HAYATI

Roman, öykü ve deneme yazarı. 12 Ocak 1931’de İstanbul’da dünyaya geldi. 19 Temmuz 2013’te uzun süre lösemi tedavisi gördüğü Balat Hastanesi’nde yaşama veda etti. Cenazesi 22 Temmuz 2013 Pazartesi günü Teşvikiye Camii’nde kılınan öğle namazından sonra İstanbul’da toprağa verildi. Leyla Erbil, Emine Huriye Hanım ile Devlet Denizyollarında makinist Hasan Tahsin Bilgin’in kızıdır.

Ortaöğrenimini 1950’de Kadıköy Kız Lisesi’nde tamamlayan Leyla Erbil, 1960’da İÜEF İngiliz Filolojisi’ne girdi. Son sınıftayken öğrenimini yarım bıraktı. Daha sonra evlenerek Ankara’ya yerleşti. İskandinav Havayolları’nda sekreterlik, Ankara Devlet Su İşlerinde çevirmenlik yaptı. 1967’de Zürih’te Türk Konsolosluğu’nda çalıştı. 1961’de Türkiye İşçi Partisi sanat-kültür bürosunda, 1968’de Edebiyatçılar Birliği yönetim kurulunda görev aldı. Leyla Erbil, Türkiye Sanatçılar Birliği (1970) ve TYS (1974) kurucu üyesiydi.

İlk şiirleri henüz lise öğrencisiyken bir taşra dergisinde, ilk öyküsü (“Uğraşsız”) 1956’da Seçilmiş Hikâyeler’de çıktı. Dost, Yeni Ufuklar, Dönem, Yelken, Yeditepe, Seçilmiş Hikâyeler, Papirüs, Türkiye Defteri, Yeni Dergi, Yeni a, Ataç, Türk Dili, kitap-lık gibi dergilerde yer alan öykülerinde alışılmış öykü tekniğinin dışına çıkarak yeni biçimler aradı; sözdizimi kurallarını kırarak kendine özgü bir anlatım dili oluşturmaya çabaladı. Biçimsel açıdan “devrimci” denebilecek tutumuyla “1950 kuşağı”nın özgün yazarlarından biri sayıldı. Yapıtlarında yaşama biçimlerine, değer yargılarına, evlilik, aile ve kadın cinselliğine sert, alaycı ve eleştirel tutumla yaklaştı. “Üç Arkadaş” adlı oyunu S. Çağan gözetiminde amatör bir üniversite topluluğu tarafından sahnelendi.

On üç öyküden oluşan ilk kitabı Hallaç’ta (1961) kendi ifadesiyle “içinden çıktığı toplumun insanlarıyla bir denge kuramamış, tüm yargılara başkaldırmış, bilinçli olarak bir seçmeye gitmeyen insanı” anlatmak istedi. Hallaç’ta, bırakılmışlık, yalnızlık, bunaltı, yabancılaşma, seçme, özgürlük, suç işleme, intihar gibi varoluşçuluğa özgü birtakım tema ve yönelimler ağır bastı. Bu temaları işlerken varoluşçu yazarlardan ve özellikle Kafka’dan etkilendiği gözlendi (A. Bezirci). Bu kitaptaki öykülerinde “çıkış yolu bulamayan, eyleme dökülemeyen bir başkaldırış duygusuyla eski, yapmacık, süslü, sahte ne varsa hepsine hınç duyuyor. Kişiliğinin oluşumunu ve gelişimini köstekleyen ya da soysuzlaştıran alışkanlıklardan, geleneklerden, törelerden, alaturkalıklardan iğreniyor… Bütün bunlar şunu gösteriyor: Erbil şimdiki düzene kazan kaldırıyor, değişmesini istiyor onun. Fakat yerine nasıl bir düzen kurulması gerektiğini belirtmiyor: kendi deyimiyle bir ‘seçme’ye gitmiyor, bağlanmıyor” (A. Bezirci). Hallaç’ın özünde görülen bu başkaldırı ve yıkma, öykülerin biçiminde ve dilinde de ortaya çıkar; “olay, konu, yer, süre, kişi” gibi öğeleri pek umursamayan yazar, dilin yapısını da zorlamaya girişir. B. Necatigil’e göre, “Yer yer S. Beckett’i düşündüren, somut temelin azlığından ötürü okuyucuda rüya yaratıkları arasında olduğu izlenimi bırakan kişileriyle hırçın, sinirli bu hikâyeler; biçimleri, dil ve üsluplarıyla uç noktalara açılmak ataklığı içinde, çokluk yorucu, yadırgatıcı yenilikler taşıyor.” Hallaç’tan sonra öz ve biçime ilişkin arayışlarını sürdüren yazar ikinci öykü kitabı Gecede’yi uzun bir aradan sonra çıkardı. B. Necatigil “Biçim ve dil bakımından ilk kitabı Hallaç’taki atak çıkışları yumuşatmış ve burjuva ahlak çöküntüsünü, türlü toplum yabancılaşmalarını ustaca ve insancıl belirtmiş olan hikâyeci, bu eseriyle hikâyeciliğimize yeni bir bakış açısı kazandırdı” dedi. Bu kitabındaki öyküleriyle Erbil “cinsiyet sorununa ekonomik ve toplumsal çevresiyle bir Marx’çı olarak yaklaşırken toplumsal yabancılaşmaları gören” bir yazar olarak değerlendirildi.

