkileri vardı. Ömer Seyfettin, bu yarım kalmış romanında acıka “mason aleyhtarı” olarak görülmekteydi.

Balkan Savaşı da gecikmedi. Ömer Seyfettin de yeniden orduya davet edildi ve savaşa katıldı. Ancak bir yıllık sivil yazarlık hayatından sonra, Ömer Seyfettin, Selanik’ten ve parti çevresindeki kültür çalışmalarında da kopmuş oldu.

Selanik’ten fışkırıp, az zamanda güçlü bir dil ve edebiyat akımına dönüşen, aslında yıkılışının arifesinde uyanan “yeni milliyetçilik” düşüncesinden hızını alan “yeni lisan” akımının öncülük şerefi, Genç Kalemler’de çıkan bildirisi, görüşlerini yansıtan hikayeleriyle Ömer Seyfettin’dir.

26 Haziran 1913’te Naflion’dan Ali Canip’e gönderdiği bir mektupta, esirlikten dönünce, hayatını nasıl düzene koymak istediği anlatıyor. Bu mektuba göre, yazılarını yayınlamak için Tanin gazetesini gözüne kestirmiştir. Ama Ali Canip’in aracılığı ile gönderdiği hikayelerin ilki olan “Piç” hikayesini, o sıralarda yayın hazırlıkları yapılan, partinin halkçı kanadının görüşlerini yayma amacını güden, Halka Doğru dergisinin 1 Ağustos 1913 tarihli sayısında ilanı çıkıyor. Ardından “Türk Yurdu” ve “Zeka” dergilerinde esirlikten İstanbul’a yolladığı üç hikaye daha yayınlanıyor.

Hayatının her bölümünü hikayelerine yansıttığı halde, esirlik günlerinden hiç söz etmeyişi şaşılacak bir olaydır. Bu devresindeki gözlemlerini hikayeleri yerine, mektuplarına yansıtmıştı. Askerlik mesleğinden gelen Ömer Seyfettin, esirlik altında karamsarlığa kapılıyor, yenilginin yılgınlığından kendini kurtaramıyor. Mektuplarından ve anılarından bunu anlamak mümkün olmaktadır. Böylesine bir ruh halinden kendini kurtarıp gündelik hayatını hikayeye dökmek, o günler için çetin bir işti.

25 Nisan 1914 tarihinde Türk Sözü dergisinin Halka Doğru dergisinin yerini aldığı, Ömer Seyfettin’in de bu derginin başyazarlığı görevine getirildiğini görüyoruz. Bu dergi, aynı zamanda, kapatılan dergini halkçılık ilkelerinden bazılarını da benimsiyordu. Daha doğrusu, parti, yaklaşan savaşı kapısında Turancı-Pantürkist kanadın yolunu açarken halkçılığı tasfiye ediyordu. Onun bu dergide hikayeciliğini değil de, polemik yazarlığını, kadro adamlığı yönünü görüyoruz. O sıralarda hala yeni akımın önünü tıkayan Edebiyat-ı Cedide ileri gelenlerine sürekli olarak saldırmakta, “yeni lisan ve milli edebiyat” akımının yolunu açmaya çalışmaktadır. Hayatının bu devresinde, Ömer Seyfettin, İzmir günlerinden arkadaşı, edebiyat ve kültür yolundaki öncüsü Baha Tevfik’in tesirlerinden tam olarak sıyrılamamakla birlikte, yenilgi ve esirliğin verdiği yılgınlığın baskıları altında, daha çok Ziya Gökalp’ın, daha doğrusu İttihat ve Terakki Partisi’nde toplana bir kadronun belirlediği “yeni kültür politikası”na bağlanıyordu. Yıkılışa doğru ise Gökalp’in düşüncelerinden kesin olarak kopmamakla birlikte, yeniden Baha Tevfik’ten aldığı radikal düşüncelere doğru yöneldiği, yeni aramalara girişeceği hikayelerinde açıkça görülecektir.

1914 yılını izleyen savaş yıllarında, onun, yalnız Merkezi Umumi’ye kapanıp kalmadığı, Beyazıt, Cağaloğlu, Divanyolu, Sirkeci arasındaki kahvelerde nüveleşen, hemen bütün yeni düşünce ve sanat çevreleriyle ilişkiler kurduğunu, çağdaşlarının sözlerinden olduğu kadar, 1914-1920 yılları arasında yazılmış hikayelerindeki tipler, olaylar ve temalardan anlamaktayız.

Ömer Seyfettin, kendisini yazılarına ve eserlerine istediği ölçüde verememekten, bu yoldaki istek ve tasarılarını bir türlü imkan bulup gerçekleştirememekten daima şikayet etmişti. “Hayatını toparlayıp düzene koyma ve büyük eserlerini verme” arzularını mektuplarına ve anı defterlerine bile yansıtmıştı. Ama bu yoldaki istekleri, bir yandan yıkılan bir imparatorluğun karşısına çıkardığı olaylar, öte yandan da, kurtuluş yolu arayan o devir aydınları arasında kendisini bir misyon altına koyuştaki namuslu davranışı yüzünden, bir türlü gerçekleşememişti. Esirlikten kurtulup İstanbul’a dönüşünden ölümüne kadar süren yedi yıl içinde, sürekli bir yazı hayatına kendini ancak verebilmişti. Üstelik bu devredeki özel hayatı da, onu, dilinden düşürmediği büyük eserlerine ulaştıracak ölçüde huzurlu, düzenli, engelsiz ve üzüntüsüz olmamıştı. Geçinmek için birkaç yerde birden çalışmak zorundayken, bir yandan da hikayelerini yazma çabasını da sürdürmüştü. Kısa süren bir evlilik hayatından, sağlığını bile tehlikeye düşüren bir bekarlık hayatına geçmek zorunda kalmasına rağmen, bu yedi yıllık süre, yine de onun hayatının en verimli çağı olmuştu. Toplu eserlerinin içinde yer alan 134 hikayesinden başka, dil ve yeni edebiyat sorunlarına ve çağının politikasına değinen broşürlerini, yarım kalmış romanlarını, tiyatro ve destan denemelerini hep bu devirde meydana getirmişti.

Ömer Seyfettin’in, yazıları ile geçinmeye çalıştığı bu İstanbul Devresinde, çağının mizah dergileri ve magazinlerinin ölçülerine uygun hikayeler yazmaya giriştiği de görülüyor. Onun bu soy hikayeleri ölümüne yakın yıllarda gittikçe artacak, toplu eserlerindeki 134 hikayeden 16 tanesi bu sıradan parçalar olacaktır. Onun, bu mizahlık magazin hikayelerinde bile dönüp dolaşıp çağının sorunlarına değinmekten kendini alamadığı görülüyor. Batı kültürünün Türkiye’deki öncüleri gibi kabul edilen Tatlısu Frenkleri’nin aydınlarımız arasında, ahlaksızlıkları, kötü alışkanlıkları yaymakta nasıl bir rol oynadıklarını mizahi hikayelerinde anlatırken, aslında, Osmanlı İmparatorluğunu her fırsatta parçalamaya yönelenlere karşı, kalemini, bilinçli bir saldırı aracı olarak kullanıyordu.

Ömer Seyfettin’in İstanbul devresinde derin yankılar uyandıran ilk hikayesi Beyaz Lale adını taşımaktadır. Aslında bu hikaye, onun, Mekteb-i Harbiye’den mezun olduğu günlerde patlayan Makedonya İhtilali üzerinde Balkanları dolaşırken dinlediği hikayelere ve tasvirlere dayanıyordu. Bu hikaye ayrıntılara kadar inen, iğrenç ve vahşi tasvir, terör sahnelerinin bütün kanlı çıplaklığı ile belirlenmiş, sonraları, ondan gizli kalmış bir sadist eğilime doğru yoğrulmuştu. Lakin ihtilal yıllarında Balkanlarda salgın halinde yayılan azgın vahşiliğin şahlanışı ortasında kalanlar için, bu hikayede anlatılanlar pek de öyle “edebiyatın dışında kalması gereken iğrençlikler” olarak görülmüyordu. Bu öylesine bir “sınır bölgeleri ve Balkan yaşamı” havasıydı ki, ta Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar sürüp gitmişti.

