HAYATI

Yazar ve şair. 23 Ağustos 1898’de İstanbul’da dünyaya geldi. Babası Mehmet Ata Bey, Hammer Tarihi çeviricisi olarak ün salmış ve Meşrutiyet’ten sonra da bir süre devlet görevlerinde bulunmuştu. Ağabeyi Dr. Galip Ataç ise bir zamanlar Ankara Radyosu’nda sağlık ve toplum konularındaki konuşmaları, çevirileri ve yazıları ile tanınmıştı. Bir diğer ağabeyi ise değerli matematikçiydi ve genç yaşta Çanakkale’de şehit düşmüştü. Ataç’ın ölümünden sonra yayınlanan Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki sicilinde öğrenimi “özel” diye kaydedilmekte birlikte, çeşitli okullarda okuduğunu, bir aralık bir amaçla İsviçre’ye gittiğini de biliyoruz. İlkokuldan sonra Galatasaray Sultanisi’ne dört yıl kadar devam etmiş, Mütareke yıllarında bir süre İstanbul Darulfünun’da edebiyat öğrenimi görmüştü. Bundan sonra okul yüzü görmemiş, aile çevresinde özel çalışmaları ile Fransızca öğrenmiş, Fransız edebiyatını yakından tanıyacak duruma gelmişti.

Nurullah Ataç, yazıya İsviçre’den döndükten sonra, Mütareke yıllarında İstanbul’da çıkan Dergah dergisinde başlamıştı. Bu dergide, o yıllarda yazıya başlayan gençlerle, onlara önderlik eden ünlüler toplanmışlardı. O sıralarda İstanbul Darulfünun’da edebiyat dersleri veren Yahya Kemal, bu grubun başında, çok beğenilen edebi müsahebeler yazıyordu. Ahmet Haşim, Halide Edip, Falih Rıfkı da yazılarını bu dergiye veriyorlardı. Abdülhak Şinasi, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu eleştiriler yazıyor, Darulfünunlu gençlerden Ahmet Hamdi Tanpınar, Hasan Ali Yücel, Necmettin Halin Onan, Mustafa Şekip Tunç, Ahmet Kutsi Tecer, Kemalettin Kami Kamu, Hüseyin Namık Orkun, Refik Halit Karay bu dergi çevresinde toplanıyorlardı. Ataç da bu canlı çevrede Ahmet Haşim’i öven bir tanıtma yazısı ile edebiyat dünyasına girdi. Ardından şiirler, düzyazılar, edebiyat konuşmaları ve tiyatro eleştirileri de yazdı.

Ata, Cumhuriyet’in ilanı sıralarında, bir tiyatro eleştirici olarak az çok ün kazanmıştı. Hocalığı sırasında şiir, tiyatro eleştiricisi, yazı denemelerini bir yana bıraktığı (o sırada Akşam gazetesinde yazıyordu), bütün çalışmalarını önce çeviriler, sonra da edebiyat konuşmaları ve denemeler üzerinde topladığı görülecektir. Ataç, ölünceye kadar artık yazının bu alanlarında kaldı. Yazılarını, fazla titizlik göstermeden, irili ufaklı bütün sanat dergilerine vermekle birlikte, aslında bir gazete yazarı olarak kaldı.

Ataç’ın, Dergah dergisinde başlayan yazarlık hayatının yanı sıra, 31 Mayıs 1954 tarihine kadar süren öğretmenlik hayatı da olmuştur. 21 Ekim 1921’de Nişantaşı Sultanisi Fransızca öğretmenliği ile bu yola girmiş, İstanbul’un çeşitli sultani ve liselerinde çalışmış, 17 Şubat 1924’te Adana Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak tayin edilmişti. Pek sevdiği, sonrada fırsat buldukça ziyaret ettiği bu şehirde, iki yıl kalmış, sonra Ankara’ta nakledilerek Ticaret Müdüriyeti Umumiyesinde çalışmaya başlamıştı. Sonra Mukavelatı Ticariye Tetkik Dairesi Heyeti Tahririye Müdürlüğü’ne geçmiş ve 11 Ekim 1926’ya kadar bu görevde kalmıştı. Bu tarihten sonra yine Milli Eğitim Müdürlüğünde çalışmaya başlamıştı. Önce Talim Terbiye Dairesi’nde çevirmen oldu, sonra da Orta Muallim Mektebi’nde (Gazi Eğitim Enstitüsü) edebiyat ve sanat tarihi öğretmenliği görevine geçti. Aynı okulda Fransızca öğretmenliği de yaptı. Daha sonra İstanbul’a gelen yazar, Pertevniyal Lisesi’nde Fransızca öğretmeni oldu. Buradan da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yabancı Diller Okulu Fransızca lektörlüğüne geçti. Bu görevinde 12 Eylül 1939 tarihine kadar kaldı. Sonra yine Ankara’da Gazi Terbiye Enstitüsü’ne Fransızca öğretmeni olarak tayin edildi. Ardından Atatürk Lisesi Fransızca öğretmenliğine geçti. Daha sonra da Basın-Yayın Umum Müdürlüğü Basım ve Dağıtım Dairesi şefi olarak görev yapmaya başladı. Bu görevinden ayrılınca yine Atatürk Lisesi Fransızca öğretmenliğine döndü. 31 Mayıs 1945’te öğretmenlik görevi son buldu. Bundan sonra son resmi görevi olan Cumhurbaşkanlığı çeviriciliğinde bulundu. Otuz yıllık görev süresini doldurunca, bu görevinden emekliye ayrıldı.