Patolojik bir toplumun sakatlanmış kişilerini doğrudan irdelemeye başladığı Gecede’deki öykülerinin devamında, yine odağında çoğunlukla bir kadının bulunduğu, eleştirel-ironik bakış Tuhaf Bir Kadın ve Eski Sevgili ile genişleyerek tarihsel bir dönemi kapsar. Tuhaf Bir Kadın yaklaşık 1950-70 arasındaki bir dönemin anlatısıdır. “Yaşadığı kalıpları kırmak, değiştirmek ve değişmek isteyen bir genç kızın aile ve arkadaş ilişkileri çerçevesinde anlatılan öyküsünde, sınıflar, değer yargıları ve aydın yanılgıları da sorgulanır” (S. Sezer). Eski Sevgili’deki iki uzun öykü, “Bunak” ve “Eski Sevgili”, Tuhaf Bir Kadına eklemlenerek onu tamamlar. Bir kadının birkaç saatinin anlatıldığı ve “karşıtlıklar senfonisi” olarak nitelendirilen Karanlığın Gücü romanında etkileyici ve sarsıcı dili ile dikkat çekti.

Son romanı Mektup Aşkları’nda ise düşlenen aşkla gerçek aşk arasındaki uçurumun acımasız mizahını yaptı; insan yaşamının neredeyse tümünü meşgul eden “aşk”ı yenilikçi bir yaklaşımla sorguladı. Denemelerini topladığı Zihin Kuşları’nda işlediği konular, çağımızda ve coğrafyamızda bir yazarın dünyaya bakışını ve edebiyat anlayışını olduğu kadar, sorunlarını ve konumunu da anlamakta ipuçları sağlamaktadır. Üç Başlı Ejderha’da “ölen oğlunun Almanya’dan gelecek arkadaşını beklerken kendi devrimcilik günlerini, ailesini ve İstanbul’un bilinen en eski sütunu olan Üç Başlı Ejderha’yı çağrışımlar üzerinden hatırlayarak aktaran ‘yarı deli’ kadın anlatıcının yaşamının kalan günlerini, kaysettiği oğlunun yasını tutarak, tinerci çocuklar arasında geçiyor olmasını anlatıyor (Y. Kızılaslan). Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar’da ise T. Özlü’nün kendisine yazdığı mektupları gün ışığına çıkarmaktadır. Öyküleri Almanca, İngilizce, Fransızca ve Rusçaya çevrilerek çeşitli antolojilerde yer aldı. 1979’da Iowa Üniversitesi (ABD) onur üyesi seçildi. Berlin Üniversitesi’nden K. Schweibgut’un “Türkiye’de Birey ve Toplum, Leylâ Erbil’in Romanı Tuhaf Bir Kadın” konulu doktora tezi Almanca olarak basıldı (Berlin, 1999)

ESERLERİ

Öykü:

  • Hallaç, Ank.: Dost, 1959
  • Gecede, İst.: Asya Mtb., 1968
  • Eski Sevgili, İst.: Cem 1977

Roman:

  • Tuhaf Bir Kadın, İst.: Habora, 1971
  • Karanlığın Günü, İst.: Adam, 1985
  • Mektup Aşkları, İst.: Can, 1988
  • Cüce, İst.: YKY, 2001
  • Üç Başlı Ejderha, İst.: Okuyanus, 2005

Deneme:

  • Zihin Kuşları, İst.: YKY, 1998

Diğer:

  • Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar, (haz.) İst.: YKY, 1995.
ESER ÖRNEKLERİ
“VAPUR” ÖYKÜSÜNDEN BİR BÖLÜM

“…

İşte o herkesin her nenleri doğal bulup vapurun yaptıklarını küçümsemeye yatkınlaştığı bir sırada, bir Pazar günü, vapur toparlak kıç bodoslamasını indire bindire Üsküdar burnuna geldi! Vaktiyle padişahın ilk “biniş” yeri olan Şemsipaşa Sarayı’nın oralarda oyalandı. Beylerbeyi’ni hızla geçip İmparator Konstantinos’un diktirdiği haç yüzünden “İstavroz” diye de anılan yerin önünde duraladı, oralarda vapura hiç aldırmadan yürüyen birkaç kişiye göz atıp “Sıra Yalılar”ı, “Nakkaş Burnu”nu geçip döndü, gülmeye başladı için için, eskiden Yahudi, Rum, Ermenilerin doldurduğu şimdi de Müslümanların çokluk olduğu bu Kuzguncuk’a, yamaçlara, kırmızı kıllarıyla Fransızca şarkılar okuyan, arkadaş kocalarıyla kaçamak aşklar yapan o ekşi sıcağı kokulu kadınların ince beyaz ve çilli kemikleriyle dopdolu uzayan mezarlığa bakıp uzun uzun düdükler çekti, İbrahim Hanzade Bahçesi’ni, sonra Öküz Limanı iskelesini düdükler içinde geçerek, Murat Sultan’ın kızı olup 1945’te Melek Ahmet Paşa ile evlenen Kaya Sultan’a ait Kaya Sultan Bahçesi önlerinde yeniden duraladı, bu kadın çok şişman, yaşlı ve para yiyiciliğiyle Melek Ahmet Paşa’dan nefret uyandırmıştı ve onu mutsuz kılmıştı. Karılarını sevmeyen erkeklerin arasından ne çok kahraman çıkmıştır diye düşünde, vapur, Çengelköy’ü, Çayıriskelesini dolaşıp Kuleli Okulu açıklarında garip sesler çıkararak Selim III’ün emriyle 1790’da idam edilerek bu dünyadan göçen Nazif’in tadını çıkaramadığı yalısını da geçtikten sonra içinden gümbürtüler koparmaya başladı. Halk ise gene değişik bir Pazar yaşayacağını sezerek kıyılara doluşmaya başlamıştı. Vani Efendi’ye verilmiş şu toprak parçasının üzerinde çocuklar top oynuyorlardı. Vaniköy’den geçti. Murat IV döneminde yedi gece yakılan kandiller yüzünden Kandilli denildiğini bildiği bu yerlerde vaktiyle Evliye Çelebi’ye göre bir bahçede yüz bahçıvan çalışırdı, şimdi ise şuracıkta şişman karısı, griffon d’arret a poil köpeğiyle ve şort giyerek yazları Picasso’laşan bir Türk ressamı Amerikan hafta sonu biçimi yalısının rıhtımda dolaşıyordu. Başını sağa sola sallayarak akıntının ortasında, buruna doğru uzandı, ellerinde kırmızı yeşil bayraklar tutan adama doğru üç düdük çekti. Kıbrıslının neredeyse çökecek yalısını geçerek Sultan Murat IV çok sevdiği Göksu’ya geldi, şimdilerde Küçüksu Sarayı’nın olduğu burası Boğaz’ın Anadolu yakasındaki üçüncü padişah “binişi” idi. Yukarılara Küçüksu Mezarlığı’na bir göz atarak Recaizade Ekrem’i andı, orada Ekrem’in üç oğlu Piraye, Emced, Necat’ın sinleri vardı, kambur ve dilsiz Emced için Ekrem, “Ah Emced! Bilirsin… Allah da bilir ki ben senin tedavinde kusur etmedim… Bilirsin ki seni kardeşin Necat’tan aşağı sevmedim. Bedbaht çocuk!” inlemesiyle suçlu baba yüreğini dile getirmişti ve şimdi çay bahçeleri, okul, odun depoları, aşıklar tepesi ve bostanlarla donanmış bu yerlerde epeyi insan birikmiş, vapuru gözetliyordu. Vapur, 1393 yılında Beyazıt’ın yaptırdığı Anadoluhisarı’nın hemen dibinden seyrederek daha gerilere doğru doğru belleğini yokladı ve o henüz dünya yüzünde yokken ve var olabileceği umulmazken Dara’nın tahtının da buralarda kurulduğunu, Jüpiter’in de burada bir tapınağı olduğunu anımsadı, “İnsanlar! İnsanlar! Karınca sürüleri, kum taneleri denli gelip göçen insanlar!” dedi, içine tüm insanlığı sığdırmak istercesine derin bir soluk aldı, bu ses koca kenti inim inim inletti, duymayan kalmadı vapurun soluğunu, biraz da kamburundan su taşan ve kendi selinden kaçan bir meczup denli, Beykoz’a doğru daha bir açılarak ve