Onun bu devrede ilgi çeken diğer iki hikayesi de Rıza Tevfik’e yönelen iki saldırısıdır. Ziya Gökalp çevresindeki İttihatçılarla Ömer Seyfettin’in sürekli saldırılarına uğrayan Filozof Rıza Tevfik’in kişiliği, burada açıkça tasvir edilmektedir. Rıza Tevfik’in her çeşit düşünce akımının bazen yanında, bazen karşısında beliren karışık kimliğini, “Şimeler ve “Gayet Büyük Bir Adam” adlı öykülerinde, o günlerin dedikoduları ile birlikte yansımış olarak görüyoruz. Sonunda, Mütareke yıllarında, “Hürriyet ve İtilaf”çıların kurdukları kabineye girmek, hem İttihatçılar, hem de Anadolu hareketine karşı bir tavır almakla, Meşrutiyet yıllarındaki davranış ve düşüncelerinin amacını ortaya koydu. Rıza Tevfik, İttihatçıların “Türkçü Kanadı” ile olduğu kadar “İslamcı Kanadı” ile de bozuşmuştu. Mehmet Akif’in “Asım” adındaki hikayesinde, onu, Ömer Seyfettin’den daha sert bir dille hırpaladığını görüyoruz.

Ömer Seyfettin’in bu ilk İstanbul devresine ait beşinci ve son hikayesi de, o yılların ortaya çıkan ve “milli edebiyat” grubunun ülküsüne karşı olan yeni bir akımı yermek için yazılmıştı. Onun, “Boykotaj Düşmanı” adındaki bu hikayesinde, Yahya Kemal’in Yunan hayranlığı yolundaki ilk yönelmeleri hiciv edilmekteydi. Ömer Seyfettin, bu hikayesinde, Yahya Kemal’in öncülüğünü yapmak istediği, “Yunan Kültürü” hayranlığına değiniyor, onu, Tanzimat’tan arta kalan bir “kozmopolit kalıntısı” yerine koyuyordu. Burada, onu, Balkan Savaşı’ndan sonra birden yayınlan, Yunan ve Rum asıllılarla karşı girişilen boykotaj hareketini de baltalayan, milli bir ekonomi hareketini çürüten bilinçsiz bir kimse olmakla suçluyordu.

Ömer Seyfettin ile Yahya Kemal arasındaki bu çatışmalar, savaşın son yıllarına kadar sürüp gidecek, bulundukları her yerde aynı düşünce üzerinde hiçbir zaman birleşmeyeceklerdi. Son anı defterinde de bu çatışmalarının yansıdığı görülmektedir.

5 Eylül 1918’de iç güveysi olarak girdiği kayınpederinin evinden ayrıldı, yalnızlık ve bekarlık hayatına yeniden döndü. Bu ayrılığın, Ömer Seyfettin’i, kendi sanısından daha fazla üzdüğünü ve sarstığını görüyoruz. Onun toplu eserleri arasında bir hikayesi vardır ki, bir arkadaşının tavsiyesi üzerine, Boğaziçi’ne, Kireçburnu’na giderek tutkunluğundan kurtulan birisi anlatır. Baharın Tesiri adını taşıyan bu hikayeyi, Ömer Seyfettin, tam bu sıralarda yazmıştı. O sırada Sarıyer’de “Hüseyinağa mahallesinde 38 numaralı hanede mukim piyade binbaşılığından mütekait Ömer Şevki Bey’in” evinde kalıyordu.

Ölümü ardından anılarını anlatanlara bakılırsa, Ömer Seyfettin, bize has o eski sohbet adamları soyundandı. Yaşamayı sürekli mizah açısından değerlendiriyor, hazır ve ezberlemiş fıkraları değil, çevresindeki kişileri ve Batı’daki birçok hikayecilerinde gördüğümüz, herkesi ağzına baktıran o sohbet adamlığı, müsahipliğini sanat seviyesine çıkaran “şifahi anlatıcılık” gücü onda yüksek seviyedeydi. Ömer Seyfettin de, yazarlığının üstünde yürüyen, bütün yaşamını kaplayan bu fıkracılığı, eski meddahlar ve kıssahanlar şifahi anlatıcılığını, halka iç içe yaşamaktan doğan ve gelişen hikaye yaratıcılığındaki ocaktan gelme hikayecilerin coşkunluğunu buluyoruz. Yaşadığı günlerde yaygın hiçbir olay yoktur ki, fıkralaştırmasın, mizah yolu ile değerlendirerek hicvetmesin.

1962-64 yılları arasında yayınlanan toplu eserlerinin üçüncü basımında hikaye sayısının 135’e yükseltmek mümkün olmuştu. Ömer Seyfettin, bütün bu hikayelerinden 27 tanesini 1908-1914 yılları arasındaki devrede yazdığı halde, 1917-20 yılları arasında 91 hikaye yazmış ve yayınlamıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında onun en verimli devresine girdiğini görüyoruz. Onun edebiyatımızda bir hikayeci olarak aldığı önemli yerin temeli, bu son üç yıl içindeki çalışmaları ile kuruldu. 1917 yılında 22, 1918’de 23, 1919’da da yaratma gücünün zirvesine çıkarak 39 öykü yazmıştır. Ölüm yılı olan 1920’de ise ancak yedi hikaye yazabilmişti.

Son anı defterindeki kayıtlara bakılırsa, Ömer Seyfettin, ilk hikayesini 1901 yılında yayınlamış oluyor. O sırada henüz Mekteb-i Harbiye’nin ikinci sınıfında öğrenci idi. Ele geçmeyen hikayeleri, henüz tespit edilemeyen birtakım takma adların ardına gizlenmiş kalmış bulunuyor.

Ömer Seyfettin’in, ölümünden sonra elimize, yayınlanmamış pek fazla eser geçmedi. Terekesinden çıkan birkaç yarım kalmış hikayeyi Ali Canip yayınlamıştı. Ancak Efruz Bey roman serisinden Asilzadeler adını taşıyan tam bir hikayesi, ölümünden sonra Vakit gazetesinde yayınlandı. Bu duruma göre, yazarın terekesinden, yayınlanmak üzere hazırlanmış hiçbir tam eseri çıkmamış oluyor. Arkadaşları arasında Babıali çevrelerinde “yazı deposu ve stoku” ün salmış bir yazarın, ölümünden sonra yeni eserlerinin yayınlanmayışının nedeni, bütün hazırlıklarını ve yazı deposunu 1919 yılı sonuna kadar tüketmiş olmasıydı. Hastalanmaya başladığı son günlerinde, Ali Canip’ten ve onun annesinden yazılacak konu istemesi, bunun en açık delili idi. 1919 yılı içinde yazdığı 39 hikaye, onun yazı temposunu birdenbire arttırdığını, ayda üç hikaye yazmaya giriştiğini, bazen de haftada bir hikaye yazıp yayınlayacak kadar kendini sıkıştırdığı görülüyor. Bu yılın sonunda artık elindeki bütün konuları tüketmiş, anı defterlerinden hikayeler çıkarmış, her yazdığını hiç bekletmeden yayınlamış, sonunda da arkadaşı Ali Canip ve annesinden konu istemeye, halk edebiyatına başvurmaya başlamıştır.