Çeşitli kitapçılara hazırlattığı çevirilerden başka, Milli Eğitim Bakanlığı’nın Dünya Edebiyatı’ndan Çeviriler dizisi içinde de bir hayli çevirileri de vardır. Bunlarda bir aralık Sabiha Yağızlar takma adını da kullanmıştır. Milli Eğitim Bakanlığındaki çeviri-redaksiyon bürosunun kurulmasında, Tercüme dergisinin kuruluşu ve gelişmesinde hayli emekleri geçti. Fransızcadan yaptığı, sayıları elli cildi bulan çevirilerinin arasında en güzelleri H.B. Stendhal’dan yaptığı Kızıl ve Kara ve Ch. Laclos’tan yaptığı Tehlikeli Alakalar çevirileri olmuştu.

Gazete ve dergilerde dağınık duran yazıları ancak 1956 yılından sonra kitap düzeninde yayınlamaya başlandı. Bu kitaplarına giren yazılarının çoğu 1940 yılından sonra yazdıklarıdır.

Ataç’ın bir başka çalışması alanı da Türk Dil Kurumu olmuş, yönetim kurulu üyesi olarak, 1951 Mayısından Türk Dili dergisini yönetmiş, yazılarından başka her ay süreli olarak Dergiler Arasında sütununu hazırlamıştır.

Ölüm günlerine kadar çeviriler yapan yazar, gazetede ve dergilere de yazdı. Dil Kurumunda çalıştı ve konferanslar verdi.

Eşi Leman Ataç’ın ölümüne bir türlü alışamayan Nurullah Ataç, ölene kadar, bu konudaki üzüntülerini her fırsatta ifade etmiş, tek kızı Meral Tolluoğlu’nun küçük oğlu Aydın’la son günlerinin sıkıntılarını biraz olsun unutmuştu.

Eşini kaybettiği günlerde, ölümüne, iki yıl kaldığını söyleyen Ataç’ın öldüğü sıralarda, bu sürenin dolmasına sekiz gün kalmıştı. Son sözleri göz önüne alınırsa, son iki yılını yaşama sevincini yitirmiş olarak geçirdiği söylenebilir:

“Kim bilir? Ola ki son yazdığım çizeklerdir bunlar. Öyleyse ne yapmalıyım? Bunca yıl yaşadım, yeter bana” (Ulus, 12 Mayıs 1957).

Nurullah Ataç, 8 Mayıs 1957’de hastalandı. Ateşi yükselince hastaneye kaldırıldı. Zatürree ve anjin ihtimalleri üzerinde duruldu. Biraz iyileşince, hastanede kalmak istemedi ve evine döndü. Birkaç gün evde kaldı. Çok yüksek olan tansiyonu birden sekize düşüp bitkinlik başlayınca yeniden Ankara Numune Hastanesi’ne kaldırıldı. Hastalığının üremi olduğu ancak burada anlaşılabildi. Karaciğer ve böbrek bozukluğu da eklenince, bütün çarelere başvurulmakla birlikte yorgun kalbi dayanamadı. Kan dolaşımı yetmezliği yüzünden kendini kaybetti. Son otuz altı saati komada geçen Nurullah Ataç, 17 Mayıs 1957 günü komadan ayılamadan 59 yaşında hayatını kaybetti. Cenazesi 18 Mayıs günü kaldırıldı.

EDEBİ KİŞİLİĞİ

Nurullah Ataç, yaşadığı sürece edebiyatımızın en hareketli adamı olarak dikkatleri üzerine topladı. Cumhuriyet’ten sonra “yeni şiir”in gelişmesinde ve göze çarpan yazarların tanınmasında da öncülük etti. Eleştirici ve denemeci olarak yürüttüğü çalışmalarının yanı sıra dilimizin özleşmesi ve arınması yolundaki devrimci uğraşlarını da sürdürdü. Yazılarında gide gide hiçbir yabancı sözcük kullanmamakta direndi. Zamanla kendine has arınmış dili, devrik cümleli, halkın konuşma diline yaslanan bir anlatım düzeni kurdu. Başta şiir olmak üzere, edebiyat alanında büyük bir otorite sayıldığı için gençleri etkiledi ve peşinden sürükledi. Edebiyat ve dil alanında yeni bir beğeni yolu açtı. Deneme-eleştirilerini yalnız dergilerin değil, gazetelerin ilgi çeken yazıları durumuna getirdi.

