HAYATI

Öykü ve roman yazarı. 1862’de İstanbul’da dünyaya geldi. 1893’te İstanbul’da yaşama veda etti. Babası, “Yadigarlarım” adlı kitabında anlattığı, içkiye düşkün, haşin bir adam olan Nabi Efendi, annesini küçük yaşta kaybetti. Sıbyan mektebinde, Fevziye Rüştiyesi’nde ve Beşiktaş Askeri Rüştiyesi’nde öğrenim gördü. 1878’de Mühendishane-i Berri Hümayun’un idadi bölümüne girdi. 1881’de yüksek bölümüne geçti ve 1884’te bu okuldan topçu teğmeni olarak mezun oldu. Kurmay sınıfına ayrılarak Harbiye’ye devam etti. 1886’de kurmay yüzbaşı oldu. Matematik, istihkam ve topoğrafya öğretmenliği yaptı. Kolağası olduktan sonra kemik veremi tanısı ile Haydarpaşa hastanesine kaldırıldı. Bir yılı aşkın hasta yattı ve orada hayatını kaybetti. Mezarı Karacaahmet’tedir.

Edebiyata şiirle giren Nabizade Nazım’ın Mir’at-i Alem, Manzara ve Berk dergilerinde ilk şiirleri, Ceride-i Havadis’te ise Hoşnişin adlı manzum oyunu yayımlandı. Tercümen-i Hakikat’te çevirileri ve yazıları çıktı. İlk yapıtı da bir şiir kitabıdır. Ama onu asıl, 1891’de çıkmaya başlayan Servet-i Fünun’daki yazarlığıyla değerlendirmek gerekir. Derginin ilk sayısında bir uzun öyküsü (Seyyire-i Tesamüh) ve Fuzuli üstüne bir incelemesi yer aldı. Tahlilat-ı Edebiyye başlığı altındaki bu incelemelerin yanı sıra tek romanı Zehra da yine Servet-i Fünun’da tefrika edildi. Gerek bu romanı, gerekse Kara Bibik adlı uzun öyküsü ile Türk edebiyatında gerçekçiliğin öncüleri arasında yer aldı. Kara Bibik’in önsözünde, “Hakikiyyun mesleğinde yazılmış roman mütalaa etmemiş iseniz işte size bir tane ben taktim edeyim” diyerek köy yaşamını ve köy insanını konu edinmiş, gerçekçi edebiyatın bir örneğini vermek istemiştir. Zehra adlı romanında ise natüralist bir görüşle, 1890 yıllarının İstanbul’unu konu almıştır. Zehra’da kullanılan dil ağırdır. Kara Bibik’te ulaştığı başarıya Zehra ile ulaştığı da söylenemez. Kara Bibik’te olduğunun tersine kimi olaylar inandırıcı olamazlar. Şiirleriyse kendisinin de alçakgönüllülükle kabullendiği gibi “heves etme”nin ötesine geçemezler. Nabizade Nazım’ın tek romanı olan Zehra, ölümünden sonra 1895’te Servet-i Fünun’da tefrika edildi ve 1896’da Mahmut Sadık tarafından yayımlandı. Zehra, esas itibariyle, kocasını aşırı derecede kıskanan bir kadının bir tür intikam alma öyküsü çerçevesinde gelişen roman boyunca süren psikolojik çözümlemeler, özellikle kıskançlık psikolojisinin geliştirilmesi ve değişik toplumsal çevrelerin tanıtılması yapıtta dikkatle gerçekleştirilmiştir. Bu yönüyle Zehra Türk edebiyatında psikolojik içerikli ilk roman kabul edilmiştir. Dönemin yaygın eğilimi dolayısıyla entrika öğesine aşırı biçimde yer verilmesi ve romanın trajik bir biçimde sona ermesi, eleştirilerin kaynağını oluşturmakla birlikte, yapıt devrine göre modern bir roman görünümündedir. Çağdaşı yazarlarla karşılaştırıldığında mümkün olduğunca sade denebilecek bir dili yakalamaya çalıştığı anlaşılan romancının üslup itibariyle biraz da olsa Namık Kemal’in izinden gittiği söylenmektedir.

