HAYATI

1884 yılında İstanbul’da, Beşiktaş’ta dünyaya geldi. Babası, II. Abdülhamit’in “ceyb-i hümayun başkatibi” olan Mehmet Edip Efendi, sonradan ittihatçıları da desteklemiş, Yanya, Bursa, Antalya, reji idaresi müdürlülerinde de bulunmuştu. Annesi Fatma Bedrifem Hanım, Halide Edip küçük yaşlarda iken ölmüş, babası yeniden evlenmişti. Küçük Halide, babası ile dedesinin evleri arasında, lala ve dadılar elinde büyümüştü. Doğduğu evi ve evinin bulunduğu mahalleye bağlı çocukluğunu “Mor Salkımlı Ev” adındaki anılar kitabında uzun uzadıya tasvir eder.

Halide Edip, henüz beş yaşında iken Yıldız Yeni Mahallesi’nde Kira Eleni çocuk yuvasına gönderildi. Burada Rumca öğrendi. Sonra mahalle okuluna törenlerle başlatıldı. Ayrıca özel bir hoca tutuldu. Büyükbabası ve babasının evlerinde eline geçen kitapları karıştırdığı gibi hizmetçilerden masallar dinleyerek ve Lala Ahmet Ağa’nın okuduğu dini halk destanlarını dinleyerek, çok erken bir yaşta roman ve öykülere karşı ilgi duymaya başladı.

Yedi yaşında iken yaşı büyütülen Halide Edip, bu sırda Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’ne verildi. Kısa bir aralıktan sonra 1901’de bu okulda orta eğitimini tamamladı. Bu aralıkta İngilizce ve Arapça dillerini öğrendiği gibi, filozof Rıza Tevfik’ten Fransızca dersleri alarak Fransızca öğrendi. Halide Edip, henüz kolejden mezun olmadan önce, 1897’de İngilizceden “Mader” adı ile küçük bir kitap da çevirmiş ve bu kitap basılmıştı.

Halide Edip, kolejin son sınıfındayken özel dersler aldığı, o yılların ünlü matematikçilerinden olan Salih Zeki ile evlendi. Okuma isteğiyle o sıralarda tartışmalara karışan Fransız yazarlarından Emile Zola ve Alphos Daudet’i okuyordu. Halide Edip, sonraki yıllarda kaleme alacağı kitabı “Mev’ud Hüküm” adlı yapıtını Emile Zola’ya hitap edecekti.

Halide Edip’in bu ilk evliliği kocasının çalıştığı Rasathane’de geçiyor; o sırada yazılarında Halide Salih imzasını kullanıyordu. İlk oğlu Ayetullah 1903’te, ikinci oğlu Hikmetullah ise ondan bir yıl sonra 1904’te dünyaya geldi.

Halide Edip, ilk yazılarını, 1908’de Meşrutiyet’in ilanından sonra “Vakit”, “Akşam”, “Tanin” gazetelerinde, “Musavver Muhit”, “Şehbal” ve “Yeni Mecmua” dergilerinde yayımladı. Bu sırada Tanin gazetesinde çıkan yazıları softalar tarafından beğenilmediğinden “31 Mart Olayı” sırasında öldürülecekler listesinde onu da adı bulunmaktaydı. Bu durumdan zamanında haberdar olan Halide Edip, önce Üsküdar Sultanisi’nde bir tekkeye, sonra da Amerikan Koleji’ne sığındı. Daha sonra çocuklarıyla birlikte bir İngiliz gemisine binerek Mısır’a kaçtı. Dostlarından Miss İsabel Fraye’nin daveti üzerine, oradan İngiltere’ye geçti. Ancak tehlike atlatıldıktan sonra, 1909’da İstanbul’a dönebildi. İstanbul’a dönüşünden bir yıl sonra 1910’da daha önce hazırlıkları yapılmış olan ilk romanı “Seviyye Talip” yayınlandı.

İstanbul’a döndükten bir yıl sonra, kocası Salih Zeki’den ayrıldı. 1910 yılı içinde Kız Öğretmen Okulu’na, daha sonra da İstanbul Kız Lisesi’ne öğretmen oldu. Bir süre sonra vakıf kız okulları müfettişliği görevine getirildi. Halide Edip, Balkan Savaşları sırasında bir grup arkadaşı ile birlikte “Teali-i Nisvan” derneğini kurdu. Bu dönemde ayrıca Türk Ocağı’nın toplantılarına katılıyor, Ziya Gökalp çevresinde toplanan Milli Edebiyat grubu yazarları ile tartışıyor, sohbetlerde bulunuyordu. Balkan Savaşı sırasında, bir aralık İngiltere’ye giden Halide Edip, 1912’de bu çevrenin düşüncelerinden etkilenerek “Yeni Turan” romanını yazdı.

1910-1916 yılları arasında Halide Edip’i, dernekler, okullar, parti çevresindeki toplantılarla meşgul oldu. Cemal Paşa’dan aldığı bir davet üzerine, yeni okullar açmak, gerekli örgütü kurmak üzere Lübnan’a gitti. Burada kız okulları genel müfettişi olarak çalışı. Lübnan’da iken 29 Nisan 1917’de vekalet yolu ile Adnan Adıvar’la evlendi.

Savaş sonunda İstanbul’a dönen Halide Edip, yenilginin getirmiş olduğu İstanbul’un işgalini yaşamak zorunda kaldı. Yunanlıların İzmir’e asker çıkarmaları üzerine başlayan gösterilere ve direnme hareketlerine katıldı. İstanbul’da birbiri ardına yapılan açık hava protestolarının en büyüğü olan Sultanahmet Mitingi’nde büyük bir kalabalığını karşısına çıktı ve halkı coşturan bir konuşma yaptı. Mütareke yıllarında bir süre İstanbul Darülfünun’da Garp Edebiyatı derslerini okuttu.

Halide Edip, 19 Mart 1920’de kocası Adnan Adıvar ile birlikte Milli Mücadele’ye katılmak üzere Anadolu’ya geçti. Üsküdar-Kocaeli karayolundan ve Adapazarı üzerinden Gevye’ye, oradan da trenle 2 Nisan 1920’de Ankara’ya ulaştılar. Bu dönemde Halide Edip, Genelkurmay Karargahı’nda yazı ve çeviri işleri ile ilgilendi. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı sıralarda, İstanbul hükümetinin ve Kürt Mustafa Divanıharbi’nin verdikleri idam kararı ve fetvasından Halide Edip’in de adı geçmekteydi.

