HAYATI

Roman yazarı. 13 Mart 1910’da İstanbul’da dünyaya geldi. 21 Nisan 1973’te İstanbul’da tartışmalı geçen bir ziyaret dönüşünde kalp krizi geçirerek vefat etti. Erenköy Sahrayıcedit Mezarlığı’nda gömülüdür. Asıl adı İsmail Kemalettin DEMİR. (Önceki soyadı Tipi. Benerci soyadını da kullandı.) Nurettin Demir, Cemalettin Mahir, İsmail Kemalettin, Körduman, Bedri Eser, Murat Aşkın, Samim Aşkın, Ali Gıcırlı, F. M. İkinci, Celal Dağlar imzalarını da kullandı. Abdülhamit’in hünkâr yaverliğini, Yıldız Sarayı özel marangozluğunu yapmış Şebinkarahisarlı Yüzbaşı Tahir Bey ile Nuriye Hanım’ın oğlu. İlköğrenimini gezginci hastaneler inzibat subaylığı yapan babasının yanında çeşitli kentlerde tamamladı. Mütareke’den sonra Kasımpaşa’daki Cezayirli Hasan Paşa Rüştiyesi’ni bitirdi (1923). Aynı yıl girdiği Galatasaray Lisesi’ni onuncu sınıfa kadar okudu. Annesinin ölümü üzerine okulu bıraktı. Avukat kâtipliği, Zonguldak Kömür İşletmesi’nde ambar memurluğu yaptı (1928-32). 1932’de Yakup Sabri, Ertuğrul Şevket, İsmail Safa, Arif Nihat Asya ile birlikte Geçit (10 Ekim 1932-14 Temmuz 1934, 7 sayı) adlı bir sanat dergisi çıkardı. Gazeteciliğe başlayarak Vakit, Haber, Son Posta gazetelerinde düzeltmen, röportaj yazarı, çevirmen olarak çalıştıktan sonra Yedi Gün ve Karikatür dergilerinde sekreterlik, Karagöz gazetesinde başyazarlık ve Tan gazetesinde yazı işleri müdürlüğü görevlerinde bulundu (1932-38). Babıâli yıllarında Y. Z. Ortaç, A. M. Dıranas, N. F. Kısakürek, S. Simavi, Cemal Nadir, Naci Sadullah, N. N. Tepedelenlioğlu, Sadri Ethem, Suat Derviş, H. T. Us, A. Us, Z. Sertel, S. Sertel vb pek çok ünlü kişiyle dostluğu ve tanışıklığı oldu. Bir süre İzmir Ticaret gazetesinin İstanbul temsilciliğini yaptı, iktisadi konularda telif ve çeviri yazılar yayımladı. 12 Ağustos 1937’de öğretmen Fatma İrfan’la evlendi. 15 Haziran 1938’de, aralarında deniz astsubayı Nuri Tahir ve Nâzım Hikmet’in de bulunduğu bazı sivil ve askerlerle birlikte “Donanmayı ayaklanmaya kışkırtmak”tan sanık olarak tutuklandı; 19 Ağustos 1938’de Donanma Kumandanlığı Askeri Mahkemesi’nce 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. 1940’ta Fatma İrfan kocasından ayrılma isteği ile mahkemeye başvurdu ve 10 Haziran 1940’ta ayrıldılar. İstanbul Tevkifhanesi (1938-40), Çankırı (Aralık 1940-Mayıs 1941), Malatya (Mayıs 1941-Ekim 1944), Çorum (Ekim 1944-Kasım 1949), Nevşehir (Kasım 1949-Nisan 1950) cezaevlerinde 13 yıl yattı. Çorum cezaevinde iken Sedat Simavi’nin isteği üzerine “Zoraki Nişanlı”, “Bir Nedim Divanının Esrarı”, “Camı Kıran Çocuk”, “Halk Plajı”, “Gönül Denilen Hayvan”, “Aşk Pınarı” gibi birtakım serüven romanları yazarak Sedat Simavi’ye yolladı. 1950’de Demokrat Parti’nin çıkardığı Genel Af Yasası’ndan yararlanarak hapisten çıktıktan sonra geçimini yazarlıkla sağlamaya çalıştı. Çeşitli takma adlarla çeviriler yaptı. (Kastil Büyücüsü, Saygon Geceleri, Dehşet Yolcuları ve Mayk Hammer dizisi.) F. M. İkinci takma adıyla çevirdiği Mayk Hammer polis romanlarının gördüğü ilgi üzerine bu kitapların benzerlerini kaleme aldı. Bunlar çevirilerden daha fazla rağbet gördü. İlk zamanlarda kendi romanlarından birkaçını da (Sağırdere, Esir Şehrin İnsanları) gazetelerde takma adlarla tefrika etti. Sıdıka (Semiha) Uzunhasan ile evlendi. 1955’te, 6-7 Eylül Olayları’na karıştığı iddiasıyla 6 ay tutuklu kaldı. 1957’de Aziz Nesin’le birlikte Düşün Yayınevi’ni kurdu. Yakın arkadaşları olan Metin Erksan, Halit Refiğ ve Atıf Yılmaz gibi rejisörlerle birlikte bir yan iş olarak film senaryoları üzerinde çalıştı. Bu senaryolardan bazıları film haline geldi. (“Haremde Dört Kadın”, yön. H. Refiğ, 1965; “Namusum İçin”, yön. M. Ün, 1965; “Yarın Bizimdir”, yön. A. Yılmaz 1963). 1968’de davet edildiği Sovyetler Birliği’ne gitti. 1970’te akciğer kanserine yakalandı ve bir ameliyatla sol akciğeri tamamen alındı. İyileşmeye yüz tuttuktan sonra yeniden çalışmalarına döndü.

Kemal Tahir, kuşağının çoğu yazarı gibi, edebiyata şiirle başladı. İçtihat’ta yayımlanan ilk şiir denemeleri (“Bardaki Kadınlar”, Nisan 1931; “Açın Türküsü”, Mayıs 1931) toplumsal içerikleriyle dikkat çekiyordu. Daha sonra Yeni Kültür (1932), arkadaşlarıyla birlikte çıkardıkları Geçit, Varlık dergilerinde yayımladığı şiirleri, Yahya Kemal’in etkisinde ölçülü ve kafiyeli şiirlerdi. Nâzım Hikmet’le dost olduktan sonra yeniden toplumsal temalara döndü. 1939’a kadar Ses dergisinde sürdürdüğü bu tür şiirlerinde Cemalettin Mahir ve İsmail Kemalettin takma adlarını kullandı. Kendisi bu dönem için “1940 yılına kadar gazete ve mecmualardaki çeşitli yazı çalışmalarını saymazsak, yalnız şiirle uğraştım. Şiir çalışmalarından bana Türkçede düz yazıyı iyi yazabilme daha açıkçası kelimeleri değerlendirme idmanı kaldı” der.

Aynı yıllarda kısa mizahi roman ve öykü yazmaya başladı. “Aşk Çetesi”, “Sahte Serseri”, “Aşk Modası” vb romanları Karikatür’de (1935); “Bütün Ahmetler Ayağa Kalksın”, “Mollalar Asker”, “Yalancı Şahit”, “Kuş Kafesleri” vb Yedigün’de yayımlandı. Hapse girince, Hürriyet gazetesinde Bedri Eser takma adıyla serüven romanları yayımladı. Geçim kaygısıyla başvurduğu bu yoldaki çalışmalarını hapisten çıktıktan sonra da yine takma adlarla sürdürdü. Gerçek edebi çalışmalarını da gerek hapiste iken (1941), gerek hapisten çıktıktan sonraki ilk yıllarda yine takma adlarla yayımladı. Tan gazetesinde Göl İnsanları genel başlığı altında Cemal Mahir takma adıyla tefrika edilen (1941) öyküleri onun dikkati çeken ilk ürünleridir. Hapisten çıktıktan sonraki ilk romanı Sağırdere’yi Son Posta gazetesinde Körduman takma adıyla (1950), onu izleyen Esir Şehrin İnsanları’nı Yeni İstanbul gazetesinde Nurettin Demir takma adıyla (1952) tefrika etti. Kemal Tahir adını ancak 1955’te kullanmaya başladı.