ESERLERİ

Şiir:

  • Hatıra-i Şebâp, İst.: Mihran Mtb., 1298/1880
  • Heves Ettim, İst.: Kitapçı Aleksan, 1302/1884
  • Mini Mini yahut Yine Heves, İst.: Karabet ve Kaspar, 1303/1885

Öykü:

  • Yadigârlarım, İst.: Karabet ve Kaspar, 1303/1885
  • Zavallı Kız, İst.: Kaspar Mtb., 1307/1889
  • Bir Hatıra, İst.: Kaspar Mtb., 1307/1889
  • Sevda, İst.: Asır, 1308/1890
  • Hâlâ Güzel, İst.: Asır, 1308/1890
  • Haspa, İst.: Asır, 1308/1890
  • Seyyie-i Tesâmüh, İst.: Âlem Mtb., 1308/1890
  • Karabibik, İst.: Asır, 1307/1890 (yb Ank., 1961, haz. A. B. Serengil)

Roman:

  • Zehra, İst.: Ahmet İhsan ve Şürekâsı, 1312/1894 (yb İst., 1952, haz. M. N. Özön)

Okul Kitabı:

  • Hanım Kızlar, 1886
  • Mini Mini Mektepli, İst.: Şirket-i Mürettibiye Mtb., 1308/1890

Diğer:

  • Katre, (fenni lügat, Mehmet Rüşdi ile) İst.: Kaspar Mtb., 1306/1888
  • Mesâil-i Riyâziyeden Cebir, İst.: Kaspar Mtb., 1307/ 1889
  • Muhtasar Yeni Kimya, İst.: Kaspar Mtb., 1307/1899
  • Aynalar, İst.: Asır, 1320/1892; Esâtîr, 189
ESER ÖRNEKLERİ
ZEHRA’DAN

Salonda bir aşağı bir yukarı gezinmekte ve bu felakete nasıl tahammül edeceğini düşünmekte idi. Suphi’den mahrum olduktan sonra nazarında hayatın hiçbir kadri kalmıyor idi. Fakat ölmek kendi elinde değildi ya… Şu anda geberip gitmeyi cana minnet saymakta idi. Lakin ya şuradaki çocuk? Sırrıcemal bu şahs-i salisi henüz şimdi derhatır etmekte idi. Şu bedbahtın halini düşündü. Zavallı ne olacak? Dünyaya gelirse ne görecek? “Hani beni babam?” dediği zaman kendisine ne cevap vermeli? Lakin ondan evvel karnında böyle bir yük ile Suphi’den, her türlü ümitten mahrum olarak nasıl yaşamalı? Sırrıcemal realistliğe tekarrüb ile şurasını da düşünmekte idi: Suphi onu feda ettiği gibi kendisinin de onun muhabbetine feda etmesi lazım gelirse böyle iki canla ne yapacak? Vakıa aklına güzelliği gelmedi değil. Fakat hem dul hem ana olan bir kadın için hüsn ü cemalin yardımı olmasına pek ihtimal veremedi. İşin en acıklı yeri kendisinin dul ve ana olmakla beraber mukayyet dahi bulunması idi. Boynu bu kayıt ile merbut olduktan sonra hayatı üzerine de kendisinin hiçbir müdahaleye hakkı yok idi. Hayalini ne cihete sevketse önüne bir hiçlik çıkmakta idi.

Açık pencereden serince bir lodos girmekte, lambanın alevini titretmekte idi; kış akşamının samt ü sükunu içinde uzaktan bir iki avaza işitilmekte, semanın şöylece görünen parçası üzerinde bir iki parlak nokta göz kırpmakta idi.

Sırrıcemal gezinmekte devam ediyor idi. Bir iki defa pencerenin önüne kadar geldiği halde bir türlü dışarı bakmadı, güya hariçte korktuğu bir manzarayı görecek idi.