Halide Edip, Kurtuluş Savaşı’nın çeşitli aşamalarını, Ankara’nın sıkıntıları ve yokluklar içinde kıvrandığı çetin günleri, sonra birbirinin peşi sıra başarılar ve zaferlerin getirdiği sevinçli günleri, kocası ve ülkü arkadaşları ile birlikte yaşadı. Cepheleri dolaştı. Bir süre de Kızılar hastanelerinde hastabakıcı olarak çalıştı. Yazar, bu dönemki anılarını 1962’de yayımlanan “Türkün Ateşle İmtihanı” adlı romanında anlattı.

30 Ağustos 1922’de, Zafer’den sonra ordunun peşinden o da İzmir’e ulaştı. Sonra kocası ile birlikte İstanbul’a döndü. Kocası Adnan Adıvar’ın “Terakkiperver Fırkası”’nı kurduğu sırada iktidar çevresinden uzak kaldılar. İzmir Suikastı sırasında yapılan incelemenin “gayrimemnunlar” ve “muhalifler” çevrelerine genişletildiği sırada yapılan geniş ölçüdeki tutuklamaları daha önceden haber almaları üzerine, 1923’te Adnan Adıvar’la birlikte bir İngiliz gemisine binerek Türkiye’den kaçtılar. Sonraki yıllarda suçsuzlukları mahkeme kararı ile ispatlanmış olmasına karşın geriye dönmediler. Önce dört yıl İngiltere’de, sonra da on yıl kadar Paris’te yaşadılar. Bu ülkelerde üniversite çevrelerinde konferanslar verdiler. Sonra ABD’ye giderek Kolombiya, Yale, Michigan gibi pek çok üniversitede konferanslar verdiler. 1935’te Hindistan’da Delhi Üniversitesi’ne dahil edilen Halide Edip, burada konuk profesör olarak sosyal araştırmalar yaptı.

Halide Edip, 1938’de Atatürk’ün ölümünden sonra kocası Adnan Adıvar ile birlikte yurda döndü. 1939’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne profesör olarak tayin edildi. İlk baskılı İngilizce olarak çıkan Sinekli Bakkal romanı 1942’de CHP’nin yarışmasında birincilik ödülünün sahibi oldu. Bu roman sonraki yıllarda pek çok yabancı dile çevrildi ve yeni baskılar yaptı. Halide Edip, 1950 seçimlerinde bağımsız İzmir vekili seçildi. Bir süre sonra kocası ile birlikte bu görevinden ayrılarak İstanbul Üniversitesi’ndeki kürsüsüne döndü.

Halide Edip Adıvar’ın yapıtlarından Ateşten Gömlek (yön. Muhsin Ertuğrul, 1923; yön. V. Ö. Bengü, 1950), Vurun Kahpeye (yön. L. Ö. Akad, 1949; yön. O. Aksoy, 1964; yön. H. Refiğ, 1973), Yolpalas Cinayeti (yön. M. Erksan, 1955), Döner Ayna (yön. Ş. Sırmalı, 1964) ve Sinekli Bakkal (yön. M. Dinler, 1967) filme alındı.

Kocası Adnan Adıvar’ın 1954’te ölümünde sonra evine çekilen Halide Edip, bu dönemde hastalıklarda bulduğu aralıklarda yeni romanlarını kaleme aldı. 9 Ocak 1954’te yaşama veda etti ve ertesi gün Merkezefendi Mezarlığı’nda kocası Adnan Adıvar’ın yanında toprağa verildi.

EDEBİ KİŞİLİĞİ

Halide Edip Adıvar, daha çok genlik yıllarında bazı dergilerde yazılar yayımladığı halde adını II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Tanin gazetesinde yayımlanan yazıları ile duyurdu. Yazar, daha çok bir romancı olarak ün kazandı. 1908’den başlayarak dönemin tanınmış gazete ve dergilerinden Şehbal, Mehasin, Resimli Kitap, Büyük Mecmua, Vakit, Akşam, Türk Yurdu ve Hakimiyet-i Milliye’de pek çok makale, deneme ve öykü yayımladı. Ondan önce bir gençlik hevesi olarak başlayan roman yazma arzusu, giderek ihtirasları ve geniş kültürü ile birleşerek kısa zamanda büyük bir gelişme göstermiştir. İlk yapıtlarında daha çok kadın psikolojisi, aşk ve mutsuzlukla sonuçlanan evlilikler üzerine duran Halide Edip, Milli Mücadele sırasında Anadolu gerçeği ile karşılaştıktan sonra toplumsal sorunlara eğilmeye başlamıştır.

Kendi romancılığı hakkında “Büyük mevzular aklıma kolayca gelir. Ben iki türlü yazıcıyım: Bir romancı, bir de küçük hikaye, küçük şiir muharriri. Romancılıkta mutlak zihnimde mevzunun planını yaparım. Bütün vekayi tekerrür eder” diyen Halide Edip, bütün büyük romancılar gibi, romanlarında canlandırdığı karaktere hakim bir romancı kimliğindedir. Ancak onun ilk romanlarında canlandırdığı hayat sahneleri ve konular gerçek olmaktan çok, yazarın kafasında şekillendirdiği, daha doğrusu idealize edilmiş sahneler ve tiplerdir. Halide Edip Adıvar’ın romancılığının en karakteristik özelliği, Handan’dan Sara’ya, Zeyno’dan Rabia’ya kadar bütün kadın kahramanların ruhlarının en derin noktalarına kadar tahlil edebilmesidir.

Halide Edip’in romanlarında oldukça kalabalık bir şahıs kadrosu bulunmaktadır. Bunların arasında Şişli sosyetesinden tatlı su Frenklerine, köy ağalarından öğrenimini ABD’de ve İngiltere’de yapmış salon sosyalistlerine, burjuvalardan Batı kültürünü tam olarak hazmetmiş genç aydınlara, yobaz, tutucu din adamlarından naif Müslümanlara ve Mevlevilere, idealist öğretmenlerden çete mensuplarına, fakir ve mütevekkil Anadolu halkınsan saraylılara kadar pek çok insanla karşılaşılır. Halide Edip’in romanlarının kronolojik bir biçimde Türkiye’nin geçirmiş olduğu toplumsal ve siyasal olayların da bir bakıma tarihçesi gibidir. Romanda ele alınan dönem itibari ile Cumhuriyet’in ilanından sonra kaleme alınan Sinekli Bakkal’ı başa alırsak Handan, Yeni Turan, Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye, Tatarcık ve Sonsuz Panayır çizgisi ister istemez Osmanlı Devleti’nin II. Abdülhamit döneminden başlayarak II. Meşrutiyet, Balkan ve I. Dünya savaşları ile Anadolu’nun ve İstanbul’un işgali, Milli Mücadele hareketi ve Cumhuriyet Türkiye’sine uzanan, Türk toplumunun daha çok büyük şehir çevresindeki hayatını anlatan bir görünümdedir.