Göl İnsanları (1955) kitabında topladığı dört uzun öyküsü romanlarına bir geçiş olarak sanki birer küçük roman gibi kurulmuşlardır. Çoğunda köylü tipleri ya da şehirde çalışan gurbetçi köylülerin yaşam öyküleri işlenmiştir. Konular klasik sağlamlıkla örülmüş, törelerin ve çevrelerin betimleri de geniş tutulmuştur. Kemal Tahir anlattığı olayların dışında bir gözlemci gibi kalarak Sait Faik tarzı yeni öykü tarzına yanaşmamıştır. Ayrıntılara ve toplumsal gerçekliğe önem veren yazar, öykü yapısında gelenekçi ve kuralcıdır. Öykülerdeki kişiler kendilerince sorunları olan çok yönlü kişiliklerdir.

Kemal Tahir Türk insanı ve toplumunun Batı insanı ve toplumuna benzemediği, bu nedenle Türk romanının da içerik bakımından Batı romanına benzememesi gerektiği; bunu sağlamak için de Türk romancısının Türk insanını ve toplumunu, bunların özelliklerini incelemesinin zorunlu olduğunu savunmuştur.

Çankırı-Çorum dolaylarında geçen Sağırdere, Körduman, Yediçınar Yaylası, Köyün Kamburu, Büyük Mal, Rahmet Yolları Kesti, Kelleci Memet, Bozkırdaki Çekirdek köye yönelik romanlarıdır. Bunlara yazarın ölümünden sonra yayımlanan Namusçular, Karılar Koğuşu, Damağası romanları da eklenebilir. Bu romanlarda diğer romanlarında olduğu kadar belirgin bir tarih silsilesi bulunmaz, ama yine de bir zaman süresi içinde ele alınmışlardır. Hatta kimi romanlar bir öncekinin devamı olarak düzenlenmiştir. Köye yönelik ilk iki romanı Sağırdere ve Körduman konu bakımından birbirini tamamlayan romanlardır. Sağırdere bir köy delikanlısının 1938-39 yıllarında Çankırı dolaylarında Yamören köyündeki ve iş tutmak amacıyla gittiği Ankara’daki yaşamını ele alır. Sağırdere’nin devamı olan Körduman’da gencin gurbetten döndükten sonra Yamören’deki yaşayışı işlenmektedir. Romanda köylünün günlük yaşayışıyla iç içe girmiş sorunları, dışarıya kapalı ve çok sessiz görünen bir köyün çok yönlü ve renkli dünyası başarıyla verilmektedir.

Yazarın bir üçlü oluşturan Yediçınar Yaylası, Köyün Kamburu ve Büyük Mal adlı romanları Kırım Savaşı’ndan başlayarak Cumhuriyet dönemini de içine alan süreç içinde ağalık kurumunun gelişmesini sergiler. İnsan ilişkilerini derinliğine irdelerken çarpıcı portreler çizer. Bu üçlüyle birlikte yazarın ağalığa değindiği bir başka romanı Kelleci Memet’tir.

Kemal Tahir’in Malatya Cezaevi gözlemlerine dayanarak kaleme aldığı Namusçular’da mahpusane yaşantısı, mahpusların geçmişleri, acıları, sevinçleri, beklentileri olayların akışı içinde verilir. Aynı cezaevinin kadınlar koğuşunun iç yüzünü ortaya koyduğu Karılar Koğuşu’nda, bilgisizlik ve elverişsiz koşulların suça ittiği, çaresiz, zavallı kadınlarla karşılaşırız. Yazarın Çorum cezaeviyle ilgili notlarının derlemesinden oluşan Damağası 1948’de yazılmış notlarla başlar. Romanın birinci bölümünü oluşturan masını konu alır. Kendisi bu romanı için şöyle der: “Romanın konusu 1926 İzmir Suikastı gibi son derece buhranlı devrede geçiyor. (…) Gerçekten büyük tehlikeler içinde kıstırılmış insanların romanı bu.” Yol Ayrımı’nda Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluş ve kapanış serüveni çevresinde, eski Kuvay-ı Milliyecilerin hayal kırıklıklarını dile getirir.

Yayımlandığında büyük tartışmalara yol açan Devlet Ana’da Osmanlının aşiretten devlete doğru gelişimini, Osmanlının 600 yıl süren imparatorluğunun dinamiğini oluşturan güçleri dile getirmeyi amaçlar. Yazar Anadolu insanının tarihsel ve toplumsal özelliklerini saptayabilmek için Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran ve yaşatan gücün kaynağına inmek istemiştir. O dönemdeki köklerden bugünün insanının özelliklerini belirlemeye çalışmıştır. 1290 yılında iki aylık bir süre içinde geçen roman “… zengin kadrosu, iç içe dolanmış öyküleri ve bol serüvenleriyle karmaşık bir roman olmasına karşın ustaca kurgulanmıştır” (Moran).

Yazar Devlet Ana’yı tarih araştırmalarıyla elde edilmiş bir bilgi birikiminin özümlenmesi sonucu ulaşılmış bir tarih görüşü üzerine kurarken, onun her şeyden önce bir edebi yapıt olduğunu, yani dil malzemesiyle canlılık kazanabileceği gerçeğini de göz önünde bulundurmuş, Dede Korkut ve Evliya Çelebi’nin üslubundan, deyimlerden yararlanarak kıvrak, renkli bir dil oluşturmuştur. Romanın anlatımında başvurulan alıntı tekniğinin söz konusu tarihin kültür atmosferini oluşturmada önemli payı vardır. Yunus Emre’den, Dede Korkut masallarından, Kelile ve Dimne’den, Kabusname’den, Felekname’den, Siyasetname’den alıntılar, Kuran’dan, İncil’den ayetler, halkın değer yargılarını yansıtan özdeyişler, atasözleri romanın anlatım dokusuna ustalıkla yerleştirilmiştir.

“Göl İnsanları” adlı öyküsü “Güneşe Köprü” adıyla 1986’da E. Tokatlı, Karılar Koğuşu 1989’da H. Refiğ, Kurt Kanunu 1991’de E. Pertan tarafından filme alındı. Yorgun Savaşçı H. Refiğ (1979) ve T. Yönder (1993) tarafından TV dizisi yapıldı.

ÖDÜLLERİ
  • Yorgun Savaşçı ile 1967-68 Yunus Nadi Roman Ödülü
  • Devlet Ana ile 1968 TDK Roman Ödülü

Bütün eserlerinin yayın hakkına alan İthaki Yayınları 2004’den itibaren gazetelerde kalmış tefrika roman ve öyküleri derleyerek kitaplaştırdı. Yazarın sağlığında takma adlarla yayımladığı Mayk Hammer uyarlamaları da yine kendi adıyla yayımlandı.

ESERLERİ

Öykü:

  • Göl İnsanları, İst.: Martı, 1955 (yb eklenen öykülerle 1969)
  • Arabacı, (Seçme Öyküler) İst.: Adam, 2004
  • Dutlar Yetişmedi, İst.: İthaki, 2005
  • Zehra’nın Defteri, İst.: İthaki, 2005
  • Üstadın Ölümü, İst.: İthaki, 2006

Roman:

  • Sağırdere, İst.: Remzi, 1955
  • Esir Şehrin İnsanları, İst.: Martı, 1956
  • Kör Duman, İst.: Remzi, 1957
  • Rahmet Yolları Kesti, İst.: Düşün, 1957
  • Yediçınar Yaylası, İst.: Düşün, 1958
  • Köyün Kamburu, İst.: Düşün, 1959
  • Esir Şehrin Mahpusu, İst.: Düşün, 1961
  • Kelleci Memet, İst.: Remzi, 1962
  • Yorgun Savaşçı, İst.: Remzi, 1965
  • Bozkırdaki Çekirdek, İst.: Remzi 1967
  • Devlet Ana, Ank.: Bilgi, 1967
  • Kurt Kanunu, Ank.: Bilgi, 1969
  • Büyük Mal, Ank.: Bilgi, 1970
  • Yol Ayrımı, İst.: Sander, 1971

Ölümünden sonra basılan yapıtları:

  • Namusçular, Ank.: Bilgi, 1974
  • Karılar Koğuşu, Ank.: Bilgi, 1974
  • Hür Şehrin İnsanları, 2 c., Ank.: Bilgi, 1976
  • Damağası, Ank.: Bilgi, 1977
  • Bir Mülkiyet Kalesi, 2 c., Ank.: Bilgi, 1977
  • Aşk Çetesi, İst.: İthaki, 2005
  • Merhaba Sam Krasmer, (F.M. İkinci adıyla), İst.: İthaki, 2006
  • Gangsterler Kraliçesi, (F.M. Duran adıyla), İst.: İthaki, 2006
  • Kıran Kırana, (F.M. İkinci adıyla), İst.: İthaki, 2006
  • Ecel Saati, (F.M. İkinci adıyla), İst.: İthaki, 2006
  • Kara Nara, (F.M. İkinci adıyla), İst.: İthaki, 2006
  • Derini Yüzeceğim, (F.M. İkinci adıyla), İst.: İthaki, 2006