Tekrar aynanın önüne geldi. Eline Suphi’nin fotoğrafını aldı. Yüreği çarpmaya başladı. Şu çehreye derece-i meftuniyetini asıl şu hal-i teessüründe taktir edebildi. Resim aslından daha güzel çıkmış idi. Sırrıcemal’in baktıkça bakacağı gelmekte idi. Mukavvayı dudaklarına götürdü. Şu buse-i gaibaneden vücuduna tatlı bir seyyale intikal etmiş gibi oldu; güya temmuz sıcağında püfür püfür esen bir rüzgar altında oturuyormuş gibi vücudunda bir serinlik hissetmekte idi. Bu halin Suphi’ye olan muhabbetinin bir nişanesi olduğuna şüphe etmiyor idi. Resmi temaşaya dalmıştı. Bir müddet gözleri şu hayal üzerine matuf olarak kaldı. Ortalık adeta kararmış idi. Sobadaki odunlar keyifli bir alevle yanmakta, aralık aralık bir yaprak hışıltısı duyulmakta idi. Sırrıcemal’in içine birdenbire bir korku girdi. Vücudundan bir soğukluk geldi geçti. Yalnız başına korkmakta idi. Pencereden üzerine gulyabaniler hücum edecek gibi gelmekte idi. Etrafı dinledi. Hiçbir tarafta çıt yok. Merdiven başından hizmeti kadına seslendi. Fakat hiçbir cevap zuhur etmedi. Herkes kendisini dağ başında koskoca bir bina içinde yapayalnız kalmış sandı. Zangır zangır titremekte idi. Yatak odasına iltica etti. Kapıyı içerden iki defa kilitleyerek kendisini karyolaya attı. Gözünden yaşlar boşandı. Bir müddet ağladı. Şu girye mucib-i istirahatı olmuştu. Bu sırada ise ince bir düdük sesi ve onu müteakip süratle yürüyen bir katarın şamatası Sırrıcemal’i ihata edeb sükut-ı mahuf içinde velveleenez oldu.

Sırrıcemal kendisini sevgilisi Suphi’nin kolları arasına attı. Uğradığı korkuyu anlattı. “Beni böyle geceler yalnız bırakma… korkuyorum beyciğim!…” diye boynuna asılmakta idi.

Yemekten sonra Suphi salıncak iskemlesine oturmuş, sigarasını dumanlatmakta, Sırrıcemal de koltuğu onun yanına sokmuş mahzunane düşünmekte idi.

Suphi sordu ki: – Ne var? Ne düşünüyorsun?

Sırrıcemal ah-ı deruni çekti. Bu ah Suphi’nin merakını oynatıp,

-Allah aşkına ne düşünüyorsun?

-Hiç…

-Nasıl hiç! Hiç düşünülür mü? Yine canını mı sıktım?

-Hayır ama…

-Beni korkutuyorsun.

-Neden?

Sırrıcemal yutkundu. Mütereddidane önüne baktı.

-Sende bir sır var amma söylemek istemiyorsun?

-Dinleyecek misin?

-Söyle.

Sırrıcemal’in tereddüdü artmakta idi.

-Beni üzüyorsun Cemal’ciğim! Haydi söyle… Ne emredeceksin?

-Emir değil rica…

Suphi, Sırrıcemal’in maksadını derhal anladı. Yüreği hopladı. Yine o teklif. Fakat şu heyecandan renk vermemeye çalışmakta idi.

Sırrıcemal sözünde devam eyledi:

-Korkuyorum… Emin değilim… Beni temin et… Vesveseden öleceğim…

Suphi hiç cevap vermiyor, elindeki sigarayı evirip çeviriyordu.

-Ötekini hala seviyorsun diye üzülüyorum.

-Seni sevmiyor muyum?

-Onu sevmiyor musun?

-Hayır…

Sırrıcemal şu inkarın yalan olduğuna kani idi; fakat açıktan açığa cerhetmekten çekindi.

-Fakat gönül bir türlü rahat olmuyor… Allah aşkına beni temin et.

-Nasıl?

-Bırak!