Doğu-Batı sorununu çağdaşı pek çok yazar gibi, Halide Edip’in de yapıtlarının da temel konularındandır. Bu gerçeği çocukluğundan başlayarak bizzat kendi hayatında yaşayan yazarın daha ilk eserlerinden itibaren bu konuya ilgi duyduğu görülür. Batılılaşma, ilk eserlerinde basit, hatta biçime ilişkin bir sorunken, özellikle 1912’de yayımlanan Handan romanından sonra hemen hemen tüm eserlerinin hareket noktasını oluşturur. Onun yapıtlarını bu tarzda kronolojik sıra ile okunduğunda, Batılılaşma çabalarının giderek nasıl değişik boyutlara ulaştığını, bu süreç içinde toplumun farklı tabakalarında gelenek, görenek ve inançlar bakımından nasıl bir buhrana yol açtığını belirlemek mümkündür. Türkiye’deki Batılılaşma çabalarının ortaya çıkardığı yeni durumlar, Halide Edip’in daha sonraki eserlerinde daha değişik bir Batılılaşma anlayışını benimsemesine yol açmıştır. Onun Yeni Turan romanından başlayarak benimsenmiş olduğu yeni ideolojinin adı milliyetçiliktir. Raik’in Annesi ve Seviye Talip romanlarında yozlaşmış Batıcı tiplerle yerli değerleri temsil eden tipler karşı karşıya getirilirken, aslında yazarın benimsediği herhangi bir kahraman yoktur. Bu romanların arkasından gelen Handan’da, ihtilalci bir tip olan Nazım ve onun fikirleri ile yetişen Handan yer yer idealleştirildiği halde,  yazar aslında onları da beğenmez. Halide Edip’in asıl benimsediği ve idealleştirdiği tip, Balkan Savaşları sırasında yazdığı Yeni Turan’ın erkek kahramanı Kaya ile kadın kahramanı Ayşe’dir.

Halide Edip’in Balkan Savaşı’ndan sonra kaleme aldığı eserlerinde yer yer Türkçülük, yer yer milliyetçilik anlayışının yoğun biçimde yer aldığını dikkati çeker. Yazarın hemen hemen bütün eserlerinde kadın kahramanların daima ön plana geldiği ve zaman zaman kendi hayatından da kuvvetli izler taşıdığı görülür. Genellikle yazar tarafından idealize edilmiş, kendisini hatırlatan bu tür kadın kahramanlar Batı kültürü ile yetişmiş olup Batılılara özgü davranışlar sergilerler. Halide Edip’in romancılığının en önemli yanlarından biri, kadın ruhunu ve duygularını oldukça başarılı bir şekilde tahlil etmesidir.

Cumhuriyet dönemini Türk edebiyatının en önemli romanlarından biri kabul edilen ve 1942’de CHP Roman Ödülü’nü kazanan Sinekli Bakkal, II. Abdülhamit dönemi İstanbul’unun ir nevi panoraması niteliğindedir. Olayların Aksaray’da eski gelenek ve göreneklerin yaşanmaya devam ettiği köhne bir sokakta geçtiği romanda, dönemin Ramazan geceleri, mevlit törenleri, Mevlevi düşüncesi, Karagöz oyunu, tulumbacılar ve Hıdırellez eğlenceleri gibi çeşitli folklorik ve kültürel unsurların bir arada anlatılmasıyla bir bakıma Batı dünyasına Doğu’nun ilgi çekici yönleri gösterilmeye çalışılmıştır. Romanda, İtalyan asıllı müzik hocası Peregrini’nin içinde yaşadığı çevrenin de etkisi ile Müslüman olması ve Sinekli Bakkal Sokağı’nın Kuran ve mevlit okuyan güzel sesli kızı Rabia ile evlenmesi, Halide Edip’in, Doğu’nun pek çok yönden Batı’dan üstün olduğunu ispatlamak amacı ile yaptığı bir kurgu olarak yorumlanmıştır. Burada Peregrini ile Mevlevi Vehbi Dede’nin karşı karşıya getirilmesi, yazarın farklı iki medeniyeti yan yana getirme çabasının bir sonucudur. Rabia ile Peregrini evlendikten sonra İstanbul’un Şişli ya da Nişantaşı gibi zengin muhitleri yerine Sinekli Bakkal Sokağı’nda Rabia’nın dedesinden kalma eve yerleşmeleri de anlamlıdır. Anak yazarın Doğu-Batı bireşimi konusunda asıl teklifi bir sonraki kuşakta, Tatarcık romanının kahramanı Recep’te daha belirgin bir şekilde ortaya çıkacaktır.

Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki olayları anlattığı yapıtlarında Türk ulusunun düşman karşısındaki olayları karşısındaki olağanüstü direnme gücünü ortaya koyan yazar, çocukluk günleri ile genç kızlık dönemini, hemen hemen hiçbir ayrıntıyı atlamadan Mor Salkımlı Ev adlı anı kitabında anlatmıştır. Milli Mücadele günlerine ilişkin olan ve özellikle Hacı Fettah tiplemesi ile birçokları tarafından eleştirilen Vurun Kahpeye romanında bazı yobaz din adamlarına karşı sergilediği olumsuz bakışa rağmen, yazarın ulusal ve manevi değerler konusunda son derece titiz davrandığı ve genellikle muhafazakar bir tavır sergilediği dikkat çekmektedir. Sonsuz Panayır, Döner Ayna ve Çaresiz gibi hayatının son yıllarında yazdığı ve sanatı açısından önceki romanlarından daha başarısız bulunan yapıtlarında ise değişik konuları farklı ve yeni bir bakış açıları ile dile getirmiştir.