1917’den 1920 yılı martına kadar süren dört yıl içinde kaleme aldığı doksan bir hikayenin konuları, dergilere bölünüşü, kişileri, bize onun son yıllarının geçişi, hızla değişen şartlara bağlı aşamaları üzerinde bazı sonuçlar çıkarma imkanları vermektedir. Sırayla 22, 23, 39 ve 7 hikaye ile geçirdiği bu yıllar, memleketin kaderiyle bağlı kendi yaşama düzeninin sonuçlarını da ortaya koymaktadır. Bu devrenin ilk iki yılı Yeni Mecmua’nın yayınlanmasıyla başlayan, savaşı destekleyen bir milli edebiyat kampanyasının iki yılına, Dünya Savaşı’nın da son iki yılına rastlamaktadır. Ondan önceki yıl içinde hiç hikaye yayınlamadığına göre, bu sıralarda edebiyat dışı çalışmaları pek fazla zamanını almadığına göre, bu iki yıl içinde bütün vaktini, belki de Merkezi Umumi çalışmalarına vermişti. 1918 yılının son altı ayı ile 1919 yılına bakarsak, Ömer Seyfettin’in bezginlik ve yorgunluğunu yenerek, büyük bir yazı kampanyasına giriştiği, verimli sonuçlarını da aldığı görülmektedir.

Bu dört yıllık yazıya zorlanış, kendini bilinçle edebiyata veriş aşamasında, Yeni Mecmua’ya, önceleri (1917) 20 hikaye, sonra da (1918) 12 hikaye verdiğini görüyoruz. Yeni Mecmua, 18 Ekim 1918 tarihinde, savaşın kaybı ile birlikte kapanıyor. Bu süre içinde Ömer Seyfettin’in Vakit gazetesinde 13, Zaman’da 13 ve Sedat Simavi’nin Diken adındaki mizah dergisinde ise 11 hikaye yayınlattığını görüyoruz. Daha sonra Büyük Mecmua’da 6, İfham’da 5, Yeni Dünya’da 3 öykü daha yayınlatıyor. Geriye kalan Donanma, Şair, Türk Kadını ve Birinci ve İkinci Kitap gibi dergilerde de birer, ikişer hikaye yayınladığını görüyoruz.

Ömer Seyfettin, son dört yıldaki çalışmalarının ürünlerini, Yeni Mecmua başta olmak üzere, Diken dergisi ile Vakit ve Zaman gazetelerinde topluyor. Hele son iki yılında, onun, ancak Vakit ve Zaman gazeteleri ile Diken dergisinde hikaye yayınlayabildiğini görüyoruz. Mütareke yıllarında bu iki yayın organı da, tam bir cesaretle geniş İttihatçı kadrosundan kalan kültür politikası değerlerini ve milli hareketleri desteklemektedir.

Onun bu son dört yıl içinde yazdığı hikayelerin temalara bölünüşü, olaylara bağlı olarak yürümektedir. Konularını tarihten alan epik nitelikteki hikayeleri, Çanakkale Savaşı’nın üçüncü ve Yeni Mecmua hareketinin ilk yılında 10, ikinci yılında 2 ve üçüncü yılında 1 olmak üzere savaşla birlikte azalıp tükendiği, 1920 yılında ise vakanüvis tarihlerden seçip çıkardığı bu sıradaki ünlü hikayelerinin arkasını kestiğini görüyoruz. Üstelik bu 13 hikayeden 12 tanesi de bu maksatla yayınlanmış olan Yeni Mecmua’da çıkmıştı.

Onun, sayıları önemli bir yekun tutan ikinci grup hikayeleri, temalarını yaşadığı günlerin toplum olayları ve sorunlarından alıyordu. Bunlardan 1917’de 6 tane, 1918’de 8 tane, 1919’da 10 tane, 1920’de ise 2 tane yazmış ve yayınlamıştı. Son yıl, onu ölüme götüren hastalığına rastladığından, çalışmaları iyice aksamıştı. Ama 1918 ve 1919 yıllarında, bu soydan taşlama ve toplum eleştirisi yapan eserlerinin ansızın çoğalması, yazarın, partiye bağlı, misyon yüklenmiş kadro adamı disiplininden artık kurtulduğu anlamına geliyordu. Yıkılış günlerinde iyice yüze çıkan toplum sorunlarının birdenbire kendini gösterişinden, büyük çöküntünün temeldeki nedenlerine doğru kendiliğinden yöneliyor, bu hikayeleri yazıyordu. Onun bu nitelikte 26 hikayesi yayınlanmıştı.

Sayıları oldukça büyük bir yekun tuta gruptaki hikayeleri, çöküş yıllarında örneklerinin birden yıldıklarını gördüğümüz mizahlık magazin hikayeleriydi. Bu soy dergiler, kısa sürede birbirleriyle karmaşarak ortaya dökülen politik-sosyal çıkmazlar karşısında, bu sorunları mizah ve hiciv ifadeleri ile ortaya koyuyor, bizim halkımızın çok hoşlandığı sert bir muhalefet ve yargılama yolu açıyorlardı. Ömer Seyfettin de mizah magazinlerinin önünde bu yoldan yararlanmış, son yıllarda yazdığı hikayelerin çoğunu bu türde vermişti. Vaktiyle görüp, derleyip, kavrayıp da söyleyemediklerini, o günlerde aydınların, hele o hızlı çağı baştan başa yaşamış olan aydınların önlerinde birdenbire beliriveren gerçekleri, daha belirli nitelikleriyle, göze çarpan sivrilikleriyle ifade etmenin yolunu bulmuş oluyordu. Önünde hem gerçekçi, hem de o günler için daha etkili yeni bir yol açılıyor, üstelik bu yeni toplumcu mizah hikayesi türü, bizim insanımızın yatkınlığına ve milli zevkine de pek uygun düşüyordu. 1917 yılında bu soy hikayelerinden bir tekini bile yazmadığı halde, 1918’in sonlarında hemen beş tane yazıyor, 1919’da ise 20 tane küçük hikaye ile bu türdeki eserleri zirveye yükseliyor. 1920’de ise hastalık ve bezginlik havası içinde iki tane daha yazıyor, bu gruptaki hikayelerinin sayısı yirmi yediyi buluyor. Ömer Seyfettin’in bu soy hikayelere yönelmesi, bütün şartların onu bu yola itmesinin sonucu idi. Her şeyden önce savaş onu ve Mütareke yıllarının önünde açtığı imkan bu idi. Daha önce denediği hikaye çeşitleri de yazıldıkları günlerin sorunları ve ihtiyaçlarına olduğu kadar, yayın imkanlarına da ayak uydurmuştu. Bütün o eski şartların ve atmosferin dağıldığı, aldığı misyonların gerektiği yüküm ve sorumluluklarının ortaya kalktığı, hatta suçlanarak yargılandığı bir ortamda, Ömer Seyfettin şartları zorlayamaz, doğruluğundan artık kendisinin bile kuşkulanmaya başladığı eski “güdümlü davranış” sürdüremezdi. Üstelik bedence ve ruhça artık iyice yorulmuş, şeker hastalarına has kronik karamsarlığın pençesine düşmüş, son yılların zora koşulmuş çalışmaları kadar, savaşın kaybedilişi, uğrunda o kadar emek harcadıkları partinin de yıkıldığını, göçüp giderken altında bir hayli umutlu düşünceleri de ezdiğini görmüş ve yaşamıştı. Mizahlık magazin hikayeleri artık onun için kolayca yazılabilecek biricik hikaye çeşidi idi. Öte yandan bir hikaye çeşidi, dıştan göründüğü kadar da boş, hafif, düşünceden de pek yoksun değildi. Bu mizahlık hikayelerin çoğunda, yıkılışın nedenleri, savaşın getirdiği ahlak çöküntülerinin sivrilttiği türedilerin hicivleri de yapılmakta idi. Bu çeşit, mizah hikayelerine “ahlakçı-toplumcu” bir renk ve anlam kolaylıkla verilebilmekte bu şekil altında yine de çağının sorunlarına yönelmenin yolu bulunmaktaydı.