Bizde eleştiri, Tanzimat’la birlikte başlamıştı. Lakin gelişmesi, bir yazı türü olarak yaşaması ve okuyucularını etkileyebilmesi için Cumhuriyet yıllarını beklemek gerekmişti. Bizde, önceleri kitap tanıtma yazıları biçiminde başlayan eleştiri, sohbetten fıkraya oradan da deneme türüne doğru yürüdü. Sonunda bu işin temelinde bir değerlendirme niteliğinin varlığı anlaşıldı. Bu yazı türü üzerinde düşünenler arttı. Okuyucuları ortaya çıktı ve genişledi. Gazeteler ve dergiler, bu yazı türünü ister ve arar oldular. Eleştirici ayrıca sanatın diğer kollarını da kapsamaya başladı. Eleştiri türünün, gazetede ve dergilerde yerleşmesinde, okuyucularının yetişmesinde Nurullah Ataç’ın, öncü, mücadeleci ve kurucu bir rolü oldu. Ayrıca Batı’nın bu yoldaki örnekleri ile temasa geldikten sonra, Ataç’ın verdiği örneklerin, sohbete, fıkraya, izlenime, daha da ileride, denemeye kayan nitelikleri olduğunu, zengin bir alana yayıldığını gördük. Ataç, bu türün öncülüğünü ve yol açıcılığını yaparken, bizde deneme-eleştirinin yollarını açtığı kadar, zevkini de kurup yerleştirebildi.

Nurullah Ataç’ın 1921 yılında, Dergah dergisinde Ahmet Haşim’in Göl Saatleri üzerine yazdığı bir yazı ile bu alana girdiği kabul edilir. Ondan sonra tiyatro ile ilgilenen yazar, Akşam gazetesinde yazılar yazdı.

“… Büyük bir fantezisi, kendine göre da tiryakilikleri vardı. Tiryakilik, her cemiyette ve her edebiyatta sevilir. Okuyucu, eski mutlak hükümdarlar gibi, sevimli ve zekice olunca, terslenmekten de hoşlanır. Şüphesiz burada işe biraz yapmacık karışır, fakat hiçbir yapmacık tek başına değildir. Arkasına dayanacağı bir psikoloji, bir çeşit hazır zemin ister. Nurullah da böyle idi. Öfkeli mizacı, neşesi, kendine seçtiği görüş zaviyeleri, beyhude nezaketlere tahammül edemeyişi, nihayet o çetin zevki, onu tok sözlü yapıyordu.

Daha Dergah’ta ilk gördüğüm gün, üzerimde rast geldiğim gagalayan ve durmadan konuşan, huysuz bir papağan tesiri yapmıştı. Bir saat sonra gagasında ve ayaklarının ucunda hepimiz yolunmuş bir yığın tüy, tepemizden doğru halimize hiddetli hiddetli gülüyordu. Yazıları biraz gelişince, konuşmasının lezzetine ve üslubuna erdi. Şüphesiz çok şaşırttı. Ve etrafında büyük hiddetler uyandırdı. Yahya Kemal gibi izah ederek konuşmuyordu. Hiçbir dünya görüşüne açıkça dayanmadan, hiçbir inancı istismar etmeye tenezzül etmeden, sadece zevk denen ve kendisinde adeta insiyaki olan melekeye dayanarak asıp biçiyordu. Kaleyi içinden fethetmesini pek bilmezdi. Tak başına bayrağı yakaladığı gibi hücuma geçenlerdendi. Fotoğraf çektirir gibi, Mabeyn’de bayramlaşmaya gidenler gibi konuşmaya alışmış bir edebiyatta, bu herkesin ayağına basa basa yürüyen adam, elbette birtakım hiddetler uyandıracaktı. Nurullah, etrafını kızdırdığı derecede sevildi. Bu hiddetin dalgaları edebiyatımızda daima görülecekti. Tıpkı hakkı olan sevginin dalgaları gibi” (Ahmet Hamdi Tanpınar).

Dergah dergisinden eski arkadaşı Ahmet Hamdi Tanpınar, Nurullah Ataç’ın “nesnel yapıda bilimsel eleştiri” dedikleri yolun adamı olmadığını, eleştiriyi bir edebiyat türü olarak kabul ettiğini, yargılarken mizacının ve zevkinin izinden yürüdüğünü, kullandığı bu değişken ve sübjektif ölçüler yüzünden çevresini yadırgattığını ve şaşırttığını anlatır. İlk yazılarından başlayarak, bütün ömrünce, Ataç’ın eleştiriciliği tartışılmış, son günlerine kadar sürmüştür. Yani Ataç, eleştiri açısından çok yargılanmış, hatta tartaklanmıştı. Ünü, etki alanı, ömür uzun olmuştur. Lakin bütün bunların sonunda, toplumumuzda eleştiri, özlenir ve beğenilir, yavaş yavaş saygı görür bir kişi durumuna gelmişti. Bu konudaki tartışmalar dönüp dolaşıp şu noktada birleşiyor:

“… Ataç, gerçek anlamda bir eleştirici midir, sorusuna açık yürekle bir karşılık vermek gerekirse diyeceğiz ki, Ataç bizim anladığımız anlamda, özellikle nesnel açı bakımından bir eleştirici değildir. Çünkü eleştirinin de özel birtakım kuralları, birtakım yolları ve yöntemleri vardır. Oysa Ataç, öyle kalıba, yola, yordama sığacak bir insan değildi. Eleştiricide birçok nitelikler aranır. Bunların bir tanesi sabırlı olmak ve derinliğine, genişliğine araştırma yapmaktır. Ataç, bu sabırdan yoksundu. Ele aldığı bir eser hakkındaki düşüncelerini daha doğrusu o eserle ilgili izlenimlerini hemen okuyucuya aktarmak isteyen bir kişiydi” (Hikmet Dizdaroğlu).

Ataç’ın hırçın ve artist mizacından gelen özellikleri herkesçe biliniyordu. Bu, renkli ve çok yönlü davranışları ile ün kazanmış, ünü yayılmıştı. Yaşadığı ve yazdığı günlerde, onun “yeni edebiyat”a yol açan kişiliği iyice belli olmuştu. Eleştiri ve deneme edebiyatımızın, ilgi çeken, gazete ve dergilerde yerleri olan, yerli ve yabancı dillerden çeviri kitap yayınları da gittikçe çoğalan bir yazı türü haline geldikten sonradır ki, artık eleştirilerinin de çeşitli yolları ve yöntemleri üzerinde düşünüyor, bunların örneklerini çevirip tanıtıyor, bazı kelimeler de bu yöntemlere bağlanarak eleştiriler yazıyorlardı. Lakin bu yeni verimli yolu, renkli kişiliği, tartışmaları, eserleri ve korkusuz davranışları ile Nurullah Ataç açmıştı.

Ataç’a benzer, eleştirilerini sanatçı izlenimine dayanarak ifade eden eleştiriciler Batı’da da vardı. Aslında bu gibi eleştiriciler, tarafsız, ölçülü, nesnel ve karşılaştırmalı bir değerlendirme yapmıyorlar, ele aldıkları eserleri vesile ederek, kendi düşünce ve duygularını ortaya koyuyorlardı. Ataç’ın da, bu ilk aşamada, okuyucularına anlatacak düşünceleri vardı. Ele aldığı eserler, onun bu düşüncelerini ortaya koyacak bir kapı oluyorlardı. Üstelik öncü ve yol açıcı bir çalışmada bu yol sanıldığı kadar da kişisel değil, eğitici idi. Ataç’ın bizde, deneme ve eleştiri türünün başarılı ve iddialı öncüsü olduğu, dilimizin arınmasındaki devrimci tutumu düşünülürse, eleştiriyi nesnel ve objektif yolun dışında alışı, diğer tutkuları ve ilkeleriyle birleşirken aşırı kişisellikten de kurtuluyordu. Ona göre, herhangi bir sanat eserini yargılamaya ve değerlendirmeye yönelince, eleştiri, güzel ya da çirkin yargısını verirken, öznel olmak zorundadır. Duygularımız bu işte büyük rol oynar, taraf tutarız: “Eleştirici kendi duygularını, kendi tutkularını söyler ve yazıları arasından, yerdiği, ya da övdüğü yazarı değil kendini görür”. Aslında bütün bunların birleştiği yerde şu anlam vardır: eleştirici, bir toplum, çağ değiştirmeye zorlayan bir savaşın içinde ise, tarafsız bir yargıç değil, bütün güçleri ve eserleri kendi yönetiminde toplayan, başka değerlere yol açmayan adamdır.

Nurullah Ataç, son yıllarında, denemeyle birlikte eleştirinin de yazı türleri olarak kazandığı yaygınlık ve itibar üzerine, öznel eleştiriden ayrılmaya niyetlenmişti. Artık kendi duygu, ölçü ve beğenilerinden uzaklaşıp, edebiyat ve sanat ölçülerine göre objektif bir değerlendirme yoluna girmenin gerekli olduğunu düşünüyordu. Daha doğrusu ölmeden önce artık, nesnel eleştiriye geçmenin zamanı geldiğine işaret etti. Lakin bu işi de kendisi yaptı.

Aslında Ataç, kendisini bir eleştirici saymaz, bir deneme ve sohbet yazarı olduğunu ileri sürer. Adı eleştiriciliğe çıkmış olmakla birlikte, deneme türünün edebiyatımızdaki en güzel örneklerini vermiştir. Gerçekte bu türü, onun sayesinde öğrendik, edebiyatımızda en güzel örneklerini de ondan okuduk. Kişiliğinin ve yazarlığının en önemli ve belirgin yanı bu alanda kendini gösterdi.