Suphi titredi. Gözünün önünden Zehra’nın solgun hayali geçti. Güya uzaktan sinesini açmış, kendisini bekliyor gibi görmekte idi. Suphi, Zehra’dan büsbütün soğumuş değil idi. Ne kadar olsa ilk göz ağrısı Zehra idi. Ondan büsbütün nasıl geçmeli? Sırrıcemal’in istediğin Suphi kendisi de düşünmemiş değil idi. Zehra ile Sırrıcemal’in birisinden geçmeyi düşünmüş idi. Şimdiki halde Sırrıcemal’den geçmeye gönlünde cesaret bulamadı. Fakat Zehra’yı da kıyıp atmaya cesaret bulamadı. Zehra yalnız, meyus, münkesirü’l hal kalmış idi. Hiçbir istinatgahı yok idi. Zavallıyı nasıl tatlik etmeli? Lakin bu halin böyle sürüp gitmesi mümkün değil. Behemehal bir çare-i tasviye bulmak lazım geliyor idi.

Suphi bu çare-i tasviyeyi düşünmeye başladı. Gittiği yerde kendisini hep bu düşünce işgal etmekte idi… Bir Cuma sabahı erkenden kendisini dışarı attı, hava gayet güzel idi. Yine o düşüncesine dalmış gitmiş olduğu halde Sakızağacı’na, ağacın altına vardı. Alçak parmaklığa dayanarak etrafı temaşaya başladı. Güneş Kızkulesi hizasından doğru haylice yükselmiş idi. Havanın rengi gayet parlak, deniz rakit, etraf mütebessim. Ta uzakta Fenerbahçe’siyle Adalar ve bunların arasından doğru da Katırlı Dağları koyu yeşil ile koyu mavi arasında bir renk ile arz-ı endam etmekte, sol tarafta Zeytinburnu’na doğru uzayıp giden açıklık içinde demiryolunun şerit gibi izi İstanbul yolunu göstermekte idi.

Koca ağacın çıplak dalları sanki mahrumiyet-i teravetten ağlamakta iken şu parlak güneşin şu’aatına karşı müştakane sine girmekte idi.

Suphi bu menazırın hemen hiçbirisinden tezevvük etmemekte, kendi tefekküratıyla meşgul olmakta idi. Zehra’dan vazgeçmek nazarında bir cinayet gibi görünmekte idi. Ömr-i maziyi tahattur etti. Zehra yüzünden gördüğü saadetlere yüreği sızladı. Zavallı kadın bütün amalini hep kendisini mesut etmek yoluna vakf ve esir etmiş idi. Hala o kara saçlarına bürünüp de müsterihane uykuya daldığı zamanlarda tahattur ettikçe yüreği sarmakta idi.

***

Nefret ve intikam arzuları hep bu muhabbetin mukteziyatı idi.

İntikam! Niçin? “… o hınzır Sırrıcemal’i kahrından, kederinden öldürmek için.” Halbuki hakikatte bu arzu da Suphi’nin başı altında idi.

Zehra’nın intikamı zihninden çıkardığı yok idi. Birçok planlar terkip etti, lakin bunların icraatında imkan görmemekte idi… Ah yalnız başına, bir başına…

Bir muin-i maksat aramakta idi. Fakat şu sırada hatırına Nazikter’i getirmiyordu bile. “Musibet avanak! Bir işe yaramaz ki…”

Hah, hah!… tamam tamam… “Habbe Molla” işte hazır duruyor. Habbe Mola kulağı delik, gözü açık, şeytana külahı ters giydirir, atlıyı atından indirir, yolcuyu yolunda bırakır. Bir kongoy idi. Ondan münasibi olmaz.

“Habbe Molla” iş adamı idi. Kendisine tevdi olunan bu işlerin uhdesinden mutlaka gelir idi. Adamı tahkik etmek, iz kollamak, vukuat almak adeta işi gücü, zevki eğlencesi idi. “Sen merak etme kızım, tavşan olsa yuvasından çıkarırım, ayı izi şeytan tozu… cin çarpsa yer tutsa gene bulurum.