ESERLERİ

Roman:

  • Râik’in Annesi, (Resimli Roman dergisi) 1909 (İst.: İkbal, 1924)
  • Seviye Talip, Bursa: Hüdavendigâr Vilayeti Mtb., 1910
  • Handan, İst.: Tanin Mtb., 1912; Son Eseri, 1912
  • Yeni Turan, İst., 1913; Mev’ud Hüküm, İst.: Ayyıldız Mtb., 1918
  • Ateşten Gömlek, İst.: Teşebbüs Mtb., 1923
  • Kalp Ağrısı, İst.: Vakit Mtb., 1924; Urun Kahpeye, İst.: Halk, 1926
  • Zeyno’nun Oğlu, İst.: Halk, 1928
  • Sinekli Bakkal, İst.: Ahmet Halit, 1936
  • Yolpalas Cinayeti, İst.: Ahmet Halit, 1937
  • Tatarcık, İst.: Ahmet Halit, 1939
  • Sonsuz Panayır, İst.: Remzi, 1946
  • Döner Ayna, İst.: Ahmet Halit, 1954
  • Âkile Hanım Sokağı, İst.: Ahmet Halit Yaşaroğlu, 1958
  • Sevda Sokağı Komedyası, 1959
  • Çaresaz, 1961
  • Hayat Parçaları, İst.: Remzi, 1963
  • Kerim Usta’nın Oğlu, İst.: Atlas, 1974

Öykü:

  • Harab Mâbedler, İst.: Ahmet İhsan Mtb., 1910
  • Dağa Çıkan Kurt, İst.: Evkaf-ı İslamiye Mtb., 1338/1922
  • İzmir’den Bursa’ya, (öyküler, mektuplar ve Yunan ordusunun sorumluluğuna ilişkin bir inceleme; Yakup Kadri, Falih Rıfkı ve Mehmet Asım’la birlikte; yapıtta H. E. Adıvar’ın üç öyküsü yer almaktadır) 1922
  • Kubbede Kalan Hoş Sadâ, 1974

Anı:

  • Memoirs of Halide Edib, Londra, 1926
  • The Turkish Ordeal, Londra, 1928
  • Türkün Ateşle İmtihanı, 1956 (The Turkish Ordeal’ın Türkçe yayımı)
  • Mor Salkımlı Ev, İst.: Atlas, 1963 (Memoirs of Halide Edib’in Türkçe yayımı)

Oyun:

  • Kenan Çobanları, İst.: Orhaniye Mtb., 1918
  • Maske ve Ruh, (İst.: Remzi, 1945?) 1937

İnceleme:

  • Talim ve Terbiye, İst.. Tanin Mtb., 1911
  • Turkey Faces West, Yale, 1930
  • Conflict of East and West in Turkey, Lahore, 1935
  • Inside India, Londra, 1937
  • İngiliz Edebiyatı Tarihi, 3 c., İst.: İÜEF, 1940, 1943, 1949
  • Üniversite Kafası ve Tenkit, 1942
  • Edebiyatta Tercümenin Rolü, İst.: Kenan Mtb., 1944
  • “Sana Rey Veriyorum” Hakkında, İst.: Türk Tiyatrosu Dergisi, 1951
  • Türkiye’de Şark-Garp ve Amerikan Tesirleri, İst.: Doğan Kardeş, 1955
  • Doktor Abdülhak Adnan Adıvar, İst.: Ahmet Halit Yaşaroğlu, 1956

Çeviri:

  • Mâder (J. Abbot), 1897
  • Talim ve Terbiye, 1911
  • Babür Han, 1919
  • Gizli Belde, (kimden çevrildiği belli değil) İst.: Halk, 1928
  • Hamlet (Shakespeare; V. Turhan ile), 1941
  • Nasıl Hoşunuza Giderse (Shakespeare), 1943
  • Coriolanus (Shakespeare), 1945
  • Antonius ve Kleopatra (Shakespeare; Mîna Urgan ile), 1949
  • Osmanlı Şiiri Tarihi (E. J. W. Gibb), c. I
  • Hayvan Çiftliği (G. Orwell), 1954
ESER ÖRNEKLERİ
SİNEKLİ BAKKAL

“Bu dar arka sokak bulunduğu semtin adını almıştır:

Sinekli Bakkal.

Evler hep ahşap ve iki katlı. Köhne çatılar, karşıdan karşıya birbirinin üstüne abanır gibi uzanmış eski zaman saçakları. Ortada baştanbaşa uzanan bir aralık kalmış olmasa, sokak, üstü kemerli karanlık bir geçit olacak. Doğuda batıda, bu aralık renkten renge bir ışık yolu olur. Fakat sokağın yanları her zaman serin ve loştur.

Köşenin başında durup bakarsanız: her pencerede kırmızı toprak saksılar ve kararmış gaz sandıkları görürsünüz. Saksılarda al, beyaz, mor, sardunya, küpe çiçeği, karanfil. Gaz sandıkları da öbek öbek yeşil fesleğen ile dolu. Ta köşede bir mor salkım çardağı altında civarın en işlek çeşmesi vardır. bütün bunların arkasında tiyatro dekorunu andıran beyaz, uzun, ince minare.

Sürülü kafeslerin arkasında koca karı başları dizili. Arada dikişleri bırakır, pencereden pencereye bağıra bağıra dedikodu yaparlar. Sokakta, ayağı takunyalı, başı yazma örtülü, eli bakraçlı kadınlar çeşmeye gider gelirler. Saçları iki örgülü, kız çocukları kapı eşiklerinde sakız çiğner; çakşırı yırtık yalınayak, başı kabak oğlanlar kırık taşlar arasındaki su birinkileri etrafında çömelmiş, kağıttan gemi yüzdürürler.

Burası dünyanın herhangi yerindeki bir fukara mahallesinden çok farklı değildir. Bu geçitten ziyade toplantı yeri. Mahalleli orada muhabbet eder, konuşur, kavga eder, eğlenir. Hayatın orada geçmeyecek bir safhası yok gibidir. İhtiyarlar, vaktiyle, çeşme başında doğuran kadın bile olduğunu gülerek rivayet ederler.

Eğer bir yabancı durur, su dolduran kadınlarla ahbaplık ederse bir kınalı parmak ona mutlak yer gösterir. Biri Mustafa Efendi’nin “İstanbul Bakkaliyesi” öteki, arka pencereleri çeşmenin üstüne açılan İmamın evi. Birincisi sokağın ortasındaki evlerden birinin altına kara bir tavuk gibi gömülen dükkan, öteki sokağın biricik üç katlı binası. Gerçi kapısı öteki sokağa açılır,  fakat küçük Sinekli Bakkal onu benimsemek ister. Çünkü zengin fakir bütün civar halkı, ölüm, doğum, nikah gibi hayati meselelerde o eve gelmek mecburiyetindedir.

Mustafa Efendi herhangi meddahın tarif ettiği hasis tiryaki bir mahalle bakkalı, İmam şöyle bakılırsa herhangi bir mahalle imamına benzer, fakat hakikatte o kendinden başka kimseye benzemez.

Kirpi kılları gibi ayakta duran iki kadın kaş, içeriye çökmüş kömür gibi siyah, kor gibi yakıcı, burgu gibi keskin iki ufak göz. Burun uzun ve tilkivari. Kara sakal hayli kırlaşmış. Boyu kısa, vücudu cılızdır. Fakat beyaz sarığın kallavaliği, geniş latanın içine ağır ağır sallana sallana yürüyüşü ona hususi bir heybet verir.