Eleştirici olarak, sağlam ve köklü bir beğenisi vardı. Bundan dolayıdır ki, “yeni edebiyat”a yol açarken, yargılarında haklı idi. Hatır gönül dinlemeden doğruları yazdı.

Nurullah Ataç’ın asıl önemli eleştirilerindeki sürekli değer ve başarıda değil, bu alandaki öncülüğündeydi. Bu işi de hakkı ile başardı. Denemeci olarak da Montaigne’i izledi. Onun gibi pervasız, akılcı, özgür düşüncenin yolunu açmada mücadeleci oldu. Bu da devrimciliğinin bir diğer yanı idi.

Divan edebiyatını çok iyi bilir, zevkiyle yaşar bir gül desteci idi. Lakin bütün çabası, hırçınlığı ve yırtıcılığı ile “yeni edebiyat”ın yolunu açmaya çalıştı.

ESERLERİ

Deneme-Eleştiri:

  • Günlerin Getirdiği, Ank.: Akba, 1946
  • Sözden Söze, İst.: Varlık, 1952
  • Karalama Defteri, İst.: Yenilik, 1952
  • Ararken, İst.: Varlık, 1954
  • Diyelim, İst.: Varlık, 1954
  • Söz Arasında, İst.: Varlık, 1957
  • Okuruma Mektuplar, İst.: Varlık, 1958
  • Günce, İst.: Varlık, 1960 (Günce I, 1953-55, Ank.: TDK, 1972; Günce II, 1956-57, Ank.: TDK, 1972)
  • Prospero ile Caliban, İst.: Varlık, 1961
  • Söyleşiler, Ank.: TDK, 1964
  • Dergilerde, Ank.: TDK, 1980.

Çeviri:

  • Mazi ile Âti Arasında (G. Ferreno), İst.: Hâkimiyet-i Milliye, 1926
  • Hürriyetin Bahası (C. Caolidge), Ank.: Hâkimiyet-i Milliye, 1926
  • Genç Werther’in Istırapları (J. W. Goethe), Ank.: MEB, 1930
  • Mitoloji, İst.: Kanaat, 1933
  • Mercan Adası (R. M. Ballantyne), İst.: Kanaat, 1939
  • İki Yeni Gelinin Hatıraları (H. de Balzac), İst.: Semih Lütfi, 1940
  • Dünya Gözüyle (C. Vildrac), Ank.: MEB, 1940
  • Adsız Köşk (A. Fournier), İst.: Ahmet Halit, 1940
  • İspanya Tarihi (L. Bertrand), İst.: Kanaat, 1940
  • Oidipus Kolonos’ta (Sophokles), Ank.: MEB, 1941
  • Philoktetes (Sophokles), Ank.: MEB, 1941
  • Kırmızı ve Siyah (Stendhal), 2 c., Ank.: MEB, 1941-42
  • Fil (M. Aymé), İst.: Kanaat, 1941
  • Öküzler (M. Aymé), Ank.: MEB, 1941
  • Bodur Kara Horoz (M. Aymé), İst.: Kanaat, 1941
  • Ördek ile Pars (M. Aymé), Ank.: MEB, 1941
  • Koç ile Doğan (M. Aymé), Ank.: MEB, 1941
  • Köpek (M. Aymé), Ank.: MEB, 1941
  • Kurt (M. Aymé), Ank.: MEB, 1941
  • Kötü Kaz (M. Aymé), İst.: Kanaat, 1941
  • Kumarbaz (F. M. Dostoyevski), İst.: Ahmet Halit, 1941
  • Amphitryon (Plautus), Ank.: MEB, 1943
  • Kan Davası (H. de Balzac), İst.: Hilmi, 1943
  • Andrea del Sarto (A. de Musset), Ank.: MEB, 1943
  • Granata Sefahati (M. Magre), Ank.: Akba, 1943
  • Çömlek (Plautus), Ank.: MEB, 1943
  • Urgan (Plautus), Ank.: MEB, 1943
  • Kardeşler (Terentius), Ank.: MEB, 1943
  • Tehlikeli Alakalar (C. de Laclos), Ank.: MEB, 1944
  • Fırsat (P. Mérimée), Ank.: MEB, 194
  •  Çifte Bakkhis’ler (Plautus), Ank.: MEB, 1944
  • Seçme Yazılar (Samsatlı Lukianos), 2 c., Ank.: MEB, 1944
  •  Masallar (Aisopos), Ank.: MEB, 1945
  • Andros Güzeli (Terentius), Ank.: MEB, 1946
  • Formio (Terentius), Ank.: MEB, 1946
  • Kaynana (Terentius), Ank.: MEB, 1946
  • Özünün Celladı (Terentius), Ank.: MEB, 1946
  • İkizler (Plautus), Ank.: MEB, 1946
  • Tecimen (Plautus), Ank.: MEB, 1946
  • Buğday Kurdu (Plautus), Ank.: MEB 1947
  • Casina (Plautus), Ank.: MEB, 1947
  • Epidicus (Plautus), Ank.: MEB, 1947
  • Üç Akçelik Kişi (Plautus), Ank.: MEB, 1947
  • Hortlak (Terentius), Ank.: MEB, 1947
  • Hadım (Terentius), Ank.: MEB, 1947
  • Kartacalı (Plautus), Ank.: MEB, 1948
  • Altın Eşek-I (Apeleius), Ank., 1950
  • Masallar (H. C. Andersen), Ank.: MEB, 1952
  • Taras Bulba (N. Gogol), İst.: Varlık, 1954
  • Don Ramiro (E. R. Larreta), Ank.: MEB, 1954
  • İğreti Suret (M. Aymé), İst.: Varlık, 1955
  • Yedi Kızlar (G. Simenon), İst.. Varlık, 1960
  • Madame Bovary-Taşra Âdetleri (G. Flaubert; S. E. Siyavuşgil ile), İst.: Remzi, 1967
  • Mitoloji (E. Granger), İst.: Cem, 1979
ESER ÖRNEKLERİ