Zehra merak etmemek mümkün mü? Günler geçiyor idi de hala “Habbe Molla”da bir hayırlı haber bulunmuyor idi. Habbe Molla aradığı izleri bir türlü bulamıyor idi. Birkaç defa Asmaaltı’na “maaza”ya başvurdu. Bu şerrişte alamadı. Çünkü Suphi’nin yerini açıktan açığa sormayı muvafık bulmuyor idi. Aceleye de lüzum yok! Kurbağa vararak vararak demiş… sabırlan koruk helva olur… dut yaprağı atlas…

Hele hamdolsun bir gün akşamüzeri Habbe Molla Zehra’ya bir müjde getirdi: “Bir taşla iki kuş vurdum kızım… aman ne kadar yoruldum… dermanın kesildi… haber aldım kızım haber aldım… bir yudum su ver elmas kızım… müjdemi isterim ha… buldum buldum… oh işte şimdi kendimi buldum… otur da dinle kızım… bugün gittim… ay kör olasıca sen de… canım kızım şu iğneyi başımdan çıkarıver… kafir saçlarıma dolaşmış… bugün gittim… her gün gittiğim gibi… neye otur muyorsun? Ayol… otur otur… bugün gittim maazanın kapısında duruyordum… içerisi de ne kadar karanlık… bir de ne bakayım… yooo… ben o kadar telaşa gelemem… bir de baktım ki… kafir gözlüğümü de evde unutmamış mıyım? Az kaldı görmeyecektim… canım bırak da söyleyeyim… bir de baktım öteden senin beyin geliyor… ay ne oldun? Ha ha yanıldım. Sahi artık o senin beyin değil… o beni tanımaz a… dedim ki… canım allasen ne oluyorsun? Betin benzin soldu fenalık mı geliyor? Dedim ki…

Zehra’nın vücuduna bir raşe düşmüş, rengi atmış, gözleri dönmüş idi. Ateş içinde yanmakta idi. Habibe Molla ellerini tuttu ki “cayır cayır yanmakta” idi. “A kızım ne bileyim ben sana bu kadar dokunacağını?”

Zehra kendinden geçmek üzere idi. Asabının şu buhranı hiç umulmaksızın birden bire vukua gelmiş idi. Habibe Molla da halin esbabını bir türlü anlayamıyor idi. Yüzüne su serpmek, limon koklatmak, pencereleri açmak sureti ile hele biraz teskin-i heyecanına muvaffak oldular. Zehra kesb-i itidal eder etmez Habibe Molla’yı tazyike başladı. Habibe Molla hikayesinin aşağısını nakletmekten ihtizar göstermekte idi. Fakat Zehra’nın ibramat ve ilhahatına dayanamadı. Vukuatı olduğu gibi hikaye ett: Suphi mağazaya girdikten sonra kendisi yani Habibe Molla da içeri girmiş, Asmaaltı’nda Kadri Efendizade Suphi Bey’in mağazası bu mu diye Suphi’ni kendisine sormuş… Evet, hatta işte o Suphi ta da kendisi imiş. Yalandan sevinmiş. Güya bir kadın varmış ki Suphi’nin validesi onu gayet severmiş. Bu kadın daha geçen gün Arnavutluk’un bilmem neresinden gelmiş de validesini görmek istiyormuş, fakat evini bilmediği cihetle pek mahzun oluyor imiş… o kadın kendisini yani Habibe Molla’yı göndermiş ki evlerini sağlık alsın diye… Şimdi ricası nerede oturduklarını haber vermesi imiş… Bu kadar ustalıklı yalanlara Suphi tutup da anasının oturduğu evi yani burasını, bu evi sağlık vermez mi? Ey şimdi sen ananla birlikte oturmuyormuşsun… bize senin evin lazım denilmez a… Başka bir şey sormaya da yer yok. Bahusus Suphi öteye beriye bağırıp çağırarak emirler vermeye de başlamış… bir yığın eşya… Ne çare Habibe Molla da çıkıp gelmiş. Fakat Zehra merak etmesin bugün yarın Suphi’nin yerini haber alacaktır. Bunun kolayı var… Suphi’yi bekleyecek, nereye giderse ardından gidecek.