Anket:

  • Namık Kemal İçin Diyorlar ki, İst.: Şirketi Mürettibiye B., 1936

Mektup:

  • Kemal Tahir’den Fatma İrfan’a Mektuplar, İst.: Sander, 1979
  • Mektuplar, (haz. C. Yazoğlu) İst.: Bağlam, 1993

Notlar: Ölümünden sonra C. Yazoğlu tarafından yayıma hazırlanan notları Bağlam Yayınevi’nce “Notlar” genel başlığı altında bir dizi halinde yayımlandı:

  • Sanat-Edebiyat, 4 c., İst., 1989-1900
  • Roman Notları I (Topal Kasırga-Darmadağın Olan Devlet), İst., 1990
  • Roman Notları II (Batı Çıkmazı), İst., 1991
  • Roman Notları III (Patriyot Ömer-Gülen Azap Çıkmazı), İst., 1991
  • 1950 Öncesi Şiirler ve Ziya İlhan’a Mektuplar, İst., 1990
  • 1950 Öncesi Cezaevi Notları, İst., 1991
  • Batılaşma, İst., 1992
  • Osmanlılık/Bizans, İst., 1992
  • Sosyalizm, Toplum ve Gerçek, İst., 1992
  • Çöküntü, İst., 1992
  • Kitap Notları, İst., 1993.
ESER ÖRNEKLERİ
YORGUN SAVAŞÇI*

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

DÖNEMEÇ

II.

-Anzavur bizim alayları bozmuş binbaşım… Bizim alayları bitirmiş Anzavur imansızı…

Cemil yataktan doğruldu. “Nerede, ne zaman, kim söyledi?” demeye kalmadan Teğmen Faruk içeri girdi.

-Rahmi Bey’i öldürmüşler binbaşım… Yarbay Rahmi Bey’i…

Cemil, bir kör Şaban’a bir Teğmen Faruk’a bakarak kalakalmıştı.

Kör Şaban, iki adım geri çekilip sözü Teğmen Faruk’a bıraktı. Bir iskemle alıp oturan Faruk’un dudakları titriyordu.

Cemil sordu:

-Pusuya mı düşürmüşler?

-Hayır… 48 saat vuruşmuş. 5000 kişiye karşı 200 kişi… Bire yirmi beş… Yarbay Rahmi beyle çok şey kaybettik yüzbaşım…

Emrindeki birliklere şaşılacak bir kolaylıkla güven veren bir komutandı. 200 kişiden hemen hiç kimse kurtulmamış… Rahmi bey, düşene kadar, hiç kimse bir adım gerilememiş… Tanırdınız değil mi?

-Tanımaz olur muyum? Gazze savaşlarında yan yana vuruşmuştuk. 5000 kişi miymiş Anzavur’un çapucuları?

-“Belki daha çok” dediler.

-Kim dedi? Böyle sıralarda, bilirsin ya, sayıları şişirirler.

-Haber getiren arkadaş, sayıları şişirecek adam değil… Belki tanırsınız onu da… Filistin cephesinde bulunmuş. 4. Ordu Kurmayında… Kurmay Binbaşı Nuri Bey…

Cemil biraz düşündü:

-Sakallı bir Nuri bey vardı ama… Galiba kurmay değildi.

-Bu Nuri Galiçya’dan gelmiş savaşın sonuna doğru, Alman-Avusturya birlikleriyle…

-Yıldırım Grubuna gelenlerdense tamam! Rahmi beyin kurmayı mıydı?

-Hayır! Emekli… Son savaşlarda esir düşenlerden… Başından yaralanmış… Emekliye ayırmışlar. Gönen dolaylarında toprakları varmış… Dinlenmeye gelmiş… Rahmi beyle tanışırlarmış… Alayın Anzavur üstüne gideceğini duyunca, dayanamamış, filintasını alıp koşmuş…

-Nerede şimdi? Komutanın yanında mı?

-Hayır, aşağıda… Bacağındaki yaranın sargısını değiştiriyorlar.

-Ağır mı yarası?

-Kurşun kemiğe değmemiş ama, yara bakımsız kalmış…

-Ne anlatıyor Anzavur için?

-Derli toplu bir şey dediği yok… Çok kan kaybettiğinden dermansız! Yatacak yer uydursak…

-Koş Körağa. Yarasının tımarı bittiyse omuzla getir! Burada yatıralım!

Kör Şaban, sözü ikiletmeden fırladı:

Teğmen Faruk bir cigara yakarken Cemil sordu:

-Nasıl gelebilmiş buraya kadar yaralı yaralı?

-Filistin’de bulunmuş çavuşlardan biri, acımış… Rahmi bey vurulunca, sağ kalanlar karanlıktan faydalanıp canlarını kurtarmak istemişler. Rahmi bey vurulduğu zaman, 200 kişiden 12’si kalmışlarmış… Çavuş ata bindirip yedeğine getirmiş, Binbaşı Nuri Bey’i… “Anzavur subayları öldürdüğü için bırakıp savuşalım!” dedi. İyidir Rüstem Çavuş… Ağlıyor çocuk gibi… Rahmi beyi çok severdi. O kadar üstelediği halde bırakıp gitmemişti memleketine…

Yüzbaşı Selahattin elinde birkaç kağıtla içeri girdi:

-Duydunuz mu olanları?

-Rahmi bey işini mi? Evet.

-Çok yazık Rahmi beye…Doğru mu acaba, Anzavur’un başına binlerce kişinin toplandığı?

-Doğru sanırım!

-Komutan bey, Bursa’nın savunması için ne düşünüyor? Gönen’le Bursa arasında, kuvvet?…

-Yok… Bereket versin, Anzavur Bandırma’ya dönmüş… Eğer aldığımız haber bizi şaşırmak için yayılmış değilse…

-Nedir o kağıtlar?

-Rezillik… Yusuf İzzet Paşa, Kirmastı’daki 172. alayı da Anzavur’un üstüne sürmek istiyor! Telgraf, yarbay Kasap Osman’dan… Böyle bir emri dinlemeyeceğini bildiriyor. Üstüne gelen olursa vuruşacak… Doğrusu da bu… Gücü ancak buna yetebilir.

-Komutan ne dedi?

-Komutan şimdilik karışmıyor. Saldırı emrinin tümenden geçirilmemesine kızdı. Karşılık vermeyecek… Bir saatten beri Balıkesir’i bulmaya çalışıyoruz! 61. Tümenle görüşmeden bir şey yapmayacak sanırım. –Elindeki kağıtları bir zaman karıştırdı: -Bakın, 20. Kolordu komutanı Ali Fuat Paşa neler yazıyor? “56. ve 61. tümen komutanlarına: 14. Kolordu Komutanı Yusuf İzzet Paşa’dan aşağıdaki telgraf alınmıştır: (20. Kolordu komutanlığına: Harbiye Nezaretinden gelen 25 Mart 1920 günlü telgrafnamede yazılı olaylar kolordum bölgesinde meydana gelmediğinden ve tersine sizin kolordunuzu ilgilendirdiğinden tıpkısı aşağıya yazılmıştır. Lazım gelen işlemin yapılmasını, bu telgrafın aldığınızın bildirilmesi rica olunur. Harbiye Nezaretiyle doğrudan doğruya konuşmaya başlanılmıştır efendim. 14. Kolordu komutanı Yusuf İzzet-Harbiye Nezareti telgrafının tıpkısı: -Şifre 441-Harbiye: 25 Mart 1920- On dördüncü Kolordu Komutanlığına: -İngiliz devletinin siyasal temsilcisi, hükümetimize verdiği yeni bir notada, Lefke çevresindeki başıbozuk sergerdesinin 24 Mart 1920 tarihinde oradaki İngiliz komutanına, akşam saat dokuza kadar geri çekilmesini, yoksa vuruşmaya başlayacağını bildirmek suretiyle gözdağı verdiğinden, ve o gün, o saatten sonra ateşe de başladığından, Osmanlı hükümetiyle Başvekilin sorumlu tutulacağını bildirmiştir. Sürekli olarak yazıldığı üzere böyle bir olayın millet ve memleketin başına açacağı bela ile bunun sonucunda doğacak tehlikenin büyüklüğü sizce de bilindiği için, hemen ateşin kesilmesi, saldırının hemen durdurulması, işgal kuvvetlerine, hele İngiliz birliklerine karşı hangi şart olursa olsun, hiç karşı gelinmemesi, sonucun bildirilmesi beklenir. Vatanın yüksek çıkarlarının istediği barış ve uysallığın korunmasıyla gerçek durumun yerinde incelenmesi için bir heyet hemen yola çıkarılmıştır. Bu heyete bağlı Binbaşı Salih Bey, bir gün önce Haydarpaşa’dan trene binmiştir.