BEN

Gelelim önemimin gerçek yanına… “Bırak onu da başkaları söylesin” diyeceksiniz. Doğru, bir kişinin değerini başkaları daha iyi ölçer. Kendisi büyütür gözünde, yapamadıkları, başaramadıkları da olmuştur. Küçülttüğü de olur, ulaşmak istediğine ulaşamamıştır, bunu anlar da büsbütün sarsılır kendine güveni, ortaya koyabildiklerini de görmez olur, boşuna yaşamış sayar kendini. Bilirim bunu, gene de değerimi, önemimin gerçek yanında kendim söylemeye çalışacağım.

Başkalarının söyleyeceğinden, söyleyebileceğinden umudum yok da onun için. Bakıyorum benim için yazılanlara, övenler de oldu beni, yerenler de. Daha da oluyor. Ama övenler de yerenler de belirtmesi gereken asıl yerler üzerinde durmuyor. Yerenleri bırakalım şimdi, övenlerden yakınayım. Bir övme vardır bizde, birer erdem olduğuna inanılmış niteliklerin hepsini övülen kişide görmek. Yazdıklarını okumayacaksınız, yaptıklarını incelemeyeceksiniz, alacaksınız elinize kalemi “üstad” diye “dahi” diye döktüreceksiniz. Ya, bana “dahi” diyenler de oldu, kan tepeme çıktı, ölecektim. Biri de durup dururken, Sokrates’e benzetti beni. Dediklerine göre çirkin bir adammış Sokrates, eh, o yönden belki benzerim, başkaca bir benzerliğim yoktur. İlkçağ Yunanelinin büyük bilgesi nerde, ben nerde. Böyle benzetmeler eziverir kişiyi, küçüklüğünü daha da belirtir. Şimdiye dek ancak iki kişinin benim için yazdıkları gönendirdi beni, Bay Zeki Kuruca’nın yazısıyla Bay Yıldırım Keskin’in yazısı. Onlar övmedi beni, savundu, yazılarında bir araştırma, konuyu kavrayıp yargılama dileği görünüyordu. Bay Zeki Kuruca’nın iyice şiirleri de vardı; epeyce oluyor, bir iki yerde görüştüm kendisi ile. Şimdi nerdedir? Ne yapar? Bilmiyorum. Dergilerde adını gördüğüm de olmuyor. Bay Yıldırım Keskin ile hiç karşılaşmadım. Tanıyanlardan sordum, şimdi yabancı bir ülkedeymiş, okuyormuş orada. Dönüşünde iyi bir yazar, anlayışlı bir eleştirmeci olacağını umuyorum. Beni de belki büsbütün beğenmez olur, olsun, duygularıyla değil, düşünceleriyle yargılayacağını umuyorum.