İriyarı erkeklerin bile gıpta edeceği gür, kalın bir sesi vardır. vaiz eder gibi şedit bir talakatla konuşur, gündelik lakırdıları biraz kur’an okur gibi tecvitle söyler, her elif onun ağzında “dallin”deki elif miktarı çekilir.

Defin ilmühaberi, nikah izinnamesi almak için çekişe çekişe onunla pazarlık ederler, ona pinti imam, hasis imam der geçerler. Fakat küçük mescitte va’za devam edenler huzurunda biraz korku, biraz da rahatlık hissederler.

Eğer Sinekli Bakkal İmamı Abdülhamid’in teftiş devrinde gelmeyip de on dördüncü asırda gelseydi, gözlerinin ateşi akidelerinin korkunçluğu bilhassa üslubunun kudretiyle sürüleri başına toplayıp herhangi bir fikir peşinde sürükleyecek softa tiplerden biri olabilirdi.

Cemaate telkin etmek istediği (nas) lar bıçak gibi keskindir. İnsan için hayatta iki yol vardır: Biri cennete, biri cehenneme çıkar. Vaizlerinden imam ikinci yolu daha parlak, daha canlı olarak anlatır. Cehennemin bilmediği köşesi, ukubetin tarif edilemeyeceği şekli yoktur. Ona göre cehennem yolcuları zevke, cümbüşe düşen gafillerdir. Bunu böyle bir anlatır ki cemaatin gençlerinde derhal bu gafillere iltihak etmek hevesi uyanır. Cennet yolcuları bambaşka insanlardır. Gülmezler, oynamazlar, rahat etmezler ve kimseye rahat vermezler. Onlar için fiil kebairdendir. Cennet yolcularının suratları asık, kalpleri elem içinde, her an ahret düşüncesiyle meşguldürler. İyilik, kötülük düşüncesiyle, yoksullara yardım, yalan söylememek, kalp kırmamak gibi ahlaki kaidelere imam, va’zlarında hemen hiç meşgul olmaz. Onun dünyaya öğretmek istediği bir şey vardır: Hazza ve sevince, umum hayat tesellisine karşı dinmeyen bir kin, affetmeyen bir düşmanlık. İşte bunun için yolunun üstünde tebessümler dudaklarda donar, çocuklar çil yavrusu gibi dağılır.

Sinekli Bakkal sokağında daimi bir ahret havası yaratmak isteyen imam insanların günah temayüllerinin karşısında kendini aciz buldu. Mahalle halkı neşeli, gürültülü, bir düziye Allah yolundan şeytan yoluna kayan insanlarıdır. Fakat o meyus olacak hılkatte değildi.

*

İmam, karısını genç kaybetti ve bir daha dünya evine girmedi. Emine adlı bir kızından başka kimsesi yoktu. Bu, beyaz gergin tenli, pembe yanaklı, fare kapanı gibi sıksıkı kapanan ince dudaklı küçük kara gözlü bir kızcağızdı. Temiz, hamarattı, titizdi, mahalle çocuklarıyla oynamaya tenezzül etmezdi. Suratsızdı, gülmezdi, imamın akidesinin biricik timsali gibiydi. Fakat insanları ummadıkları yerden vuran aksi talih bir gün imama Emine’nin eliyle en acı bir darbe indirdi. Kız, on yedi yaşında iken, mahallede haylazlığı ile meşhur, zenne rolüne çıkan, Kız Tevfik lakaplı bir delikanlıya kaçtı. Esasen münasebetleri mektep sıralarında başlamıştı. İki çocuk aynı rahle önünde diz çökmüşler, aynı kalfa peşinde mektebe gitmişler ve başlanma aylarında “Şol cennetin ırmakları” ilahisini bir ağızdan söylemişlerdi. Dışı ve içi birbirine hiç benzemeyen bu iki çocuğu, tabiat, hesaba, mantığa sığmayan hikmetiyle birleştirivermişti.

Tevfik ta o zamanlarda uzun bacaklı, gürbüz, kestane rengi gözleri bir kız çocuğu gibi tatlı, kırmızı dudakları durmadan söyler, yaramaz, maskara bir oğlandı.

Yürüyüp söylemeye başladığı andan itibaren herkesin taklidini yapmış bütün mahalleyi güldürmüştü.

Dul annesiyle dayısı bakkal Mustafa Efendi’nin evinde yatar kalkardı. İhtiyarın bütün ısrarına rağmen ne bir yere çırak oldu, ne de bir sanata girdi. Bazı boş İstanbul sokaklarında sürter dururdu. Bütün havailikle beraber gene İstanbul’un hüdayinabit yetiştirdiği halk sanatkarlarının hususiyetlerini de gösteriyordu.

Sanatkarlık şöhreti, pek erken, dayısının bahçesinde ramazan geceleri karagöz oynatırken başladı. Bu işten oğlana cep harçlığı çıkacağını hesap eden Mustafa Efendi itiraz etmedi. Memulünden çok kolay kopardığı izni alır almaz Tevfik, tavan arasından eski mukavva kutuları sırtladı indirdi dükkandan beş on renkli kalem aşırdı; bir hafta mütemadiyen kesti biçti, boyadı, bir kağıttan bir alay sanatkar ortaya çıkardı. Hatta karagöz takımına bir iki yeni sima ilave etti.

Başlıcaları Mustafa Efendi’ye benzeten bir bakkal, imama benzeyen, yerden bitme koca sarıklı bir ihtiyar imam, bir de Emine’nin eşi küçük bir mahalle güzeli idi. Tevfik, perde kurup, şema yakıp          “Zıll-ü hayal” göstermekle başladığı gecenin haftasında çocuk seyircilerin arasında bir sürü yaşlı başlı adam peyda oldu. Haftanın bir gecesinde yalnız kadınlara oynayacak kadar mahallede rağbet kazandı.

Bakkal ile imam karikatürleri perdede belirince büyükler arasında hafif bir fısıltı başlıyor, mahalle güzeli çıkar çıkmaz, çocuklar ayaklarını yere vuruyor, “Emine’dir Emine” biye bir ezgi tutturuyorlardı.

On dokuz yaşında, Tevfik, kadın rolüne çıkan orta oyuncularının en meşhurlarından olmuştu. Oyun Çırpıcı çayırına gelince, mahalleli, ne yapıp yapıp onu seyre giderlerdi.