Bu devresinde, onu ele aldığı bir başka hikaye kaynağı da, halk edebiyatı olmuştu. 1917 yılında bu yolda dört hikaye, 1919’da beş hikaye vermiş, 1920’de ise Ali Canip’in annesinin anlattığı “Kurumuş Ağaçlar” masalını yazarak yazı hayatını kapatmıştı. Son yıllarındaki çaresizlik ve bezginlikten dolayı bu hikaye tarzına yönelmiş, aslında halk edebiyatı anlayışını olumlu bir yönde geliştirememişti. Rıza Tevfik’e karşı yaptığı saldırılarda, onun, halk edebiyatı üzerine sağlam bir görüş ve anlayışa ulaşamadığı açıkça görülmektedir. Onun bu yolda yazdığı en güzel eseri, “Yalnız Efe” serisi olmuş, İzmir’in işgali günlerinde yayınladığı bu seri çok ilgi çekmişti.

Ömer Seyfettin’in, Yeni Mecmua devresindeki hikayeciliğinin belirli niteliği olan epik hikaye kampanyasına geçmeden önce yayınladığı beş hikaye çeşitli temalarda olmakla birlikte, yine de derginin yönünü göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Falaka hikayesinde daha Selanik’te ele aldığı bir temaya, çocukluk günlerinin tatlı bir özlem havasına bürünen anılarına dönerken, Eleğimsağma hikayesinde de, derginin halka yönelme çabasındaki muhtevasına uygun havayı yansıtan bir Anadolu halk hikayesini yayınlamaktaydı. Yeni Mecmua’daki ilk beş hikayesini yayınlamaktaydı. Yeni Mecmua’daki ilk beş hikayesinin en göze gelen sorunlarına doğrudan doğruya değinenleri, Hürriyet Gecesi ile Çanakkale’den Sonra adındaki hikayeleridir. İlk hikayesinde, Hürriyet’in ilan edildiği gün halkın coşkunluğunu, amaçsız ve bilinçsiz kalabalığın heyecanını ortaya koyuyor. Bu kalabalığa ve gösterilere katılan bir delikanlı, Pangaltı’daki evine gece yarısından sonra dönmüştür. Uyuyamaz, sokağa çıkar. Bastonunu öteye beriye savurup yürürken, mantık ve bilincini aşan bir davranışla fener direğine vurup kırar. Yaşasın Hürriyet diye bağırır. Ak sakallı bir ihtiyar, durmuş onu seyretmektedir. Bu ak sakallı ihtiyar, us ve bilincin, tarihten süzülüp gelen görgü ve anlayışın temsilcisidir. Kısa bir konuşmanın sonunda, bu delikanlının hürriyetten bir şey anlamadığı, hürriyeti kişisel tutkuların doyurulmasına yol açan bir başıboşluk olarak kabul ettiği ortaya çıkar. Aslında bu ihtiyarın ağzından o devrin İttihat ve Terakki Merkezi Umumisi’nin Ömer Seyfettin’in düşüncelerine yön veren Ziya Gökalp’in görüşleri yansıtılmaktadır.

Hürriyet Gecesi hikayesinde, Gökalp’in ilkelerine dayanan milliyetçilik anlayışındaki yeni unsurları, savaş sonunda kapitülasyonların ilga edilişi, Batı’dan gelen saldırıların iktisadi temelleri üzerinde bilinçlenme gibi gelişmelerin varlığı kendini gösteriyor. Savaş sonunda bu bilinçlenme, daha da gelişecek milli uyanış ve kurtuluşun iktisadi yönü üzerinde yeni görüşlerin ortaya çıktıkları görülecektir.

Bu hikayede, daha sonra Efruz Bey serisinde daha geniş ölçüde ele alacağı, hürriyeti ne işte kullanacağın şaşıran bilinçsiz aydınların örnek tipinin ilk taslağı kendini gösteriyor. Bu örnek tipin, yıkılış günlerinin üzgün karamsarlığı ve bilinçli uyanıklığı içinde Ömer Seyfettin’in çok sert saldırılarına hedef olacağı görülecektir. Bu hikayenin bir başka yönü de, Yeni Mecmua’nın, daha ilk sayılarında yön verici makalelerle ortaya koyduğu yeni bir anlayışı, Ziya Gökalp’in milliyetçiliğe ve dolayısıyla edebiyata çizdiği yeni gelişme yolu üzerindeki görüşlerini da yansıtmaktadır.

Yeni Mecmua, 9 Ağustos 1917 tarihli sayısından başlayarak “savaş edebiyatı” kampanyasını açıyor. Ömer Seyfettin, 16 Ağustos 1917’de “Çanakkale’den Sonra” adındaki hikayesiyle bu kampanyaya katılıyordu. Bu hikayede, yaşı kırk beşi geçmiş, adı da “deli”ye çıkmış, garip bir bekar adam. İyi bir öğrenim görmüş, elini her şeyden çekmiş, babadan kalma servetinin geliri ile geçinmektedir. Çok az konuşmakta, ağzını açınca da çevresine umutsuzluk zehirleri saçmaktadır. Bilgili olduğundan, kendisinin bu topluma bağlı olmadığını duyuyor, bütün bağlarından kopmuş bir hayvanlık içinde yüzüyor. Aslında, o yitirdiği bağların ve değerlerin özlemi içindedir. “Ahlaki ve manevi” bir insan olmak istiyor, ama çevresi, içindeki bu özlemi öldüren bir çöldür. Sanat diye dilini anlamadığı bir kamus, millet diye de inkar edilmiş, geçmişi karikatürleşmiş, gelecek ise bir dumandır ortada görünen. “Ne olacağız?” sorusunun ezici pençesi herkesin içine yerleşmiş. Ona göre, kendi adını, tarihini, dilini bilmeyen düşmanlarını kardeş sanan bu zavallı milletin esirliğe düşmesi yakındı. Çevresine bakar, yakın felaketler karşısında kayıtsız, gülüşüp oynaşan, sevişen, evlenen, çocuk yetiştiren, geleceğin habersiz esir sürülerine bakar, kızar, homurdanır. Aslında bu, umutsuzluğa kapılmış bir milliyetçiliktir. Bilinçlenmemiş, yolunu bulamamıştır. Yalnızlık köşesinde ölümü bekleyen inmeli bir ihtiyar gibi pineklerken, Meşrutiyet’in ilanı ile sarsılmış, umutlanmıştır. Lakin az sonra umutsuzluğa yine artmıştır. İçinden gelenleri kimseye haykıracak takati yoktur. İflas fiilen başlamış, sonuna bile yaklaşmıştır. Ticaret, zenginlik, para, mutluluk tamamiyle yabancıların eline geçmiştir. Kapitülasyonlar, bir milleti yavaş yavaş öldüren bir idam makinesi, bir gazap müessesidir. Meşrutiyet’ten sonra ortaya çıkan bazı düşüncelerden medet ummuştur. Trablus ve Balkan felaketleri, onu büsbütün yıktı. Dünya Savaşı çıkınca büsbütün çöktü. Artık sonumuz gelmişti. Batı Asya’nın bir köşesindeki bin yıllık bir Türk tarihi kapanacak, Ruslar, Ayasofya’ya haçlarını asacaklardı. Çanakkale’yi düşman topları dövüyor, İstanbul boşalıyordu. O da birçokları gibi düşmanın her gün çıkıp gelmesini bekliyordu. Birçok haftalar, aylar geçti, düşman Çanakkale’yi geçemedi. Bu mucizenin ortaya çıkardığı milli varlığa şaşmış kalmıştı. Bu yeni ruh, bu düzen, bu ordu, bu millet nereden doğmuştu? Çanakkale’de hemen bir milyonluk düşman ordusu eritilmiş, yenilmez sanılan İngilizler yenilmişti. Yavaş yavaş karamsarlığı üstünden atıyor, artık yaşayan, kendi varlığını bilen, ülküsünü bulan bir milletin içinde olduğunu görüyordu. Kapitülasyonlar kalkıyor, iç düşmanlar temizleniyor, zehirli parazitler gibi milletin varlığını sömüren, kanını emen hainlerin elinde ekonomi ve sömürge araçları alınıyordu. Umudunu kestiği bu çevrede, işte bir milli şuur, iş bölümü ruhu canlanıyordu.