Bunca yıldır yazıyorum, ne yaptım ben? Yanılmıyorsam 1921’de idi, Dergah’ta yazmaya başladım. Ahmet Haşim’in “Göl Saatleri” yeni çıkmıştı, ilk yazı onun üzerineydi. Sonra tiyatro eleştirilerine geçtim. Benim yazı yazmaya başladığım yıllarda, bir Avrupalı hayranlığı vardı bu ülkede. Avrupa hayranlığını kötüleyecek değilim. Gözlerimizi Avrupa’dan ayırmamalıyız, çoktur, sayılmayacak kadar çoktur bizim Avrupa’dan almamız gereken şeyler. Geleneklerimiz sımsıkı bağlı kalmamızı Avrupalı yazarların kitaplarını kapatıp da kendi edebiyatımızla yetinmemizi öğütleyenler oluyor, onlardan değilim ben, eritmeliyiz kendimizi Avrupa uygarlığı içinde, kurtuluş ondadır. Geçenlerde eleştirmecilerimizden biri, Bay Kemal Kaplan, Mehmet Akif’i Müslüman olduğu için sevmediğini söylüyordu. Hayır. “Tevbe, ya Rabbi hata rahına gittiklerime – Bilip ettiklerime, bilmeyip ettiklerime” diyen şairi severim. Süleyman Çelebi’yi severim, iyi şairdir onlar, bayağı değildir. “Medeniyet denilen tek kişi kalmış canavar” diyen şair ise şüphesiz bayağıdır. Mahalle kahvesi düşünürü. Hani “Tesettür kalktı, bet bereket kalktı” diye konuşanlar vardır mahalle kahvelerinde, işte onların şairi, onların düşünürüdür Mehmet Akif. Yalnız Batı uygarlığını değil, Doğu uygarlığını da sevmez, ince yanını sevmez o uygarlığın. Şirazlı Hafız’a da, Nedim’e de söver, şiire düşmandır. Avrupa’ya yönelmemizi, Avrupa uygarlığını benimsememizi isteyenler hep o Mehmet Akif’e tutunurlar. Ben Mehmet Akif’çi değilim. Ama benim yazı yazmaya başladığım yıllardaki Avrupa hayranlığı, körü körüne bir hayranlıktı. Fransızların büyük edebiyatının sözü bile geçmezdi. Tiyatrolarımız Paul Hervieu, Kistaemakers, Robert de Flers ile Caillavet, Bataille, Bernstein gibi adamların eserleri oynardı, Fransız edebiyatı diye sunarlardı.

O sırada bir ben miyim o eserlerin değersiz, bayağı şeyler olduğunu bilen, anlayan? Elbette bir ben değildim. Hikayecilerimizin kendilerine örnek diye, Fransızca “Le Journal”, “Le Petit Parisien”in, daha bilmem hangi gündelik gazetenin hikayecilerini seçerlerdi. Bir ben miydim bunun gerçek Fransız edebiyatı olmadığını bilen, Fransız edebiyatının yüz karası olduğunu anlayan? Hayır. Benim yazı yazmaya başladığım yıllar, Bay Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, Bay Yahya Kemal Beyatlı’nın genç olduğu yıllardı, benim söylediklerimi onlar benden daha iyi bilir, benden daha iyi anlarlardı. Ne var ki, kendi eserlerini yazmaya çalışırlar da, o kötü edebiyatta, Fransızların kötü edebiyatı ile savaşmazlardı. Brieux’un bilmem hangi eserini saçma bir şey olduğunu yazdığım gün, şaştılar çevremdekiler. Nasıl? “Academie Francaise” üyelerinden Monsieur Brieux’ye dile uzatılır mıymış? O günün gazetecilerinden biri “Biz öyle kimselerin terine dahi saygı göstermeliyiz” gibilerden bir şeyler yazdı. Çekinmedin ben, bildiğimi söylemekten. Bunu kendimi göstermek için yaptığımı sandılar. Delphoi tapınağını yakan, Zemzem kuyusuna işeyen adam gibi… Bugün de ünlü yazarlardan birini beğenmediniz mi, gene öyle söyleyenler çıkar.

Türk tiyatrolarının o bayağı yazarları bırakıp da, daha iyilerine, daha yükseklerine geçmesini ben sağladım demiyorum. Olacaktı o iş. Dedim, o eserleri beğenmeyen, bayağılığını bilen nice kimseler vardı, elbette etkilerini gösterecekti. Ama benim de o işte, küçük de olsa, bir payım vardı.

Arkadaşlık, dostluk güzel büyük bir duygudur. Ulu yazarlar arasında, o duygunun aşktan da üstün olduğunu söyleyenler de vardır. Arkadaşlık, dostluk duygusunu yermeğe kalkacak değilim. Ama şunu sorayım size: edebiyatta, sanatta, düşünce işlerinde arkadaşlık, dostluk duygusundan daha tiksinç ne vardır? Şu adamın yazdıklarını beğenmeyeceksiniz, onları okurken güleceksiniz içinizden, sonra da kalkıp o adam arkadaşımızdır diye o yazıları öveceksiniz. Sorarım, bu yalan kadar kötü ne vardır? Bizim gençliğimizde adı daha anılan bir Fransız resim eleştiricisi vardı: Jean Dolent. Şimdi büsbütün unutuldu. O Jean Dolent için “Hep arkadaşlarını, dostlarını övüyor” demişler, “Ben bütün iyi ressamlarla dost olurum, kötüleriyle de konuşmam” demiş. Fransa’da belki olabilir bu, bizde olamaz. Yalnız iyi şairler, değerli yazarlarla konuşacağım dediniz mi, üç beş, en çok yedi sekiz kişiyle yetineceksiniz. İyisi mi, dostlukla edebiyatı ayırırsınız birbirinden. Ben ayırdım. Belki duygularım güçlü olmadığındandır, yargılarıma dostluğumu karıştırmadım. Ancak büsbütün sevmediğim kimselerin şiirlerini, yazılarını sevmediğimi söyleyemiyorum, belki o yargıda duygunun da bir payı vardır diye.