Erkekler kendisine pek yüz vermezlerdi. Ne de olsa semtlerine yetişmiş bir gencin, yüzüne ladenden ben koyup rastık, gözüne sürmek çekip kırıtması cinsi haysiyetlerine dokunuyordu. Fakat en ciddisi bile onun maskaralığına gülmekten kırılırdı. Hatta civarın kibar tarafından konağı olan Zaptiye Nazırı Selim Paşa da Tevfik’i görmeye gitmiş, şanına yaraşmayacak bir hafiflikle kahkahayı salıvermişti.

Aynı sene Tevfik, birbiri ardınca dayısını ve amcasını kaybetti. Birinden dükkan ve arkasındaki bostanımsı bahçe kaldı, ötekinden yüreğine bir türlü dolmayan bir boşluk, bir hüzün yerleşti. Bu iki hadise başka başka sebeplerle, esasen kafes arkasından, kapı aralığından devam ededuran Emine – Tevfik’in münasebetini körükledi. İstanbul Bakkaliyesi işlek bir dükkandı, işini bilen bir bakkal orada pek ala para kazanabilirdi. Emine’yi, bu pek düşündürdü. Esasen Tevfik’te gözü vardı. Bütün mütehakkim tabiatlar gibi o da balmumu gibi kalıptan kalıba giren Tevfik’te, ideal bir koca sezdi. Tevfik’in ağzından oyunculuğu bırakıp bakkallık edeceğine dair söz alır almaz imamın evinden kaçtı. İmamın burnunu kırmak için bu münasebeti körükleyen mahalleli, gençlere yardım etti. Nikahları başka bir mahallede kıyıldı. İmamın kızı Tevfik’in evine geldiği gün, mahalle huzurunda Emine’yi reddetti.

Tevfik oyunculuktan vazgeçmemiştir. Fakat bakkal dükkanına devrin orta oyunu sanatkarlarını toplamakta, gece yarılarına kadar onlarla vakit geçirmekte, intizamsız bir hayat yaşamaktadır. Emine ise intizamı, maddi menfaati çok seven dindar ve mutaassıp bir kadındır. Birbirine zıt olan bu iki tip anlaşamamış ve ayrılmışlardır. Emine babasının evine dönmüştür. Fakat Tevfik’ten bir kızı olmuştur. Bu, Rabia’dır.

Rabia, zamanındaki bütün akranları gibi, beş yaşında tabla dökmeye, kahve fincanı yıkamaya başladı. Yedi yaşında adam akıllı ev işi gören bir kızdı. Hele büyük babasının hizmetine hep o bakardı. Bunlar Sinekli Bakkal’da her kız çocuğu için tabii olan şeylerdi. Rabia’yı öteki çocuklardan ayıran şey, imamın tesirine bu kadar erken maruz olmasıydı.

Başka çocuklar, o yaşta nasıl bayram salıncağı, kukla ile aşina iseler, Rabia da o kadar cennet ve cehennem denilen yerle aşina idi. İmam Hacı İlhami Efendi torununa iki yeri kendisine göre bütün hususiyetleriyle tanıttı. Cehennem onda daha derin bir alaka uyandırdı. Büyük babası söylerken dişleri kilitlenir, arkası ürperirdi. Fakat gözlerini açar dinlerdi. Evvela imam, Dante’yi solda sıfır bırakacak bir dehşetle bu ukubet diyarını canlandırıyor, sonra babasının, ezeli yurdu, orası olduğunu, şüphe götürmez bir katiyetle söylüyordu. Kız, cehennemden korktu, fakat imamın tarif gittiği cenneti de pek cazip bulmadı. Muhayyilesinde, ortasından sessiz bir dere geçen bir çayırlık canlanıyordu, orada büyük babasına benzer kocaman sarıklı, asık suratlı imamlarla, annesine benzer yaman yaman yüzlü kadınları el ele vermiş, sabahtan akşama kadar, makamı insana uyku veren bir ilahi söylediklerini görüyordu. Dimağının ilk tasavvufları bu kadar çetin olan bu küçük kız, hayatının ilk senelerini etrafı memnuat duvarlarıyla çevrilmiş böyle bir muhitte geçirdi. Belki bundan dolayı çocukluk hülyalarını kafasında saklamaya, yüzünün ifadesine kadar hakim olmaya, yani iradesini kendi kendisine terbiye etmeye mecbur oldu. Bu devirde muhitine bir tek isyanı oldu. O da “bebek” dikmeyi “suret halk etmeye” müsavi bir günah addeden büyük babasının emirlerine rağmen, mısır püskülünden yapılmış uzun saçlı, mavi boncuk gözlü, bir tek kırmızı boncuktan ağız konulmuş bir bez dikmesi ve saklaması oldu. Emine’nin keskin gözleri bu günahını keşfedince büyük babasıyla karşı karşıya geldi. Hacı İlhami Efendi’nin mektep hocalığı günlerinden kalma değnekle ilk ve son dayağı seneler geçtikçe unuttu. Fakat bebeğin çamaşır kazanının altında yanışını unutmadı. Sarı mısır püsküllerinin büzülüp yanması, mavi boncukların beyaz bezden ayrılması, ona sahiden bir çocuk yanıyormuş hissini verdi. Boğazında acı bir yumru, gözleri kupkuru, yüzükoyun mutfağın taşlarına kapandı, uludu.

Bu meşhur vakadan sonra anasının ve büyük babasının şikayet edebileceği bir yaramazlık yapmadı. Artık etrafındaki kuvvetleri, ölçmüş, kendi aczini sezmişti. O kadar uslu oldu ki, mahallede her ana kızına nümune diye gösteriyordu. Nefsini müdafaa için etraflarının rengini alan kuşlar ve böcekler gibi o da yüzünü, tavrını ve sesini, muhitinin gülmeyen, eğlenmeyen sıkıntılı ifadesine uydurmuştu.

Hacı İlhami Efendi, Emine – Tevfik macerasından ağzı yandığı için torununu mahalle mektebine göndermedi. Rabia’nın ilk tahsilini kendi eline aldı ve kızın derhal bir bambaşka mahluk olduğunu anladı. Namaz surelerini bu kadar çabuk ezberleyen bir hafız henüz görmemişti. Bir taraftan da Emine çocuğun bir defa işittiği bir şarkıyı tatlı ve yaşına göre kalın bir sesle iş görürken söylemesine dikkat etti. Baba kız aralarında düşündüler, taşındılar, kızı hafız yapmaya karar verdiler. İmam İstanbul’da hafız yetiştirmekte meşhur değil miydi?

Bir zaman Rabia her sabah büyük babasının önünde küçük bir rahleye diz çöküyor, zayıf elleri dizlerinde, büyük bal rengi gözleri imamın gözlerinde iki tarafa sallana sallana Kur’anı ezberliyordu.