Harbiye Nazırı Orgeneral Fevzi

56. ve 61. Tümen komutanlarına: Anadolu ve bütün milletin resmen ve zorla işgal edilmiş olan Başkent’le her çeşit haberleşmenin kesilmesine Heyeti Temsiliyece karar verildiği halde, bu karara uymayan Yusuf İzzet Paşa’ya tarafımızdan karşılık verilmemiştir. Askeri birliklerimizin başarından başarıya ulaştıkları bugünlerde, milletin birliğini ve kurtuluş gayretlerini önlemeye çalışan bu gibi davranışlara meydan verilmemesini ve sonucun bildirilmesini rica ederim. -20. Kolordu Komutanı Ali Fuat- İstanbul’dan yola çıkarıldığı bildirilen heyet için, Lefke’deki 24. Tümen komutanı Yarbay Mahmut Bey’e: İngilizlerin işgali ve esirliği altında bulunan Harbiye Nezaretince milletin istekleriyle başlatıp sürdürülen başarılarımızı kösteklemek için bazı heyetlerin İstanbul’dan Anadolu’ya gönderilmesinin kararlaştırıldığı anlaşılıyor. 23 Mart 1920 gününde Haydarpaşa’dan İngilizlerin treniyle yola çıkan ve içlerinde Harbiye Nezareti başyaveri Salih Bey’in de bulunduğu ve aynı derecede hepimizce belli ve güvenilir kişiler doğruca, ve fakat açıkça ve resmen gözaltında olarak hemen Ankara’ya gönderilmeli, kişilikleri bizce bilinmeyenlerinse, işleri ve rütbeleri ne kadar yüksek olursa olsun, hemen orada kapatılarak haklarında yapılacak işlemin öğrenilmesi için durumun bildirilmesi rica olunur. –Bu emriniz üstüne 24. Tümen komutanı, Harbiye Nazırlığı Başyaveri Doktor Rıza Nu, Kastamonu milletvekili Abdullah Azmi ve Konya milletvekili Hoca Vehbi efendileri göz hapsi altında Ankara’ya gönderilmiştir.”

Selahattin kağıtları indirip başını salladı:

-Arapsaçına döndü bu işler…

-Aldırma! Anzavur şaşırtma veriyorsa, biz Bursa’yı nasıl savunacağız, ona bakalım!

-Bursalı davranmazsa, savunamayız!

-Bursalının davranacağını hiç ummuyorum.

-Kasap Osman Bey’in tümenini buraya getirtsek?

-Sen Kasap Osman Bey’i tanıyor musun?

Cemil biraz düşündü:

-Şöyle bir gördüm! Yakından tanımam!

-Az kalsın, Kirmastı’da asmadık adam bırakmayacaktı. Bereket bizim Kurmay Başkanı gitti, görüştü de, o zamandan beri iyi kötü yargılıyormuş… Kötülüyorum sanma! … Kasab’a çok şeyler borçluyuz. Önce 56. Tümeni meydana getiren 200 er burada, Yarbay Kasap Osman Bey’in sorumlu düşmeye metelik vermemesinden duruyor!

-Anlamadım.

-Padişahın çiftliğindeki on binlerce koyuna resmen el koymasaydı, kaynattığımız kazanlardaki eti biz zor bulurduk.

-Padişahın çiftliğini mi yağmaladı?

-Kendisine bakarsan, yasalardan dışarıya hiç çıkmamış… İmzayı mühürü bastım, savaş vergisi aldım” diyor. “Biz burada padişahın mülkünü savunmakta değil miyiz?” diyor, “Ceremesini çekmek hepimizden önce, padişaha düşmez mi?” diye yumruğunu masaya vuruyor gümbür gümbür… Önceleri 172. Alayı çeteye çeviriyordu az kalsın, zor-güç önledik. Şimdi yanında özel koruyucu adıyla 35-40 kişilik bir başıbozuk çetesi var. İpten kazıktan kurtulmuş serseriler… “İşler her zaman zagonuyla dönmez bacanak… Bunun gecesi olur, gündüzü olur. Daralırsın. Emir yetişmez. O zaman vurursun başıbozukluğa…” diye kasılıyor. Hayır, Bursa’ya takım taklavat gelse, güç yetiremeyiz. Ortalığı karıştırır ki, Mustafa Kemal Paşa gelse düzeltemez!

Ayağından yaralı binbaşı kapıda göründü. Bir kolunu sağlık erinin, öbür kolunu Kör Şaban’ın omzuna atmıştı. Sıkılgan gülümsemesi bu halinden utandığını meydana koyuyor, yıpranmış üniformasıyla bir kurmay binbaşıdan çok, işi gücü okumak olan bir yedek subaya benziyordu.

Cemil, “Şöyle getirin!” diye boş karyolayı gösterdi.

-Rahatsız olmayın rica ederim!… İskemle iyi… Rahatsız olmayın!

-Uzanın binbaşım! Geçmiş olsun!

-Mersi efendim!

Esirlikten yeni dönenlerde, ya da, uzun zaman yattıkları cezaevinden yeni çıkanlarda görünen kof bir semizliği vardı. Sol gözü durmadan seyiriyordu.

-Önemli değil… Hiç önemli değil… Kemiğe değmemiş. Basabiliyorum! Garibi şu ki… Bunca yıl… Önemi yok… -Birden kendini topladı: -Özür dilerim beyler! Başınız sağ olsun! Rahmi’yi kaybettik! Tanıyorsunuz! Yiğitliğini bile öğmek hatırasına hakaret olur! Affedersiniz! Ben kurmay binbaşı Nuri! 4. Ordudan. Harbiye Nezaretinde Alman heyetiyle çalıştım uzun zaman… Biraz Çanakkale’de, biraz Galiçya’da bulundum.

Cemil arkadaşlarını tanıştırıp sordu:

-Rahmi Beyle Filistin’de mi beraberdiniz Binbaşım?

-Evel, Filistin’de… Allah rahmet etsin! Ölmeyebilirdi. Kendini öldürmek istiyor gibi davrandı. Ölümü aradı enikonu. Üstüne gitti. Akşam bastırırken, söyledim. Düşmanla aramız, üç yüz metre var yoktu. Herifler, sürünerek yaklaşıyorlardı. Alayın en önündeydi. Gerilemek istemedi. Söylediklerimi duyduğuna emin değilim. Duyduysa da, anlamamıştır. Başka şeyler düşünüyor gibiydi. Dikkatle bir yere bakıyordu. Dikkatle bir yere bakıyordu. İki kere “Deli bunlar” dediğini zannederim. “Hemen koş… Ata bin… Bursa’ya yetiş… Durumu bildir” dedi. “Rica ederim!” demeye kalmadı, aramızdan bir kurşun geçti. Benim sağ kulağımla, rahmetlinin sol kulağının iki parmak açısından… “Emrediyorum” dedi. Filintasyle ateş edip, herifi düşürdü. Sonra iki kere, “Git” anlamına elini salladı. Gülüyordu. Birden çok neşelendi nedense…

Binbaşı Nuri Bey, yalvarır gibi su istedi. İki yudum içti:

-Sağlık çavuşu, birkaç güne kadar sargıyı ufaltacağını söyledi. Doğru mu?

-Doğrudur.

-Doğru olsun!… Hiç değilse bastonla gezebilmeliyim!… Böyle kımıldamadan yatmak insanı büsbütün bunaltıyor. Anzavur’dan ne haber?

-Hiç…

-Bursa’ya saldırır mı dersiniz?

-Belli olmaz!

-Saldırırlarsa, ev ev, sokak sokak çarpışmalıyız! Bana bir tüfek bulacaktı Çavuş… Unuttu mu? O zamana kadar, bunun üstüne basamazsam, beni pencerenin önüne koyup gideceksiniz! Söz verdi çavuş…

Selahattin yere bakarak konuştu:

-Çavuş söz vermiş ama, tümen komutanı “Olmaz” diyor. İlk araba kervanıyla Eskişehir’e gönderecek sizi…

-İstemiyorum… İnsanlar orduda belli bir rütbeyi aştılar mı, yorulmak diye bir şeyin var olduğunu unutuyorlar. Eskişehir bana, dünyanın öbür ucu kadar uzak geliyor! Burası iyi… Burada bırakın beni.