Bu yolda, dostluk arkadaşlık tanımamak yolunda bana uyanlar pek olmadı. Çevreme, edebiyat acununa bakıyorum, arkadaş birlikleri günden güne genişliyor. Gerçek arkadaşlığın ne olduğunu bilmedikleri için. Edebiyatı, sanatı kendilerine dert edinmedikleri için. Ben, edebiyatı, sanatı kendilerine kendime dert edinmiş bir adamım. Gece gündüz edebiyat düşünürüm, şiir düşünürüm. Sevdiğim bir şiiri tanıdıklarıma okumadığım, yahut bir edebiyat sorusu üzerine tartışmaya girmediğim günler yaşadım saymam kendimi. “Bugün Türkelinde, en tam edebiyat adamı kimdir?” diye sorarlarsa, beni gösterebilirsiniz. Övünmek için söylemiyorum bunu, yazdıklarım iyidir, kötüdür, o başka, iyiyse de kötüyse de inanarak yazarım. Övmem de yermem de bir çıkar kaygılarıyla, arkadaşlık düşüncesiyle değildir. Benim için “Herkesin ak dediğine kara demeyi sever” derler, beni hiç anlamayanlardır bunu söyleyenler. Hiçbir şeye ak olduğunu bilerek kara demedim. Belki yanılıyorum da kara görüyorum, ama kara gördüğüm için kara diyorum, kendime de başkalarına da yalan söylemiyorum.

Dil işine sonradan giriştim. Daha önce başlasaydım, dil devriminin gerekli olduğunu daha önce anlayabilseydim, ne iyi olur… Erken olsun, geç olsun giriştim dil işine. Gençler arasında bana uyanlar çok oldu. Yaşlılardan da var. Neden ötekilerden çok bana uyanlar oldu? Dil işine girişmem de bir çıkar kaygısıyla değildir de onun için. Alıklar benim şu bu buyurdu diye, şuna buna yaranmak için öz Türkçeye özendiğimi sanırlar. Oysa ki ben, öz Türkçe için nice kazançlar teptim, rahatımı kaçırdım, üzdüm kendimi, adımı deliye çıkarttım. Hepsi de ne dediklerini bilmez, kafalarına düşüncenin gölgesi bile girmemiş birer alıktır bana deli diyenler. Öz Türkçeye özenişim de duygularımın etkisiyle değildir. Latince, Yunanca öğretilmeyen bir ülkede tek doğru yolun, tek usul, akli, akla uygun yolun öz dile gitmek olduğunu düşüncemle anladım da onun için o yolu tuttum. Düşünmeyenler “Beynelminel kelimeler” deyip dursunlar, “Kamunun bildiği Türkçeleşmiş kelimeler” deyip dursunlar. Bu sözler ancak düşünmediklerini, düşünemediklerini, kendilerinde bir dil duygusu, dil anlayışı olmadığını gösterir. Birçok kimselerin bana uyması, benim dil işine gerçekten inandığımı, inandığım için de sarıldığımı anlamış olmalarındandır. Benim bildiğim gibi onlar da bilir benim böyle üstün bir sanat adamı olmadığımı, benim güçsüzlüğümü onlar da görür, bana benzemeye çalışmazlar, tuttuğum yolda giderler, işte o kadar. İçlerinde beni geçenler oluyor, bilseniz ne kadar seviniyorum.

Benim önemimin gerçek yanı… Kısaca söyleyeyim, onun ne olduğunu. Edebiyatta, dil işinde, yalandan kaçınıp düşündüğümü bezeksiz, donaksız olduğu gibi söyleyişim. Büyük bir şey değil ya, pek de küçümseyeyin.

(Nurullah Ataç, Diyelim, Varlık Yayınları, İstanbul, 1954,s:7-12

KAYNAKÇA: T. Alangu, Ataç’a Saygı, İst., 1959; H. Dizdaroğlu-K. Ertop-S. N. Özerdim (haz.), Ataç, Ank., 1962; Y. Çolpan, Ataç’ın Sözcükleri, İst., 1963; M. And, Ataç Tiyatroda, İst., 1963; S. Ulçugür, Nurullah Ataç: Hayatı, Sanatı, Eserleri, İst., 1964; M. Salihoğlu, Ataç’la Gelen, Ank., 1968; A. Bezirci, Nurullah Ataç: Eleştiri Anlayışı ve Yazıları, İst., 1968; V. Günyol, Çalakalem, İst., 1977; M. Tolluoğlu, Babam Nurullah Ataç, İst., 1980; Necatigil, İsimler, 58; Özkırımlı, TEA, I, 148; C. Süreya, “Ataç’ın Yazarları I, II”, Şapkam Dolu Çiçekle, (2. bas.) İst., 1985, s. 5-26; Ş. Kurdakul, Çağdaş Türk Edebiyatı IV, A

 

Paylaş