Bu hikayede, yazıldığı yıllardaki namuslu aydınların, yıkılığın acı felaketleri içinde evrilip yürürken tartıştıkları sorunların, sezip de öğrenmeye çalıştıkları gerçeklerin, parti ve aydın çevrelerindeki yeni gelişmelerin tasvirini yapıyordu. Bu umutsuz ve karamsar aydının bundan sonra birden toparlanarak evlendiğini, hayata karıştığını anlatıyor. Bu hikaye, derginin kuruluş ilke ve amaçlarına, Ziya Gökalp’in o günlerdeki görüşlerine uyması bir yana, milliyetçilik anlayışına savaşla birlikte gelen bazı yeni motiflerin de ortaya çıkışını yansıtması bakımından dikkati çekmektedir. 5 Mart 1917’de Çanakkale’de başlayan büyük müttefik taarruzu üzerine, İstanbul’da genişleyen panik havasını yansıtan bu hikaye, aslında Merkezi Umumi’nin bu konudaki tutumunu yansıtmaktaydı. Savaş sonuna doğru, dünya şartlarının değişmesiyle, o günlerin milliyetçili anlayışında da bazı düzeltmeler yapıldığını, bu hikayeden anlayabiliyoruz. Hikayedeki “iktisat, kapitülasyon, milletin varlığını sömüren zehirli parazitler, kanını emen hainler, ticaret ve zenginliğin ve paranın tamamiyle yabancıların eline geçmesi” gibi, partili yazarların o zamana kadar yabancısı oldukları yeni düşünceler, o günlerin olaylarına bağlanmadan anlaşılamaz. Parti çevresindekilerin milliyetçi anlayışlarına, temeldeki düşünceleri ve dünya görüşleri değişmeden gelip yapışan bu yeni motiflerin hangi anlama geldikleri, o günlerin olaylarından ve gelişmelerinden anlaşılmaktadır. Ömer Seyfettin’in, ilk olarak bu hikayesinde kapitülasyonlara saldırması, o tarihlerde Tanin ve Türk Yurdu gibi parti organlarında bu kurumu araştıran, üstelik bu konuda bir de kitap yazan, o sırada bize iltica etmiş bulunan ünlü sosyalist Helphand Parvus’un, o günlerde ortaya döktüğü gerçeklerin bir yansıması olduğunu görüyoruz. Bundan başka parti çevrelerinde o sırada üzerinde durulan iş bölümü düşüncesi de bu hikayeye yansımış. Bu hikayenin çıktığı Yeni Mecmua’nın aynı sayısında Ziya Gökalp’in çömezi Tekin Alp’in Memleketimizde İş Bölümü adlı makalesi ile partinin görüşünü yansıttığı görülmektedir. Ziya Gökalp’in partideki odasında görüşülen sorunlar, bir yandan Ömer Seyfettin’in hikayesine, öte yandan da Tekin Alp’in makalesine yansımaktadır. O yıllarda İttihatçıların milli ticaret şirketi kurmaya, milli zenginler yetiştirmeye yönelen çabalarının kaynaklarını da aynı düşüncelerde aramalıyız.

Ömer Seyfettin’in, sade dil ve yeni edebiyatın yayılmasında gösterdiği kişisel çabaların yanında, bir de sanatçı kişiliğini aşan ülkücülük anlayışı vardı. Sade dille milli edebiyat yolunda başarılı olan gençlere büyük bir heyecanla yardım etmesi, bizdeki kültür ve sanat çevrelerinde sık sık görülen kıskançlıklar ve küçük duygulardan uzak kalışı, ondaki bu ahlak özelliğini açıkça ortaya koymaktadır. Refik Halit’in, sürgünden İstanbul’a getirilişinde ve hikayelerinde de Yeni Mecmua’da yayınlanışında oynadığı aracı rol, bunun en önemli örneğidir.

Ömer Seyfettin’in Yeni Mecmua’da yayınladığı edebi araştırmalarına bakılınca, edebiyat anlayışı ve kültürünün çağdaşlarından ne ölçüde üstün olduğu da anlaşılmaktadır. Hamlet’ten sonra Dok Kişot makalesi de burada yayınlanmıştı. Bu iki tip araştırmasına, Efruz Bey ve Cabi Efendi serilerine, tarihi hikayelerinde de derin yorumlara giden tip belirlemelerine bakılırsa, onun, birkaç defa deneyip yarım bıraktığı işi başarmaya, roman yazmaya yöneldiği anlaşılmaktadır.

Ömer Seyfettin’in savaş sonlarına doğru çalışmaları, Yeni Mecmua’dan başka dergi ve gazetelere kaydırarak, gelişen yeni şartlar altında, partinin de desteğinden sıyrılarak, tam bir profesyonel yazar gibi yaşama tasarılarına kapıldığını görüyoruz. Lakin İttihatçıların milli zengin yetiştirme politikasının alabildiğine akıttığı kredi musluklarına da yanaşmak istemediğini görüyoruz. Bütün amacı yazılarının geliri ile geçinen özgür bir yazar olmaktı.

Ömer Seyfettin’i eleştirenlerin bazıları Yeni Lisan hareketine karşı çıkan ve Servet-i Fünun geleneğine bağlı olanlar, bazıları da Yeni Mecmua ve edebiyat hareketini yürütenlerin, İttihat ve Terakki ile olan ilişkilerinden hoşlanmayanlar, bir bölümü de ortalıkla çalkalanan büyük paralar söylentilerinden iyice ateşlenen kimselerdi. Bazı kimseler de, doğrudan doğruya Parti ile bozuşmalarının verdiği kırgınlıkla, dedikodu ve eleştiri kampanyasına katılıyorlardı. Doğrudan doğruya politika alanında bir dayanak noktası ve amacı bulunmayanlar, yahut bunlardan çekineneler, bizde daima yapıldığı üzere, saldırılarını edebi gibi görünen veya bu örtü altında gizlenen şekillerle, parti çevresindeki yazarlara yöneltiyorlardı. Bizde, akacak uygun bir kanal bulamayan politik ve sosyal görüşlerin edebiyat alanına kanalize olmaları ilk defa görülen bir olay değildi. Daha önceleri de politik ve ideolojik direnme cepheleri, politikaya yanaşmış edebiyat ve sanat öncülerinin sivrilen öncülerine saldırmayı denemişlerdi. Bu saldırıların, bozgun ve yıkılışın iyice kesinleştiği yıllarda daha azgın suçlamalara kadar gideceği görülecektir. İttihat ve Terakki Partisi’ne yaslanan Ziya Gökalp’in çevresinde yeni bir dil ve edebiyat akımı yaymaya çalışan kimselere karşı uyanan hoşnutsuzluğu, Birinci Dünya Savaşı’nın son aylarında Ruşen Eşref’in yaptığı geniş bir edebiyat anketindeki cevaplardan da izlemek mümkün olmaktadır. Savaş’ın son yıllarında, Ömer Seyfettin’e yapılan saldırılar bu kadarla da kalmamıştı. Hele 1919’da bu saldırıların dedikodu şeklini de aşarak, daha açık ve sert bir nitelik kazandığını, kırıcı olmaya başladığını göreceğiz. Mütareke günleri ise Milli Edebiyat öncülerinin İttihatçı olarak damgalandıkları bir devredir. Yıkılışın kargaşalığı arasında iyice azgınlaşan edebiyat tartışmaları, yavaş yavaş suçlamalara kadar götürülmekle birlikte, Ömer Seyfettin’in az çok bu saldırılardan kurtulabildiğini, ancak sık sık küçümsendiğini, en ağır şekli ile de Çerkezlik ile teşhir edildiğini görüyoruz. Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin gibi öncülerin savaş boyunca yaşadıkları gerçekler, onları, coğrafya ve kültür birliğine dayanan, imparatorluğun bir mirası olan Anadolu insanı birikimini temel olarak kabul eden, bir yandan da halkçılığa yönelen yeni bir anlayışa ulaştırmıştı. Halbuki o günlerin İslamcıları ile bir bölük Türkçüleri, bu yeni gelişmeleri izlemiyorlar, anlayışlarını “ırkçı” saplantılardan kurtaramıyorlardı.