Kurmay binbaşı Nuri Bey, seyiren gözünü eliyle kapattı, yarası sızlıyormuş gibi yüzünü buruşturdu:

-Çavuş, tüfeği getirsin bugün… Elli mermi yeter. Otuz da yeter. Mermi bulunuyor mu? Bulunamıyorsa, on beş olsun… Boşa atmayana çok bile…

Faruk çekinerek sordu:

-İyi atar mısın binbaşım?

-Eskiden biraz atardım. İnsan iyi bildiği şeyleri kolay unutmaz! Bu sefer çarpışırken baktım, pek kaybetmemişim. Ellerim de, umduğum kadar titremedi. Ben pek savaş subayı sayılmam ama, barut kokusu…

Subaylar ağır bir hastayı dinlemeyi bırakır gibi ayaklarının ucuna basarak çıktılar.

Binbaşı Nuri Bey dalmış gitmiş, yalnız kaldığını bile fark etmemişti.

-Haydi hazırlan Cemil! Hemen Kirmastı’ya gidiyorsun!

-Kirmastı mı, niçin?

-172 inci alay komutanı Kasap Osman Beyi alıp getireceksin…

-Ne demek alıp getirmek? Hatlar kesik mi?

-Değil ama yüz yüze konuşmadan olmaz! Kolordu, bizden habersiz Osman Beyi de Anzavur’a saldırtmak istiyor!

-Yetişmiyor mu, 176 ıncı alayın başını yedikleri? Deli mi bunlar?

-Artık bilmem… Rahmi beyin ölüm haberi, Bandırma’yı anlaşılan allak bullak etti. Kasap Osman deliye dönmüş… Tümene yazdığı telgrafı görsen, gülmekten katılırsın? Eskiden beri dik başlıydı ama, bu sefer iyice kudurmuş… Bandırma’yı basmaktan filan laf ediyor. Gidip görüşeceksin de, okşalayarak alıp geleceksin!

-Allah Allah… Ne karışık işler… Anzavur Padişah adına yürüyor üstümüze… Yusuf İzzet Paşa da tanımıyor Ankara’yı… Sonra, elinde kuvvetlerle Anzavur’a saldırmak istiyor! Sapıtmak olur ama… -Biraz daldı: -Ne zaman çıkacağım yola?

-Hemen… Şaban’a haber verdim. Hayvanları hazırlıyor. Komutan dedi ki, “Yarbay Osman Bey, yalnız gelsin” dedi, yalnızdan maksat çetesini istemiyor. “Bize buradaki serseriler elverir” dedi. Bazı bazı, ödlekliği tutar bizim Kasap Osman ağamızın… Ürkütmeden getireceksin. “Koruyucusuz gelemem” diye direnmeye kalkarsa, ne yapacağını bilirsin!

-Kolay!

-Söyle Kasap’a, işin şakası yok… Yusuf İzzet Paşa “Dinlemezse, ellerini bağlayıp gönderin” diyor. Hadi tümene uğra da, yanına biraz para al.

Cemil, tümenden para alıp komutana “Allaha ısmarladık” dedikten sonra avluya indi. Kör Şaban’a atını getirmesi için el salladı.

Marmara Denizinin üstüne güneş, bulutları parçalıyordu. Geceyi yarı yoldaki köylerden birinde geçirmeyi düşündüğü için Cemil yamçısını almamış, içine kurt postu geçirilmiş kısa gocuğunu, kısa konçlu çizmelerini giymişti. Belindeki fişeklik, Çerkez kaması, boynundaki dürbünle subaydan çok çeteciye benziyordu.

Kör Şaban’ın güçlükle getirdiği kara atına “Höst Karaoğlan” diye seslendi. Ethem Bey’in, ilk vurgundan armağan ettiği yarım kan Arap atı, sahibinin sesini tanıyarak kulaklarını dikti. Nazla kişneyip avlunun taşlarını döverek şımardı. İyi bakılmıştı. Gençti. İnce uzun bacakları, ince uzun boynu, insan gibi akıllı akıllı bakan gözleri vardı.

Kör Şaban, atın uzun kuyruğunu örüp toplamış, başlığındaki gümüşleri iyice parlatmıştı. Filinta, eğerin önündeki kılıfta asılıydı.

Cemil, hayvanın yelesini sıvazladı, boynunu iki kere okşar gibi şamarladı, özengiye basıp, “Haydi uğur ola” diye üstüne sıçradı.

Geceyi, muhtarına güvenilen bir göçmen köyünde geçireceklerdi.

Kör Şaban, nereye, niçin gittiklerini anlamak için, çarıkla kurmaylık edip ağız aramadığına göre yolculuğun sebebini öğrenmiş olmalıydı.

Cemil, erlerin, en gizli haberlerini ne kadar kolay öğrendiklerini de, duruma göre, ne güzel yakıştırdıklarını da biliyordu. Bir cigara yaktı:

-Yamçını almamışsın Körağa?

-Almadık.

-Neden?

-Sen almayınca…

-Hani kalpağı değiştirecektin?

-Sen değiştirmeyince…

-Anzavur millete yemin ettiriyormuş, Kur’ana el bastırıp… “Her biriniz, kalpaklı ittihatçı geberteceksiniz, cennetlik olalım derseniz” demekteymiş…

-Demekteymiş ya, bizden neyi alıp verememekte bu domuz? Biz bunun atlarını, davarını mı sürdük? Töbe hey Allah… Aklımın ermediği… Bu herif, padişah hainliği bize neden bulaştırmaya çabalar? Biz padişah hainiymişiz de, önceleri, Balıkesir Millicilerine “Beni içinize alın, başınıza geçirin demesi neyin nesiymiş bakalım?

-Böyle şey mi demiş?

-Demiş ne güzel… Balıkesir’in Millicileri: “Olmaz! Bizim eşkıya takımıyla işimiz yok” deyince, öfkesinden kuduz ite dönmüş bu Anzavur. Kendisi başa geçeydi, Milliciler padişah haini değildi, öyle ya?

-Bursalı’lar mı söylüyor bunu?

-Bursalı’lar söyler mi? Bursalı’lar benim gördüğüm, çoğunlukla Anzavur’u tutmakta… Hoca takımı, tüm Anzavurcu… Duyduğum doğruysa, bizim Bandırma’daki kolordu komutanımız da, Anzavur’dan yanaymış…

-Yalana bak! Kim uydurmuş bunu?

-Yalanlığı meydanda… Koca bir Kolordu komutanı, nasıl bir…

Kör Şaban “Avanak olmalı ki” diyerek sözün ardını getirmeyince, Cemil, güldüğünü belli etmeden sordu:

-Evet… “Nasıl bir” diyordun?

-Dediğim… Nasıl bir… komutan olmalı ki… Anzavur’u tutmalı! Bursalıya bakarsan, binbaşım, bu Anzavur, padişahın Anzavuruymuş. Bu Anzavur padişahın Anzavuru da öldürdüğü bunca subay değil mi? “Elimde ferman dilimde Kur’an, göğsümde iman” diye gelmekteymiş bu Anzavur… Ferman, padişahın fermanı öyle ya? Bizi kırsın diye mi vermiş fermanı, padişah, bu Anzavur’a?