Bir çetin kare sataştırdı bizi devru zaman

Oldu Beykozlu bir afet ile çeşmim giryan

diye bağırarak ve gülerek dolaştı. Sessizce suları yararak ilerledi, kıyıya yakın bir yerde 1746’da Sultan Mahmut tarafından gümrükçü İshak Ağa’ya kagir ve sağlam yaptırılan bol sulu ve üzerinde, “Sahib ül hayrat ve hasenat, es Seyyid İshak Ağa emin-i gümrük-i Asitane sene 1159” yazılmış olan çeşmenin karşısına doğru bir yerlerde başını öne eğerek ve derinden içini çekerek dolandı, istendiğinde kalabalığın toplanmadığına bakarak, “İnsanlar nasıl da nankördürler, ne de çabuk unuturlar ama beni unutmayacaklar!” dedi. Sesi çok güzel yankılandığı için koynunda sazlı sözlü cümbüşlerin yapıldığı Kanlıca’yı bir süzdü ve bacasından umulmadık bir ince ciyak salıverdi koya. Döne döne İbrahim Çelebi yalısı, Emin Paşa yalısı, Süleyman Efendi yalısı, Longazade yalısının önünden karşıda daha kırmızım ve daha büyük olarak batan güneşe baktı. Beride taa bizim oralarda Fındıklı’daki Mısır Vekili Hacı Süleyman Ağa’nın yalısını taktı aklıma. Samiha Ayverdi İbrahim Efendi Konağı adlı kitabında, bu, Kavala Çorbacısı S. Ağa için şöyle yazar: “… Akdeniz limanlarına bilhassa, İskenderiye’ye mal götürüp mal getiren ticaret kalyonları, ailenin refahını sağladıktan başka hanlar, hamamlar, iratlar ile de gene ailenin ailenin geleceğini teminat altına almış bulunuyordu. Bu yalı beyaz ve siyah bir halayık, taya, lala, kavas, haremağa, uşak, aşçı, bahçıvan, arabacı, kürekçi ve yamak kadrosuyla medeniyet ve ihtişam devirlerinin son merkezlerinden biriydi.” Şu saatler Samiha Ayverdi’nin, “Hacı Süleyman Ağa (40 yaş) ile su damlası genç karısı (13 yaş) Zekiye Hanımefendi Boğaz’ın şafakla dirildiği, gurupla alev aldığı ve mehtapla vuslata vardığı sularına karşı, yalılarının penceresinde otururlardı. Bazen konuşup halleşir bazen de el pençe duran tabiatın büyüsüyle büyülenip kalırlardı…” dediği saatlerdi. Hızla dönüp Fındıklı’ya, yalıya doğru koşmaya başladı. Birazdan Hacı Süleyman Ağa’nı karısı 13’lük Zekiye’nin –Hüsrev Paşa’nın, “Bıraksın o koca Türkü de bana gelsin,” dediği- lepiska gözlü, sarı saçlı iki erkek bir kız çocukla çiçeklenerek akranlarının, o tarihte yalı gelini olan hanımefendileri çatlatan üç çifte piyadelerinin aşık olduğu, doğurgan ve “su damlası” kızın yalısında gece yaşamasının başlamak üzere olduğu saatlerde, “sıra sıra el bağlamış İstanbulinlerin, önü ilikli uşaklar, emir bekleyen kavaslar, arabacılar, bahçıvanlar, yamaklar, aşçılar, çıraklar, sarı, siyah ve kumral örgüleri bellerini sarmış cariyeler, hülasa bir efendinin hizmetinde kemer bağlamış bütün bir kalabalık sınıf…” Çorbacı’yla Zekiye’yi mutlu kılabilmek için gerekli kalabalık şu saatlerde, vapurun çöken geceye bakıp bağrında öylelerini de barındırmıştır diye kinle tıkandığı saatlerde, ev halkı gümüş sininin başına oturmuştur: “Sinilerin ortasında meşin üstüne zerduz işlemeli yuvarlak nihali konurdu. Sofranın en cazip eşyasına gelince bunlar muhakkak ki kaşıklardı,” dediği Ayverdi’nin ve bu kaşık işine vapurun çok kızdığı, “Bunlar çorba, pilav, tatlı ve hoşaf kaşığı olarak altın, gümüş, sedef, fildişi, boynuz, mercan, abanoz, sombalığı, ceviz, boğa, yeşim, kehruba ve yakutlu zümrütlü, mücevherli, boy boy, renk renk san’at şaheserleriydi. Sonra küçük tabakların ve kaselerin içinde sabunlanmış ve gülsuyuna serpilmiş elbezleri bulunurdu. Eski zamanlarda bunlara ‘destmal’ denirdi,” diye yazdığı şu saatlerde, vapur geçmişi bir kez daha içi kan ağlayarak andı, güneşin yitmesiyle birlikte ucu görünen yarım ayı karartıp görünmez edene dek dumandan soluğunu boşalttı, kükrüyor, toprağı, göğü ve suyu titreterek yol almaya çabalıyordu, çocuklar bağıraşarak koşuyor, herkes vapuru birbirine haber veriyordu, annem işte o sırada ablamla benim ellerimizden tutarak, sokağa fırladı, koşarcasına indik Abbasağa Yokuşu’nu, Bakkal Karabet’in köşesinde başka insanlarla birleşip kıyılara dağıldık, vapuru karanlığa çizdiği ince kırmızı çizgiden izliyorduk, az sonra görünmez oldu ama sesin geldiği yana doğru koşarak bekleşiyor olanı anlamaya çabalıyorduk, “Tanrım sen koru onu, bize bağışla, kaza bela verme,” diye mırıldandı annem, yarasayı andıran yakalı kara paltosunun içinde sanki çırpınıyor, sımsıkı tuttuğu elimizde kalbi tuk tuk diye oynuyordu. Elimi böyle tuttuğunu hiç görmemiştim onun, yıllar sonra bir gün Atatürk’ün cenazesini sizlere göstereyim yavrularım, tarihi bir gün bugün diye bizi kapıp koşturduğu Dolmabahçe Sarayı’nda izdihamdan sıkışıp kaldığımız bir yerde. Orada öldü annem. Kalabalık, üzerine basıp geçtik; ablam, ben, başkaları, ezdik onu. O kış başı, elinde gene bana örmeye başladığı bir yün palto vardı. Bir kolları kalmıştı örülmedik, bir paltoluk yünü nasıl biriktirmişti; sanırım biraz da çalıyordu başkalarının yünlerinden.”