Hürriyet ve İtilafçıların, fırsatı ganimet bilerek, onu etkisiz bir duruma sokmaya çalışırken, Ömer Seyfettin, imparatorluk mirası halk ile millet birikimini bölücü akımlardan kurtarmaya çabalıyor, bu arada başkaları kendisini, Çerkezlikle suçlarken o, o sıralarda “Adige Hareketi” denilen Çerkez milliyetçiliğini reddediyordu. Efruz Bey’de, Cesaret ve Bir Kayışın Tesiri hikayelerinde ele aldığı hep bu konuydu. En sert ve yıkıcı saldırılara göğüs gerdiği günlerde bile gerçek bellediği ülkücülük yolundan ayrılmadığını, şövalyece bir davranışı sonuna kadar sürdürdüğünü görüyoruz.

ESERLERİ

Öykü:

  • Tarih Ezeli Bir Tekerrürdür, İst.: Manzume-i Efkâr Mtb., 1326/1910
  • Yüksek Ökçeler, İst.: Ümit Ktp., 1926
  • Gizli Mâbed, İst.: İkbal Kitaphanesi, 1926
  • Bahar ve Kelebekler, İst.: Marifet Mtb., 1927
  • Beyaz Lale, İst.: Ahmet Halit, 1938
  • Asilzadeler, İst.: Ahmet Halit, 1938
  • Bomba, İst.: Ahmet Halit, 1938
  • İlk Düşen Ak, İst.: Ahmet Halit, 1938
  • Dalga, İst.: Ahmet Halit, 1943
  • Nokta, İst.: Ahmet Halit, 1943

Roman:

  • Ashab-ı Kehfimiz, İst.: Kanaat Mtb., 1918
  • Harem, İst.: Türk Kadını Mecmuası, 1334/1918
  • Efruz Bey, İst.: Vakit Mtb., 1919

Şiir:

  • Ömer Seyfeddin’in Şiirleri, (haz. F. A. Tansel) Ank.: Türk Kültürünü Araştırma Ens., 1972

Oyun:

  • Mahcupluk İmtihanı, (bazı öyküleriyle birlikte) İst.: Ahmet Halit, 1938

Diğer:

  • Vatan! Yalnız Vatan, Selanik: Rumeli Mtb., 1327/1911
  • Milli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset, (Tarhan imzasıyla) İst.: Matbaa-i Hayriye, 1330/1914
  • Yarınki Turan Devleti, İst.: Türk Yurdu Kitaphanesi, 1330/1914
  • İhtiyarlıkta mı? Gençlikte mi?, (Turan masalları) İst.: Türk Yurdu Kitaphanesi, ty
  • Türklük Mefkûresi, İst., ty
  • Ticaret ve Nasip, (Ömer Tarhan imzasıyla) İst.: Türk Yurdu Kitaphanesi, ty
  • Doğduğum Yer: Şiirler-Mensur Şiirler-Fıkralar, (haz. M. Uyguner) İst.: Bilgi, 1989
  • Dil Konusunda Yazılar, (haz. M. Uyguner) İst.: Bilgi 1989
  • Sanat ve Edebiyat Yazıları, (haz. M. Uyguner) İst.: Bilgi, 1990
  • Olup Bitenler, Toplumsal Yazılar: Kadınlar ve Çocuklar-Eğitim ve Uygarlık-Dedikodu Fıkraları-Anı Defterinden, İst.: Bilgi, 1992.
ESER ÖRNEKLERİ
GİZLİ MABED

Geçen gün Tokalıyan’da Sermed bana genç bir frenk taktim etti. Sorbon’dan arkadaşmış. Kumral, çini mavi gözlü, güzel, narin, nazik bir çocuk. Azgın bir “şark” meftunu. İlk lafı da bu oldu:

-Azizim, siz kendinizi bilmiyorsunuz. Avrupa’yı bir şey zannederek kendi güzelliklerinizi görmüyor, kendi esrarlarınızı yaşamıyorsunuz.

-Yaşamadığımız, görmediğimizi ne biliyorsunuz?

-Bunu gözümle gördüm, diye coştu. Üç senedir Sermed’in evindeyim. Her şey alafranga: Yemek salonu, yatak odası, karısının, kardeşlerinin giyinişleri, hareketleri, hatta zihniyetleri, telakkileri bile hep Avrupai! Ah nerede Loti’nin Türkiyesi?

-Loti’nin Türkiyesi karşı tarafta! Dedim.

-Evet, öyle söylüyorlar. Fakat içine girilmez bir alem! Yazık ki siz bu pitoresk alemi sevmiyorsunuz!

-Sevenlerimiz de var! Dedim

-Siz sevenlerden misiniz?

-Evet…

Diye mübalağalı bir tehalükle başımı salladım. “Sabit fikir” lerin hududunu aşamayan frenkler ne masumdurlar! Bu genç Avrupalı da bunlardan biri idi. Türkiye’ye dair konuşmaya başladık. İddia ediyordu ki biz kendimiz tanımıyoruz; en güzel, en zengin, en bedii sokaklarımıza pis diyoruz. Artık güzellikten mahrum Avrupa binalarına, muazzam caddelere, tabiatı öldüren bendese çizgilerine kıymet veriyoruz. Rumlara hiddeti garaz derecesini geçiyordu. Beyoğlu’dan öyle nefret etmişti ki “Ne iğrenç Garp karikatürü, Yarabbi” derken adeta sararak tiksiniyordu. Kafası Loti’nin muhayyelatiyle doluydu. Bizim sefalet, vahşet, cehalet dediğimiz perişanlıklarımıza o “harika” diyor, bu nihayetsiz mezbeleler, baykuşlu viraneler karşısında nasıl olup da bedii bir heyecan duymadığımıza şaşıp kalıyordu. Nihayet, kendisinin Avrupalılaşmamış bir Türk evine götürülmesini benden rica etti. Aklıma birdenbire Karagümrük’te oturan ihtiyar sütannem geldi. Bu gayet sofu ve gayet stoik, gayet muhafazakar bir kadındır. Kendinden büyük eski bir halayıkçığı ile oturur. Kocasından kalan ufacık bir iratla rahat rahat geçinir.

-Öyleyse sizi hiç Avrupalılaşmamış ihtiyar bir dulun evine götüreyim. Dedim. Teşekkür etti. Sevindi:

-Ne vakit?

-Bugün, hatta isterseniz şimdi.

-Bu mümkün mü?

-Mümkün, yalnız, başınıza bir fes alacağız.

Dedim.

Böyle ansızın gitmek alaturka evde tekliflere, tekellüflere meydan bırakmayacak, tabiatı, pitoreski, bu şark meftunu frenge olduğu gibi gösterecekti. Sermed, zavallının sevincine gülmekten katılıyordu. Ona veda ettik, bir arabaya atladık, Beyazıt’ta indik. Frenkçiğe bir dükkandan ciğer gibi kıpkırmızı bir fes aldık. Kalıplattık. Tramvaya binmek istemedi.

-Buradan aşağı hep Türk mahallesi mi? Dedi.

-Evet, hep Türk mahallesi.