-Yok canım… Uyduruyor kerata! Milletin kandıracak da soygunu gerine gerine yapacak…

-Kandıracak evet… Diyesiymiş ki bu Anzavur: “Bu milliciler, karıyı kızı anadan çıplak soyup hamamlara dolduruyorlar da, gönül eğliyorlar” diyesiymiş. Karıdan kızdan geçtik, bizim hamam yüzü gördüğümüz mü var, imansız yalancı? Bu Anzavur neden kızdı? Bursalı neden kızmakta bize sipsivri? “Köylü milletinin aklı ermez” diyelim… Ya hacıya, hocaya ne diyeceksin? Tümende bir bölüğü neden dolduramamakla bakalım, bizim komutan bey? “erlerin savuşması, hocaların kışkırtmasından” dediler. “Bu cöntürk subayların lafına bakmayın! Bunlar tüm farmason… Hepsinin dini imanı para… Bunlar (cehenneme gider misin?) denildikçe, “aylık kaç” diye gözü doymaz takımı” demektelermiş hocalar! Hadi onlar dedi, diyelim… Ya bizim eşek eratımızın inanması neyin nesi? Geçenlerde tavlada, biri bu lafı attı ortaya… Baktım, hepsi kafa sallamakta… Kızdım ki ne kadar… “Durun hele kardaşlar” dedim, “Bu bizim subaylarımızın aylığı kaç kuruş ki, (aman kesilmesin) diyerek dünyayı ateşe vereler?” dedim. “Teğmen ayda 6 banknot almaz mı?” dedim. “He” dediler. “Üsteğmen 7 banknot almaz mı ayda?” dedim, “He” dediler, “Ya binbaşınınki?” dedim. “On yedi buçuk” dediler. “Peki bir Osmanlı altını kaç banknot?” diye sordum. İçlerinden biri bilirmiş… “Geçende bozdurdum Şaban ağa, 6 banknot” dedi. “Peki… Er tayını almasalar, bu bizim subaylarımız her ay tüm açlıktan gebermezler mi?” dedim. “Orası öyle…” dediler. “Bu contürk subayları, aydan aya, eşek yükleriyle para alacak diye, biz burada at gübresi mi temizleyeceğiz? Padişahımız “Askerlik paydos” fermanı varken, kendimizi Anzavur Paşaya kırdıracağız” diyerekten geçip gitmiş reziller… Ama doğrusunu ister misin Binbaşım?

-Neyin doğrusunu Körağa?

-Bu bizim askerin savuşmasını…

-Nedir?

Bu bizim asker savuşur savuşmaya… “Beni tutup atsalar” demez. Ama, beylik silahı mermileriyle alıp savuşmak yoktu şimdilere kadar… Ateşkesten bu yana, herkes silahı alıp savuşur oldu. Çünkü bugün eşkıyalık günü… Burda kurtlı baklaya askerlik edeceğine, gider çete yazılır, kemerini koynunu doldurur. Çete başları silahıyla gelene şu kadar aylık vermekteymiş… Hele altına bir de hayvan uydurdun mu Anzavur’da aylığın yüz banknot, yüz elli banknotmuş… “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” hesabı…

-Eşkiyalığa çıkmış da devlete konmuş adam var mı?

-Yok ama, avanaklığı n’apalım? Benim kızdığım, “Subaylar şu kadar aylık almakta” diye savuşanların, kendilerine geldi mi, subay aylığından üstün aylık umması… Millet kısmı avanak olmasa, Anzavur gibiler meydan mı alabilir bu sırada? Dünyanın vidası çıktı ki, yerine gireceği hiç kalmadı. Evet… bizim komutanın bu Kasap Osman Beyi Bursa’ya istemesi doğru… Baktı ki başka çıkarı kalmadı, “Gelsin de şu Bursalıya, dünyanın kaç bucak olduğunu göstersin az biraz” dedi.

-Böyle bir laf mı var arada?

-Var… Tümendeki askerin içine bir fısıltı düştü ki, hiç sorma… “Bursalının dili dişi kitlendi” denilmekte. Göçünü bağlayan bağlayanaymış. Çünkü Kasap Osman Bey’i, gayet yaman söylediler binbaşım. Kasap Osman Bey, düşüne gireni “Vay benim düşümde senin ne işin var?” diye asar mıymış gerçekten? Uçanla kaçan kurtulamazmış ipinden, öyle mi?

Kör Şaban’ın, “İpinden uçanla kaçan kurtulamazmış” dediği 172. Yaya alayı komutanı yarbay Kasap Osman Bey, orta boylu, tıknazca, suratı asık, bakışları donuk –yorgun- bir adamdı. Sol eliyle sağ bıyığını aralıksız kurcalayarak konuşuyor, sanki karşısındaki “Assam mı, asamasam mı?” diye bir zaman süzüyordu da, sonra asmaya karar verip “Bugün mü sallandırsam, yarın mı?” diye dalıp gidiyordu.

Alay karargahındaki koruma düzeni çok sıkıydı. Avlu kapısında bir erle bir çeteci duruyor, bunların içeriye emirsiz kuş uçurmuyordu.

Kasap Osman Bey, Cemil’i çok bekletmedi. Ayakta karşıladı, elini uzattı:

-Buyurun Cemil Bey… Selahattin’den gece bir telgraf aldım. Siz, beni, belki unutmuşsunuzdur ama, ben Cehennem Yüzbaşıyı unutmadım. Yolculuk nasıl geçti? Uygunsuz bir şey olmadı ya?

-Olmadı yarbayım…

-Yanınıza yalnız emir erinizi almışsınız… Yanlış… Kabadayılığın sırası değil. Rahmi Bey de kabadayılık etmeye kalkıştı ama… Çok severdim. Başka durumda öleydi, yüz kat daha yanardım. Böyle karışık sıralarda, kendimizi kollayacağız.

-Palakasına bağlı tabancasının yerini aralıksız değiştiriyordu: – Benim biraz işim var. İsterseniz burada bekleyin. İsterseniz siz de gelin!

-Selahattin, buraya neden gönderildiğimi de telgrafladı mı efendim?

-Hayır “Cemil Bey size söyleyecek” dedi. Şu işi bitirelim de konuşuruz.

-işiniz uzunsa… Şimdi konuşsak…

-Uzun değil… Aslına bakarsanız, bu işi tümen Kurmay Başkanı başıma yolladı. Yargılanmadan adam asmayacakmışız. Pekala! Yargılayalım bakalım!

-Şimdi birisini mi yargılayacaksınız?

-Evet… Haydi gelin de, Allah için tanık olun. Bir de bana, “Yasa tanımaz” derler.

Kalpağının sağ kaşının üstüne eğdi. İri mahmuzlu çizmelerini şakırdatıp döşemeyi gümbürdeterek yürüdü.

Sofaya çıktığı zaman, er, erbaş, subay kim varsa kendilerine atanarak kaskatı kesildiler. Kocaman sofada birden ses soluk kalmamış, sinek vızıldamaz olmuştu. Kasap Osman Bey, çevresine saldığı dehşetten kasılarak, gıcırtılı, şakırtılı, gümbürtülü, çatırtılı adımlarla yürüdü.

Önünde bir erle bir çetecinin nöbet beklediği kapıya yaklaştı. Top gibi gürledi:

-Harp divanı üyeleri geldiler mi?

Komutana karşılık vermeyi er de göze alamadı, çeteci de…

-Söylesenize herifler… Ulan geberdiniz mi?

Ağzını açıp kapayan erin korkudan sesi çıkmıyordu. Laz çetecinin dili büsbütün dolaşmış, büsbütün anlaşılmaz olmuştu.

-Tüh Allah belanızı versin ayılar! Ulan size adam diyenin…

Kanadı var gücüyle iterek duvara çarptı.

İçeridekiler hemen ayağa kalkıp dimdik hazır ola geçtiler.

-Buradasınız… İyi… -Cemil’e döndü: -İyi bizim yargı heyeti Teğmen Selami’yi tanır mısınız? Topçudur. Bekiri Gökgöz… Ahmet… Alay emir subayı… Efendiler, size ordumuzun ünlü Cehennem yüzbaşısını tanıtırım. Tümenden geldi. Yargı işlerinde, nasıl kılı kırka yardığımızı görsün de, Tümen kurmay başkanı beyefendiye anlatsın… Kaç kişi var?

-Üç kişi komutanım…

-Sorguları morguları tamam mı?

-Tamam komutanım

-Neyin nesi?

-Eşkıya yataklığı… Hayvan hırsızlığı… Bir de Mudanya’dan gelen İngiliz casusu…

-İyi. Haydi iş başına… Siz şuraya oturun Cemil Bey! –Bir an düşündü: -Üyelik etmek ister misiniz Alay Harp Divanında?

-Teşekkür ederim. Gerekmez!

-Sen bilirsin…

Masaya oturdu. Üyeleri de iki yanına aldı. Tabancalı bir çavuş yazıcılık, bir başka çavuş da çağrıcılık yapıyordu.

Kasap Osman’ın ünlü harp divanına önce, bir hayvan hırsızı alındı. Yaşlı adamdı. Suratının buruşmamış yeri kalmamıştı. Sıska göğsü hırıldıyor, odadakilere küçük çakır gözleriyle, korkusuz biraz da keyifle bakıyordu. Yanında getirdiği ekmek çıkınını ayaklarının dibine bırakmış, ellerini namazda durur gibi edeple, göbeğine bağlamıştı.

Yarbay Kasap Osman Bey, heyecandan pürüzlenmiş bir sesle boğuk boğuk emretti:

-Oku bakalım şunun kağıdını!