Habibe Molla ya yalan söylüyor idi veya hakikaten beceriksiz, budala bir kadın idi. Ayol hiç anasının evi sorulur mu? Elbette onu bilaihtizar haber verecek başka bir çare bulamadı mı?

İşte o çareyi Habibe Molla arz etti: “Yarından tezi yok… yarın olsun hayrı bile gelsin..

Halbuki tam üç gün ardı sıra Suphi mağazaya gelmemiş idi… “Uşaklardan sorsan a” – A üstüme iyilik sağlık ayol… hiç uşaklardan… nasıl olur ya?…

Zehra üzülmekte, “Habibe Molla”sına kızmakta idi. İştiyak-ı intikamı adeta bir hırs-ı mütehalikaneye kadar varmış idi. O ateş damarlarını yakıp kavurmakta idi. “Düşmanları” eline geçse hemen birer sıkımda boğup gebertecek derecede adalatında kuvvet ve kudret hissetmekte idi.

Habibe Molla’dan kat’-i ümit etmiş idi. Romanlarına başvurdu. Monte Kristo’yu belki bir üçüncü defa olarak okumaya başladı. Kontun düşmanlarından ne yoldan intikam aldığını tetkik ve tahariyye koyuldu.

İntikam kelimesini telaffuz ettiği zaman sanki intikam almış kadar munbasıt olmakta idi. Hırçınlığı son dereceyi bulmuş idi. Nazikter’i haşlar, Münire’yi haşlar, konudan komşudan tesliyetine gelenleri haşlar, eline geçeni kırar, herkesi kas kas kavurur idi.

Münire bir taraftan bir tanecik oğlunun hasretiyle yanıp tutuşmakta iken bir taraftan da gelinin her gün derecesi arta giden azarlarına, dilşikenliklerine göğüs germeye mecbur olmakta idi. Geberip gitmeyi arzu etmekte idi. Fakat gözlerini hazrete kapamaktan da ürkmekte idi. Bütün bu felaketleri hep şu taş kafasını sebep tutmakta idi. İki genç arasına bir üçüncü genci kendi kuruyası elleriyle atıvermişti… Zavallı Zehra, zavallı oğlu!… Ah o Sırrıcemal kahpesi yok mu? İşte bu işler hep onun başı altında idi.

Hele çok şükür bir gün öğle vakti Habibe Molla nefesi nefesine geldi. Bir büyük müjde getirmiş idi bu sefer yakaları ele geçmiş idi.

Tahkik etmiş Suphi ile ötekinin Makrıköy’de çimendifer istasyonunun yanı başında pembe boyalı bir evde oturduklarını maazadaki uşaklardan haber almış idi. “Çimendifer istasyonun yanı başında. Pembe boyalı…

KAYNAKÇA: : Ahmet İhsan, “Nabizade Nâzım”, Servet-i Fünun, no. 127 (17 Ağustos 1893), s. 355; Ahmet Rasim, Muharrir, Şair, Edip, İst., 1924, s. 87-88; İsmail Hikmet (Ertaylan), Nabizade Nâzım, İst., 1933; İbnülemin, Şairler, II, 1139-1143; Kudret, I, 137-150; Alangu, 100 Ünlü, I, 704-714; M. Kaplan, “Karabibik”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, c. I, İst., 1976, s. 384-391; Z. Kerman, “Zehra”, Şükrü Elçin Armağanı, Ank., 1983, s. 211-220; R. P. Finn, Türk Romanı-İlk Dönem: 1872-1900, (çev. Tomris Uyar) Ank., 1984, s. 99-111; N. Birinci, Nâbizâde Nâzım, Ank., 1987; F. A. Tansel, “Nâbizâde Nâzım”, İA, IX, 138-140; Z. Kerman, “Nâzım, Nâbizâde”, TDEA, VI, 541; ay, “Zehra”, TDEA, VIII, 648-649; Necatigil, Eserler, 214-215, 419-420.

Paylaş