-O halde rica ederim, yayan gidelim.

-Pekala! Dedim

Yangın yerlerinden yürüdük. Sisli bir hava, bulutlu, karanlık bir sema, harap evlerin, tenha viranelerin sükununa sanki acı bir hüzün karıştırıyordu. Yolda ona talimat verdim. Sütanneme kendisi için çerkez diyecektim.

Vakıa o, horozdan kaçan bir kadın değildi. Fakat belki bir Hristiyanın yanına çıkmak istemezdi. Bu basit entrika genç frengin muhayyilesini daha beter alevlendirdi. Bir tarafa çarpılmış, siyah, çürük, tahta evler, yıkık duvarlar, sökük çatılar karşısında duruyor, “Oh, ne manzara, ne manzara!” diye bir türlü ayrılamıyordu. İki saatte eve gelebildik. Bu üç katlı, ahşap, biraz viranca bir binadır. Kapıyı çaldım. İhtiyar Arap açtı.

-Sütannem yok mu? Diye sordum.

-Komşuda, buyurun…

-Haydi, Karanfil Dadı, git, koş, benim geldiğimi söyle. Yanımda da bir misafirim var. Bu gece sizde kalacağız, dedim.

İçeri girdik. Temiz, fakat karanlık, taşlıktan geçerek koca bir merdivenden çıktık. Misafir odasına genç frenk bayıldı. Yerde güzel bir acem halısı yayılıydı. Duvarlar merhum hattat sütbabamın yadigar bıraktığı levhalarla süslenmişti.

Yastıklarına fesrengi perdelerin düştüğü sedirler kırmızı velenslerle örtülüydü. Karşı karşıya oturduk. Kafeslere hayra oldu:

-Adeta kendimi bir rüya içinde sanıyorum! Dedi.

Sütannem gelince benim gibi elini öptü. Ara sıra başındaki fesi unutuyordu. Gayri ihtiyari reverans hareketleri izhar ediyordu. Sütannem bunun pek farkına varmadı ama:

-Konuştuğunuz laf Çerkezceye benzemiyor. Dedi. Ben:

-Anneciğim, bu senin bildiğim Çerkezce değil, hicretten sonra çıkmış, Rusça ile Çeçence ile karışık bir yeni Çerkezce! Diye kandırdım.

Sözde bu Çerkez misafir hacca gitmez için İstanbul’a gelmişti. Sütannem hac vakti olmadığını hatırlatınca ona da bir kulp buldum. Maksadı daha evvel davranıp İstanbul’da biraz Türkçe öğrenmekti.

-Ah, bu yaşta hacı olmak, ne mutlu, ne mutlu, darısı senin başın! Diyordu.

-Amin! Amin!

Frenk, ağzımdan çıkan bu kelimeyi birdenbire tanıyor, aşinalığını göstermek fikriyle, kendi şivesiyle tekrarlıyordu.

-Amen! Amen!

Sütannem bu Çerkezle hacca beraber gitmemi tutturdu. Hasılı, yemek zamanına kadar hep hacıdan hocadan filan bahsettik. Ben sütannemin nasihatini çıtır çıtır hep Çerkezceye tercüme ettim. Sofraya oturunca frenk bütün bütün bedii heyecanının içinde gaşyoldu. Yalnız yabancı misafirlere çıkan gümüş sini zavallıyı deli edecekti. Çatalı bırakıyor, sütannem gibi eliyle yemeğe çalışıyordu. Ben vazgeçirdim. Elle yemek yalnız ihtiyar kadınlara mahsus olduğunu söyledim. Dünyanın en rahat vaziyeti bağdaş kurmak olduğunu iddiaya başlarken sofradan kalktık. Kahvelerimiz içtik. Sütbabamın kütüphanesinde yadigar gibi duran eski yazma kitapları misafirime gösterdim. Nakışlarla ciltlere, minyatürlere hayran kaldı. Uyku zamanı gelince onu Karanfil’le beraber en üst kata çıkardık. Yatağını bahçe üstündeki odaya yapmışlardı. Ayakyolunu falan gösterdim. “Bonsuar” dedim, ben de orta kattaki odaya çekildim. Gece fırtına çıktı. Şiddetli bir yağmur yağdı. Sabahleyin gayet güzel bir hava açılmıştı. Frengi uyanmış, giyinmiş buldum. Yatağın içine oturmuş bir şeyler yazıyordu.

-Bonjur!

-Bonjur, mon ami!

-Ne yazıyorsun?

-Oh, tahassüatımı!

-O kadar mütehassir mi oldunuz?

-Tarif edemem, size tarif edemem!

Aşağı indik, sabah çayımızı içtik. Sütannemin ellerini öptük, bu frengi daha beter Şark pitoreskinin içine bastırmak için yayan olarak Fatih’e götürdüm. Caminin karşısındaki kahveye oturduk. Birer nargile ısmarladım. Dışarı üflemesin diye evvela ehemmiyetle içmek ameliyesini öğrettim. Keyiflerimiz gelmeye başlıyordu. Zavallıyı yine azıttırmak, coşturmak için:

-Azizim, şu karşıdaki mabede bak, dedim, ne letafet, ne mahabet değil mi?

Frenk gülümsedi, o kadar müteheyyiç görünmedi. Daha dün yıkık çeşmelerin, eğrilmiş duvarların huzurunda deli gibi çırpınan bu adamın kayıtsızlığı tuhafıma gitti. Sordum:

-Bu abideyi beğenmediniz mi yoksa?

-Bu, bu mabet hiç…

Diye mavi gözlerini küçülterek tekrar gülümsedi.

-Ne demek hiç? Bu, İstanbul’un en muazzam bir abidesidir.

-Bu hiç… Bu mabet hiç…

-Ne demek?

-Ben ondan daha mükemmelini gördüm.

-Olamaz, dedim, ne vakit gördün?

-Bu gece.

-Rüyanızda mı?

-Hayır…

-Ya nerede?

-Evde…

-Hangi evde?

-Yattığımız evde…

Şaşaladım:

-Ne gördünüz, canım?

-Piyer Loti’nin görmediği bir şeyi! Hiçbir Avrupalının tanımadığı bir sırrı!

Gülümsüyordum.

-Evet, ben sizin gizli mabedinizi gördüm.

-Nasıl gizli mabet, canım?

-Nafile saklıyorsunuz. Ben gördüm işte! Asırlardan beri Avrupalıların gözlerinden sakladığınız mahrem mabedinizi, hususi mabedinizi bu gece gördüm. Ama emin olunuz, bu sırrı muhafaza edeceğim. Paris’e gidince gazetelere yazmayacağım, defterimde mukaddes bir şey gibi bu hatıra saklı kalacak.

-Laflarınızdan bir şey anlamıyorum, dedim.

-Israr etmeyiniz, gördüm gördüm.

-Neyi, canım?

-Gizli mabedinizi!

-Bizim gizli mabedimiz falan yoktur.

-Nafile inkar ediyorsunuz, ben gördüm.

-Tuhaf, çok tuhaf!

Diye başımı sallıyordum. Frenkçik dayanamadı. Cebinden maroken kaplı bir defter çıkardı.

-Bak, görmüş müyüm, görmemiş miyim?

Dedi. Son sayfalarını okumaya başladı:

“… Sabah! Büyük bir heyecan, bir haz içinde şu satırları yazıyorum. Dün Sermed’in taktim ettiği bir Türk ile bu İstanbul’un en meçhul yerine geldim. Meğerse Jak Kazanova, Piyer Loti filan konaklarla yalıların selamlık dairelerinde birer kahve içmekle Şark’ı gördük sanıyorlarmış. Asıl Şark görünmeyen tabakalarda… Ben işte hiçbir Avrupalının göremediği şeyi gördüm. Burası ihtiyar, dul bir kadının evi. Gayet dindar bir kadın. Evin içi, sofra takımı, adet, tarzlar, hasılı olan her şey hiç bozulmamış. Tamamıyla alaturka. Gece beni en üst katta bir odaya yatırdılar. Sabahleyin gayet erken uyandım. Yataktan kalktım. Garip bir tecessüs içimi yiyordu. Ayaklarımın uçlarına basarak dışarı çıktım. Karşıda bir oda vardı. Kapısı aralıktı. Yavaşça ittim. Bir de ne göreyim? Gizli bir aile mabedi!