Alay için satın alınmış bir dana çalınmış, sürülen iz gidip çoban Recep’in sürü gezdirdiği yere dayanmıştı. Çoban Recep danaların rengini, boyunlarına bağlanmış kuşakların cinsini söylüyordu ama, çekip götürenleri tanımadığında direniyordu.

Kasap Osman Bey yargıya girişti:

-Adın ne senin herif?

-Recep beyim… Köylü, Yalak der. Yalak Recep…

-Neden sana Yalak demiş köylülerin?

-Bilmem… İstemezin biri, Yalak demiş vaktin birinde… Kalmış Yalak…

-Baban da Yalak mıydı?

-Babamız… Rahmetli… Pelvandı Komutan bey… Ünlü pelvandı bizim babamız… İsmail pelvan dedin mi?

-Nerelisin?

-Göçmeniz.. Doksan üçte Tuna boyundan..

-Yaş kaç?

-Kafa kağıdımda ne yazar bilmem. Elli beş varız allalem… De ki altmış…

-Ne iş yaparsın?

-Çobanız Karakaya köyünde…

-Sen çalınan danaları görmüşsün…

-Gördüm… Biri kara dana, biri sarı ala. Biz düve deriz. Birinin boynuzları kütçe, nah parmağım gibi… -Baş parmağını gösterdi: -Böyle…

-Danaların boyunlarındaki kuşakları da görmüşsün…

-Gördük… Birini kırmızı yün kuşakla çekerdi besmelesiz, öbürünü askeriyenin palaskasıyla…

-Kim bunlar?

-Seçemedim akşam karanlığında… Töbee… Sabah alacasından…

-Danaların rengini, boynuzunu seçmişsin, boyunlarına bağlanan kuşağı seçmişsin… Çekip götüren herifleri nasıl seçemezsin?

Çoban Recep edeple yere baktı. Kırçıl bıyıklarıyla kırçıl sakalı arasında yumuşacık gülümsüyor, danaları çalan zıpırlardan korktuğun için söyleyemediği komutan beyin bilip kendisini bağışlayacağına güveniyordu.

-Vay ulan Papas! Vay ulan Rumeli çingenesi… Bir de gülersin ha… Ulan gülmek ne oluyor? Heriflerin adları söyle! Söyle dedim, gidiyorsun, pezevenk…

Çoban Recep gözlerini şaşkın şaşkın kırpıştırdı.

-Seçemedim sabah alacasında be Komutan bey… Seçemezsin sen de olsan! Köy yerinde… Beni getirmeyecekti buraya Başçavuş… İz verdikse günaha mı girdik hükümatımıza?

-Son defa soruyorum! Kimdi danalarımızı çalanlar?

-Seçemedim inan olsun…

-Kes… Benden günah gitti… -Yazıcıya döndü: -Yazdın mı? Yazmadın mı? Uyuyor musun be herif? Yaz… Alayın beylik hayvanlarını çalanları koruduğundan, hırsızlıkla ilişiği olduğu anlaşılmıştır. Gün ışıdıktan sonra, danaların renklerini, boyunlarına bağlı olan kuşakların cinslerini görüp hırsızları seçememesi yalan söylediğini meydana koyduğundan, askerlik ceza kanununun suçuna uygun maddesi gereğince “salbine” Yaz… Onaylanmıştır. Yarın sabah hükümet avlusuna getirilmek üzere inzibat bölük komutanlığına… Götürün şunu…

-Bıraktın mı beni Komutan bey?

-Yıkıl! Daha konuşuyor. Yarın görürsün…

-Yarın mı? Sağol… Allah seni çoluğuna çocuğuna…

İki çavuş herifi kollarından çekip arkasından iteleyerek dışarı çıkardı.

Cemil, dehşete bile kapılmayacak kadar şaşırmıştı.

Yazıcının önüne koyduğu kağıdı Kasap Osman Bey, hınçla imzalarken söyleniyordu:

-Hayvan hırsızlarından korkuyor da bizden korkmuyor kodoş… Onlar gebertir de biz gebertemeyiz sanki…

Gözlerindeki donukluğun yerini ışıltılar almıştı.

-Getirin öteki namussuzu…

İkinci suçlu, başına geleceği kestirmiş olmalı ki, korkudan yarı ölü gibiydi. Kollarına girmiş çavuşların arasında sendeliyordu. Bıraksalar yığılacaktı. Otuz beş yaşlarında, karayağız, yakışıklı bir adamdı. İşlemeli poturu, sırmalı cepkeni, fesine sardığı oya, vakitli olduğunu, iyi giyinmeye özendiğini gösteriyordu.

172. yaya alay komutanı Yarbay Kasap Osman Bey, böyle bitik insanları yargılamaya alışık olduğu için, çavuşların adamı ayakta tutmalarıyla ilgilenmedi:

-Adın?

Adam anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı:

-Adın, dedim, bitiyorsun!

-Süleyman

-Babanın adı?

-Canpolat…

-Yazdın mı çavuş?

-Yazıldı efendim…

-Çerkez misin?

-Çerkezim…

-Eşkıya Şevket’e yemek çıkarmışsın…

-Çıkardım efendim… Bizim evde, cevizli tavuğu iyi pişirirler. Bilir Şevket Bey…

-Vay… Bir de bey diyor… Ulan… Bey ne demek? Eşkıya… Bir eşkıya, nasıl bey olurmuş?

-Bey soyundandır, komutan bey, Şevket Bey…

-Yemek gönderdiğin doğru öyle mi?

-Gönderdim efendim. Göndermesem beni vururlardı. Evimi yakarlardı. Can korkusundan gönderdim.

-Tamam… Korktun… Ölümden korktun… Peki, benim burada olduğumu bilmiyor muydun? Ya ben adamı gebertmez miyim? Yaz… Eşkıyaya yemek verdiğini açıkça söylemiş bu suretle suçu sabit olmuştur. Her ne kadar korkusundan yemek götürdüğünü söylüyorsa da haber verenler, bu adamın gerici ruhlu ve Kuvayi Milliye düşmanı olduğunu da bildirmekte olduğundan…

-Adam kendi dizlerinin üstüne bırakmış, hırıldayarak yalvarmaya başlamıştı: -ve eşkıyaya yemek götürmesi de bunu meydana koyduğundan…

-Etme komutan bey… Kurbanın olayım… Köy yerini bilmez misin?

-Koyduğundan… Yazdın mı?

-Evet komutanım!

-Askerlik ceza kanununun suçuna uyan maddesi gereğince “Salbine…” oy birliği ile karar verildi. Yaz altına… Onaylanmıştır. Yarın sabah hükümet avlusunda hazır bulundurulmak üzere inzibat bölük komutanlığına…

-Aman komutan bey… Kanıma girme… Aman komutan bey biz köle cinsi olduğumuzdan… Beylerin emirlerine karşı gelemeyiz.

-Götürün şu pisi… Götürün dedim!

-Yarın mahşer meydanında… İki elim yakandadır. Müslüman yok mu? Adam boğuyor bu imansız!

-Tepeleyin hınzırı…

Adamı, merdivenlerden tekme tokat indirdiler.

Casusluktan, daha doğrusu, bozgunculuktan yargılanacak suçlu, çok uzun boylu, iri göbekli bir hoca idi. Sarkık yanakları, kat kat ensesi kıpkırmızı, gözlerinin akları kanlıydı. Kasap Osman Beyin, kim bilir nasıl bir yer olan, cezaevinde yattığı halde, sırığı apak, fesi kalıplı, sadakor mintanı tertemizdi. Sırtındaki lacivert cüppe halis İngiliz çuhasındandı. Bacaklarında çizgili kara pantolon, ayaklarında yepyeni mestlastik vardı. Yargıçları telaşsız selamladı. Gözleri korkusuzdu. Ne yalanıyor, ne de ellerini oğuşturuyordu.

Yarbay Osman Bey, herifi tepeden tırnağa süzdü. İğrenmiş gibi suratını buruşturarak sorguya girişti:

-Adın?

-Ziyaüddin Hoca…

-Babanın adı?

-Salahaddin…

-Kaç yaşındasın?

-51…

-Nerelisin?

-Aslımız Bursalı… Ben Şam’da doğmuşum…

-Medresede mi okudun?

-Evet…

-Buralarda ne işin var?

-Memleketin olan Bursa’ya gidiyordum.

-Nereden gelip?

-İstanbul’dan

-İstanbul’dan gelenin Bursa yolu Kirmastı’dan mı geçer?

-Burda bir baba dostu vardı. Onu görecektim.

-Kim bu baba dostu?

-Söyleyemem.

-Korkulu bir işin yoksa neden söylemiyorsun?