……

(Leyla Erbil, Gecede, İş Bankası Kültür Yayınları, VII. Basım, sayfa: 22-25, 2019)

KAYNAKÇA: BF (2 Nisan 2000); Necatigil, İsimler, 144-145; Kurdakul, Sözlük, 238; Özkırımlı, TEA, I, 448-449; TDEA, III, 58; Karaalioğlu, 193; Necatigil, Eserler, 157, 172; Önertoy, 283-285; E. Batur, “Mektup Hattı”, Oluşum, S. 97 (Mayıs 1982); E. Işın, “Leyla Erbil’in İki Kapılı Ülkesi”, Sözcükler, S. 3 (Ekim 1983); T. S. Halman, “Karanlığın Günü”, Adam Sanat, S. 24 (Kasım 1987); D. Doltaş, “Kadın-Erkek Eşitliği ve Aşk Kurumları”, Varlık, Ekim 1994; “Tuhaf Bir Kadın”, Pazartesi, S. 38 (Mayıs 1998); A. Bezirci, 1950 Sonrasında Hikâyecilerimiz, İst., 1980; Kim Kimdir, 282; [Vesika-lık], “Leylâ Erbil”, kitap-lık, S. 43 (Eylül-Ekim 2000), s. 109-135; S. Oğuzertem (haz.) Leyla Erbil’de Etik ve Estetik, İst.: Kanat, 2007; F.Akatlı, “Leyla Erbil Meydan Okuyor”, Radikal Kitap, 22 Şubat 2002; Y.Kızılaslan, “Uygarlık Tarvmadır”, Milliyet Kitap, 10 Ocak

Paylaş