Evvela bilmediği bir lisanda bu kadar uzun ezberleme ona biraz güç geldi. Fakat bu da çabuk geçti. Arap dilinin ahengi, tilavetin icab ettirdiği yarım seslerden geçen makamların tesiri, ayet sonlarında hummalı bir nabız gibi sesin son heceye vuruşu, bunlar hep ona gaşyeden bir musiki heyecanı verdi. Yeşil benekli altın gözlerini duman bürüyor, ince yüzü sararıyor, dudakları kuruyor, ta kalbe giden pürüzsüz sesi, şelaleden dökülür gibi ahenk döküyor ve küçük vücudu bu ahenge uyarak geniş zaviyelerde yandan yana, önden arkaya bir saat rakkası intizamıyla sallanıyor, sallanıyordu.

Tevfik’in kızı on bir yaşında hıfzını dinletti ve İstanbul’un en küçük, fakat latif üsluplu ve en yanık sesli hafızı olarak tanındı. Büyük mevlitlere aşir ve ilahi, salatin camilerine Ramazanda mukabele için büyük ücretlerle çağırılıyordu.

İlk Ramazanda imamın iki senede kazamadığı parayı kazanıverdi. Hacı İlhami Efendi sevincinden ellerini ovuşturuyordu, her yerde kızın Tevfik’ten ziyade kendisine çekmiş olduğunu iftiharla anlatıyordu. Bu günlerde Rabia da memnundu. Camilerde etrafına yığılan cemaatten, sesinin uyandırdığı heyecandan, bilmeyerek, muvaffak olan bir sanatkar hazzı duyuyordu.

İlk muvaffakiyeti ve tanınması, Valide Camisi’nde olmuştu. Selim Paşa’nın karısının dikkatini de orada mukabele okurken celbetti.

Rabia zerzevat sepetini sallaya sallaya sabahleyin Sinekli Bakkal sokağına saptı. Bir solukta sokağın ortasına vardı, dükkanın karşısına dikildi. ‘İstanbul Bakkaliyesi’ levhası yenilenmişti ve dükkanın kapısında biri durmuş, başını kaldırmış levhaya bakıyordu. Acayip bir mahluktu. Bir çocuk gibi, fakat kılığı çocuk değil. Arkasında pembe bir cübbe, başında abani bir sarık… Arkasında ayak sesi duyunca birdenbire döndü ve Rabia orta yaşlı bir cüce ile burun buruna geldi. Buruşuk yüzünde tabii komikliklerin mahzun gözleri vardı.

-Tevfik, müşteri geldi!

İçeriye seslendi. Uzun boylu bir adam, basık yapıdan geçebilmek için başını eğdi ve o eski sokakta beklemediği sevimli, küçük müşteri ile yüz yüze geldi. Altın gözlerin yeşil mevceleri parıl parıl yanıyor, beyaz örtünün içindeki ince yüz, Tevfik’in izah edemeyeceği bir heyecanla kıpkırmızı olmuştu.

Dükkandan çıkıveren bu adama Rabia derhal ısınmıştı. Sıcak kestane rengi gözlerini dikmiş, uzun kumral bıyıklarının altından güzel ağızla o da beraber gülüyordu.

-‘Daha dükkan pek hazır değil ama, zarar yok. Buyurun bakalım, küçük hanım. Bir siftah edelim. İnşallah ayağınız uğurlu gelir.’

Rabia, fasulye ve soğan taşan sepeti kaldırdı, gösterdi:

-‘Bu sabah alışveriş bitti’

-‘Yarın sabah bizden alırsınız’

-‘Her sabah, her sabah’

Çocuğun sesindeki garip heyecan Tevfik’i biraz şaşırttı. Hafızasında bir kasırga esti. Bu kız kime benziyordu? Emine’ye… Gerçi dudakları kısık, gözleri küçük değil amma, yüzünün darlığı teninin pürüzsüzlüğü… Kendi kızı bu yaşta olmalı. Bekçi Ramazan Ağa’nın sesi, kulaklarında hala çınlıyor:

-‘Kızın çok büyüdü Tevfik! Hafız oldu’

-‘Babanın adı ne, kızım?’

-‘Kız Tevfik’

Birçok şey birden oldu. Cüce kapıya dayanmış, ağlıyordu. Tevfik, Tuna nehri gibi taşmıştı, tayfun gibi kızının etrafında dönüyor, kapıp kollarıyla kaldırıyor, dükkanda aşağı yukarı divane gibi dolaştırıyor, arada bir bırakıyor, biraz yüzüne baktıktan sonra tekrar kapıyor, nöbet gelmiş gibi sayıklıyor, ağlıyordu.

Biraz sükun bulunca, Rabia ile cüceyi, bir sabun sandığına oturttu, kendisi aralarında, bir kolu birinin belinde, bir kolu ötekinin omzunda ikisini birden sıkıyor, ikisini de sıra ile şapır şapır öpüyordu. Bu mesut badireden en kendisine hakim olan yine Rabia idi.

Tevfik’in çocuk ruhu, cücenin çarpık ve biçare vücudu, hacet isteyen, sevgi bekleyen iki zavallı kimsesiz… Rabia, ikisine de birden sahip çıktı.

Tevfik oturur oturmaz, sürgünde geçen hasret ve gurbet yıllarını anlatmaya başladı. Sırasız ve karmakarmaşık bir hikaye, fakat o kadar canlı ki, Rabia o yılları babasıyla geçirmiş zannediyordu. İlk senelerin sefaletinde birkaç para edinebilmek için pazar yerlerinde halkı eğlendirmiş, bazen yapayalnız, kafasını sokacak bir damdan mahrum, ekmekçi dükkanları önünde gözleri ve ağzı sulanarak aç ve avare dolaşmış.

Hikayesinin bu kısmıyla kızın şen gözleri yaşardığını gören Tevfik, sergüzeştinin başka bir kısmına atladı.

-‘Zati Bey, Gelibolu’ya mutasarrıf olunca, sürgünlerin yüzü güldü. Ben derhal yanına kapılandım, başımı bir yere soktum, sırtım esvap, midem sıcak yemek buldu. Fakat hepsini alnımın teri ile kazandım ha! Evin içinde de, dışında da gece gündüz çalıştım.’

-‘Ne iyi adam, Allah razı olsun, fakat padişahtan korkmadı mı?’

-‘Ne bileyim, şekerim. Öteki sürgünler mahsus yapıyor, dediler. Güya sürgünlere iyi muamele ederse, ‘con’lardan olacak diye korkar, ona memuriyet verirmiş. Güya İstanbul’da daha evvel yüksek bir memurmuş, mutasarrıflık bir nevi sürgünlükmüş… Miş miş miş. Anlarsın ya, işin içinde iş.’