-Böyle yargılama olmaz. Siz bu mahkemeyi keyfinizce kurmuşsunuz. Yargıtayı da yokmuş… Benim yüzümden bir başkasının sürünmesini istemem.

-Hanın altındaki kahvede, subaylar hakkında ne dediniz?

-Herkesin herkese dediğini…

-Herkes “Kuvayi Milliye vatan hainliğidir” mi diyor birbirine?

-Kuvayi Milliye başıbozukluk… Subaylarla ilişiği olamaz! Halife efendimiz savaş istemiyorlar.

-Savaşı biz mi istedik, biz mi aradık sakalına tükürdüğüm…

-Eli bağlı adama sövmek erlik değil…

-Erlik değil de, sen neden sövüyorsun?

-Ben kimseye sövmedim.

-Vatan haini demek sövmekten beter değil mi?

Sarıklının üstündeki güven biraz sarsılmıştı. Karşılık vermedi.

-Zoru görünce susarsın eğri dinli… Yunanla vuruşmayı yasak eden halife, Müslümanın Müslümanla vuruşmasını neden yasak etmiyor?

-Anlayamadım Komutan bey?

-Anlayamazsın elbette… Biz burda, silahsız cephanesiz yedi kralla vuruşuyoruz. Bir de siz üstümüze Anzavur rezilini saldırtıyorsunuz. Ona gidip halifenin emrini bildirseydin ya…

-Ona da giderim. Gideceğim. Bildireceğim.

-Elimden kurtulacaksın da öyle mi? Yaz… Bozgunculuk ettiğini ağzıyla söylediğinden, böylece gerek Anzavur alçağına, gerekse yurdu basan düşmanlara destek olup, vatanı kurtarmak için yoksulluk içinde çarpışan milletin çarpışma gücünü kökünden yıkmaya çabaladığından, Kirmastı’daki suç ortağını da sakladığından, Askerlik ceza kanununun suçuna uygun maddesi gereğince “Salbine”…

-Hayır… Böyle adamı asamazsınız! Hakkınız yoktur. Avukat tutacağım… Harbiye Nezaretine telgraf çekeceğim…

-Hüst… Seni kara papaz seni… 176. Alay komutanı rahmetli yarbay Fehmi Bey için avukat mı tutturdunuz? Harbiye nazırı olacak herife telgraf mı çektirdiniz? Götürün… İnzibat bölüğüne!… Yarın sabah hükümet meydanında sallandırılacak! Leşi itlere doğranacak! Kemikleri pisliğe gömülecek… Söyletme… Kes… Sürü şunu… Yere yık… Sürü…

Yazıcının uzattığı kağıdı imzaladı. Kalemi attıktan sonra, pis bir şeye dokunmuş gibi, ellerini pantolonuna sert sert sildi.

-Başka?…

Yanında oturan üye yüzbaşı sakin bir sesle karşılık verdi:

-Bugünlük bu kadar komutanım… Üç asker kaçağı var ama…

-Evet. Onları da yarın asarız! – Kalktı. Bir cigara yaktı: – Buyurun Cehennem Yüzbaşı… Şaşırdınız görüyorum…

-Biraz…

-Birazsa iyi… Eğer Rahmi Beyi şehit etmeseydiler belki, eşkıyaya yemek veren herifi asmazdım. Haydi gelin bakalım… Kahveyi hak ettiniz. Şimdi, Tümen bizden ne istiyor onu anlayalım!

Tümenden gelen haberi öğrenince daha doğrusu Kolordunun yakalama emrini duyunca, Yarbay Kasap Osman Beyin üstündeki bütün kasılma birden, ürkek bir çocuk çaresizliğine dönüvermişti. İki kere üst üste: “Yaa.. Eli kolu bağlı mı demişler? Yakalayacaklar… Eli kolu bağlı..” diye söylendi. Gözleri kırpışmaya, kahve fincanını tutan eli titremeye başlamıştı.

Cemil, Kasap Osman Beyde gördüğü korkunç kıyıcılığın, tabansızlığını saklamak çabalamasından geldiğini anladı. Acıdı.

Yarbay Osman Bey, Bursa’da başına neler geleceğini bilmediği halde, hemen yola çıkmak için hazırlanmış, yanına koruyucu alamayacağı sözüne hiç direnmeden boyun eğmişti.

Alayı, yüzbaşıya usanmış bir sesle, yarım ağız teslim etti. “Ne zaman döneceksiniz?” sorusuna karşılık vermek için Cemil’e baktı.

Cemil hiç duraklamadı:

-En geç… Dört gün sonra. Daha gecikirse komutan Bey size yazar.

Yüzbaşı çıkınca Osman bey kalktı:

-Buyurun gidelim kardeşim..

-Yanınızda para var mı?

-Var biraz.. Dönüş gecikir mi? Biraz daha alayım! Hakkımızda kötü bir karar verilmedi, değil mi? Benden saklamayın! Saklamadığınıza inanabilir miyim?

-Elbette canım… Aslında, Bursa kolorduya metelik vermiyor. Hadi buyurun hazırsanız…

-Yanımıza birkaç silahlı alsak… Hayır, başıbozukluklardan değil… erlerden…

-İstemez… Pusuya düşmemeye çalışırız. Düşersen bahtımıza… Kalabalığa çatarsak bizi birkaç er kurtaramaz, nasıl olsa…

-Haklısın kardeşim…

Hayvanlara binmek için aşağıya inerlerken insanlar gene kendilerini duvarlara çarparak dehşet içinde toparlanıp korkunç komutanı selamlamışlardı. Cemil, ölüme gittiğini sandığı halde, hiç direnmeyen, eli ayağı kesilmiş adamın, çevresini hala nasıl korkuttuğunu düşünüyor, içinde debelendikleri karışıklığın, insanları ne acıklı çelişmelerle yerden yere vurduğuna şaşıyordu.

Kör Şaban’ın önüne getirdiğini atına bineceği sırada bir teğmen koşarak bir telgraf getirdi. Bursa’dandı. Selahattin yalnız ikisi arasında kararlaştırdıkları şifreyi yazmıştı. Osman Beyden izin isteyerek yukarı çıktı. Şifreyi çözdü. “Ankara kesin kararı verdi. Birkaç güne kadar, Refet Bey, Konya’daki 12. Kolordu komutanı Fahrettin Beyin üstüne yürüyor, Demirci Efe kuvvetleriyle…”

Cemil, kağıdı alışık bir hareketle ağır ağır yırttı. Evet, gülle gibi döne döne, akıl almaz bir karışıklığın tam ortasına gidiyorlardı. Bir kolorduya komuta eden bir kurmay albayı yola getirmek için bir soyguncuyu kullanmak zorunda kaldıklarına göre, içinde debelendikleri karışıklığı oturup enine boyuna yeni baştan incelemek lazım geliyordu.

Yüzüne kuşkuyla bakıp “Ne var?” diye soran Yarbay Kasap Osman Beye, “Yok bi şey… Selahattin sağlığımızı soruyor” deyip hayvana atladı.

Bursa’ya kadar, cigaranın birini söndürüp birini yakarak hep düşünmüş, düşündükçe de aklı büsbütün karışmıştı.

*Yorgun Savaşçı, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı konu alan bir romandır. Cephenin ateşine ve savaşlardan “yorgun” düşmüş askerlerin son kahramanlıklarına tanık oluruz. Roman kişilerinden Cehennem Yüzbaşı’nınki gibi.

KAYNAKÇA: N. Çelik, “Kemal Tahir İçin Bir Biyografi Çalışması”, Türkiye Defteri, Nisan 1974, s. 17-50; A. Kabaklı, Türk Edebiyatı, c. 5; Önertoy, 91-100; H. Dosdoğru, Batı Aldatmacılığı ve Putlara Karşı Kemal Tahir, İst., 1974; T. Timur, Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, İst., 1991; G. Aytaç, Çağdaş Türk Romanları Üzerine İncelemeler, Ank., 1990; Moran, II, 130-181; H. Refiğ-M. Kutlu, “Demir, Kemal Tahir”, TDEA, II, 231-235; Hazar, 42; H. Refiğ, Gerçeğin Değişkenliği. Kemal Tahir, İst., 2000; İ.Bozdağ, Kemal Tahir’in Sohbetleri, İst., 2003; U.Özcan, E.Eğribel, Kemal Tahir’in 30. ölüm Yıldönümü Anısına, İst., 2003; N.Çelik, G.Avcı, Biyografya 4: Kemal Tahir, İst., 2004

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Paylaş