Beyaz perdeler inik. Aralarından soluk bir aydınlık giriyor. Duvarlarda birçok büyük levhalar asılı. Köşelerde ağır ceviz ağacından yapılmış, demir çemberli mezarlar duruyor. Şüphesiz bu mezarlarda ölülerin mumyaları duruyor. Bir tanesini açmaya çalıştım. Mümkün değil, kilitli. Sonra yerde irili ufaklı birçok kaplar duruyor. Bazıları bakırdan, bazıları porselenden! İçlerinde kıymetlileri var. Mesela kapının hizasında, birinci mezarın önündeki gayet kıymetli, etrafı altınla yaldızlanmış bir kap. Köşedeki yeşil bir vazo… Kim bilir nasıl bir topraktan yapılmış. Mabedin içinde manasını anlayamadığım bir nispet dahilinde ipten birtakım dıdı’larla zaviyeler getirilmiş. Bu mukaddes zaviyelerin üzerlerinde şüphesiz ölülere ait olan birtakım rölikler asılı. Kapılarda mukaddes sular duruyor. Bazısında taşacak derecede çok. Mekke’nin, Medine’nin kim bilir hangi meçhul, hangi mukaddes köşelerinden gelmiş olan bu esrarlı, sulardan tattım. Biraz kekremsi… Kapların dibinde hafif, ama gayet hafif bir toprak tortusu var. Her kaptan içtim. Hepsinin tadı bir. Kalbim çarpmaya başladı. Memnu bir mabede girmiş bir küfürbaz, bir hain, bir kafir heyecanıyla dışarı çıktım. Sanki bu mezarlar birdenbire açılacak, içlerinden yüzlerce sene evvel ölmüş olan ihtiyar Türkler kavuklarıyla, yatağanlarıyla kalkıp üzerime yürüyecekler sandım. Sanki duvarlardaki levhalar sallandı. Mukaddes kapıların içi çalkalandı. Sanki o an bir deniz olacak, oralarda beni boğacaklardı. Bu mukaddes suların hiddetini, sükutunu, ulviyetini şimdi içimde duyuyor gibi oluyordum.

Esrarlı, müphem bir rahavet, bir ateş damarlarıma yayılıyor. Beynimde karanlık meçhul bir kubbenin derin akislerini işitiyordum. Öyle anlatılmaz bir heyecan duyuyordum ki…”

Kendimi tutamadım. Öyle bir kahkaha attım ki frenk marpucunu elinden düşürdü. Az daha nargilesi devrilecekti. Sabah keyfini çatmaya gelmiş müşterilerin afyonlarını patlattım. Dik dik yüzüme bakıyorlardı.

Frenk sordu:

-Niye gülüyorsun?

-Ayol, sen gizli mabede girmemişsin! Dedim.

-Ya nereye girmişim?

-Sütannemin sandık odasına!

-Sandık odası ne?

-Bizim evlerde komod, aynalı dolap filan yoktur. Eşyalarımızı birer sandıkta, sandıklar da bir odada durur. O mezar zannettiğin demir çemberli ceviz tabutlar bizim çamaşır sandıklarımızdır.

-Ya duvarlardaki levhalar?

-Sütbabamın eserleri! Yadigar diye sütannem satmıyor.

Frenk inanamıyordu. Ben hala gülüyordum.

-Ya ipten yapılmış hendesi şekiller? O rölikler?

-Yağmurlu havalarda çamaşır asmaya mahsus ip. Zaviyeler müsellesler tesadüfen teşekkül etmiş, rölik zannettiğimiz de kullanılmayan esvaplar.

Frenk yine inanamıyordu. Mavi gözleri birdenbire bulutlanmıştı. Yalanımı yakalamış gibi başını salladı:

-Ya o mukaddes sular? Onlara ne diyeceksin, azizim? Dedi.

-Gece yağmur yağdı. Sütninemin sandık odası bildim bileli akar. Tavandan damlayan yağmur suları yerleri ıslatmasın diye geceleyin Karanfil o kapılara sıra sıra dizmiş olmalı… dedim.

Frenk, evlerimizin üzerindeki Maşallah levhalarını milli bir sigorta şirketinin işaretleri, saçaklarımızda sallanan nazarlık pabuçlarını damdan dama kaçan hırsızların oralara takılıp kalmış ayakkabıları zanneden meşhur millettaşı gibi, bir an durdu. Düşündü. Derin derin nargilesini çekti. Yutkundu. Elinde açık kalan defterini cebine soktu. Ben hala duruyor, duruyor, gülüyordum.

-Gülme, azizim, sizim sandık odalarınızda bile öyle esrarlı öyle anlaşılmaz, öyle müphem, öyle dini bir hal var ki.

-Ne gibi?

-Öyle bir şey ki… Siz körsünüz… Görmüyorsunuz vesselam…

Dedi. Fakat bizim göremeyip, o yalnız kendi gördüğü şeyin ne olduğunu bir türlü söylemiyordu.

Malum ya, Türkler hükümlerinde çok naziktirler. “Bir körsek işte siz de dilsizsiniz!” cevabı ta dudaklarımın ucuna gelmişken sustum. Hiç ses çıkarmadım.

KAYNAKÇA: A. C. Yöntem, Ömer Seyfettin: Hayatı ve Eserleri, İst., 1935; ay, “Ömer Seyfettin”, AA, I, 370-371; ay, Ömer Seyfettin: Hayatı, Karakteri, Edebiyatı, İdeali ve Eserlerinden Nümuneler, İst., 1947; Y. N. Nayır, Ömer Seyfettin: Hayatı, Sanatı, Eserleri, İst., 1952; H. Yücebaş, Ömer Seyfettin: Hayatı, Hatıraları, Şiirleri, İst., 1960; H. Dizdaroğlu, Ömer Seyfettin, Ank., 1964; T. Alangu, Ömer Seyfettin: Ülkücü Bir Yazarın Romanı, İst., 1968; Alangu, 100 Ünlü, II, 900-928; İ. Parlatır, “Ömer Seyfettin”, Türk Ansiklopedisi, c. XXVI, Ank., 1977, s. 261-266; Banarlı, RTET, II, 1100-1135; Kaplan, Hikâye, 54-72; Doğumunun 100. Yılında Ömer Seyfeddin, İst., 1984; M. S. Koz, Nükte ve Fıkralarıyla Ömer Seyfettin, İst., 1984; Doğumunun 100. Yılında Ömer Seyfettin, Ank., 1985; M. Kutlu, “Ömer Seyfettin”, TDEA, VII, 182-187; İ. G. Kaya, Ömer Seyfettin, İst., 1991; Ş. Aktaş, “Ömer Seyfettin”, Büyük Türk Klasikleri, c. XI, İst., 1992, s. 130-138; Y. Z. Öksüz, Türkçe’nin Sadeleşme Tarihi: Genç Kalemler ve Yeni Lisan Hareketi, Ank., 1995, s. 77-173; “Ben Gönen’de Doğdum”: Ömer Seyfettin ve Eserleri Sempozyum Bildirileri, 1977-Gönen, İst., 1998; N. H. Polat, Külliyâtına Girmemiş Yazılarıyla Ömer Seyfettin, İst., 1998; M. F. Andı, Ömer Seyfettin, İst., 1999; A. Uçman, “Ömer Seyfeddin”, YYOA, II, 427-429.

 

 

Paylaş