Tevfik, bu karışık lakırdıları daha iyi anlamak için bir de göz kırptı amma, Rabia gene bir şey anlamadı. Bununla beraber lakırdı kesilmesin diye, anlamış gibi başını sallıyordu.

-‘Gündüz tulumbadan su çeker, çocukları mektebe götürür getirirdim, zerzevat bile ayıklardım. Fakat gece oldu mu, haydi yemiş bahçelerine.. Sabaha kadar vur patlasın, çal oynasın…’

-‘E sonra?’

Tevfik sustu, bu gecelerin açık ve galiz eğlencelerini nasıl kızına anlatabilirdi. Kendi kendine:

-‘Çiçek bozuğu bir çingene çengi karısı vardı, surat düşkünü amma, şeytan mı şeytan.’

Rabia, Emine’yi hatırlatan kuru bir sesle:

-‘Çingene demek, fena kadın, demektir’ diyordu.

Tevfik’in yüzü bulutlandı:

-‘Öyle deme, Rabia, göğsünde insan yüreği taşıyan, orada bir o, çingene vardır. O olmasa ben ne olurdum? Bir köpek, efendilerini eğlendirmek için burnuna halka takılıp oynatılan bir ayı… Beni bir o, insan yerine koydu.’

-‘Öyle ise fena kadın değil. Fakat sen ne vakit geldin, Tevfik?’

Kendini bildi bileli babasından herkes ona Tevfik diye bahsetmişti, ona da babasını adıyla çağırmak tabii geliyordu. Fakat öyle sevimli bir Tevfik deyişi vardı ki, her defasından babası, kızı sıkıyor, saçlarını öpüyordu:

-‘Seni nasıl İstanbul’a bıraktılar?’

-‘Zati Bey’in Dahiliye Nazırı olduğunu duymadın mı?’

-‘Ha.. ha’

-‘Beni o getirdi. Biraz da para verdi.’

-‘Bu vakte kadar ne yapıyordun?’

-‘İş aradım. Bizim Zuhuri kolu parçalanmış… Arkadaşlarının birçoğu aktör olmuş. Ha.. ha.. ha.. Nasıl oyun bu? Söyleyeceklerini kitaptan öğreniyorlar. Bir türlü aklım ermedi. Oyuncu diyeceğini kendi hemen bulup uydurmazsa, bilmezse, ezberden sure okur gibi oynamaz mı?’

Tevfik, eski arkadaşlarının dağılmalarına, bilhassa tiyatronun tahta barakaları içinde tercüme eserler oynamalarına kızıyordu. Başka alemin yabancı hayatların bizim halkta alaka uyandıracağına bir türlü aklı ermiyordu. Her halde en eski arkadaşı, orta oyununun meşhur cücesi Rakım’ı bulduğuna çok seviniyordu. Ancak ölünceye kadar ondan ayrılmayacaktı. Cüceyi derhal dizinin üstüne çıkardı, yeni baştan Rabia’ya: “İşte senin altıparmak amcan” diye taktim etti. Cücenin gözleri Rabia’ya çarpıklığı, sakatlığı, çirkinliği için af diliyor gibi, biraz muhabbeti dileniyor gibi geldi. Ne kadar Sarmanın sarı gözlerine benziyordu. Kollarını cücenin boynuna doladı, iki yanağından öptü. Fakat cüce bunu derhal alaya vurdu. Rabia’nın öptüğü yerleri ovuyor, gevrek gevrek gülüyordu. Söyleyecek bir şey kalmayınca Rabia fırladı, dükkanı teftişe koyuldu. Burnunu her çuvala, her kutuya sokuyor, kokluyordu.

-‘Artık biz dükkanı açacağız. Belki Rakım amca ile para biriktirir de ikilik bir orta oyunu kumpanyası yaparız. Bu Ramazan geceleri Karagöz oynatacağız. İnsan biraz gevezelik etmezse dili paslanıyor. ‘

Rabia, Tevfik’in dükkanındaki hayatını beraber yaşayacakmış gibi dinliyor, rafların düzeni için öğütler veriyordu. Eğer Rakım sebze sepetini devirip de soğanlar yere yuvarlanmasalar. Rabia, bu tatlı rüyadan hiç uyanmayacaktı. Eyvah, öğle yaklaşmıştı… Çarşıdan vaktinde döndüğü günler bile Emine söylenirdi, bugün ne diyecekti? Sepeti kaptı, dükkandan fırladı, hem koşuyor, hem başı arkaya çevrilmiş sesleniyordu.

-‘Yemekten sonra yine gelirim.’

Tevfik dükkanın kapısında durdu, elini salladı. Rabia köşeyi döndükten epeyce sonra, hala elini sallıyordu.

Rabia geldi ve temizlik başladı. Entarisinin peşleri kuşağına sokuldu, bir çıplak ayak tahta fırçasının üstünde, öteki çıplak ayak yerde; bir el belde, öteki müvazene için havada, dükkanın üstündeki odayı ovmaya başladı. Rakım da yalınayak, elinde paslı, delik bir kova, bahçedeki kuyudan su taşıyor. Rabia’nın gösterdiği yere döküyor, bahçe ile ev arasında mekik dokuyordu.

Dükkanda Karagöz takımını bitirmekle meşgul Tevfik, arada bir sesleniyor… Üçü de çocuk gibi mesut.

Senelerin yığdığı pislik, kir ve tozla uğraşan Rabia’nın kalbi su gibi hafifti. Ömründe ilk defa etrafını çeviren memnuat duvarı dibine kadar yıkılmıştı. Güya bir el, kalbinin bağlarını çözmüş, ona: ‘İstediğin kadar, gül, oyna, sevin ve yaşa’ demişti.

O sabah öğle vakti eve dönünce, Emine’den çok şiddetli bir azar yemişti. Canına sokacak kadar sevimli, tatlı bulduğu babasıyla ilk mülakattan sonra, ne sorduysa, geç kalmasının sebebini ne kadar anlatmak istediyse o, o kadar inatçı bir sükutla mukabele etmişti. Eğer imam vaktinde yetişmese, belki Emine onu dövecekti. Fakat bu inat Emine’nin çenesini açmış, gözünü yummuştu. İlk defa Rabia anasının gözlerine isyanla bakmış ‘Ben de, babam da fenayız… Bırak, babama gideyim’ diye haykırmıştı.

-‘Baban mı? Hele bir İstanbul’a ayak bassın, selamlıktan padişahın arabasının altına yatar, vükelanın kapılarını aşındırır, o herifin ne kepaze olduğunu anlatırım. Tekrar cehennemin bucağına sürdürmezsem bana Emine demesinler.’

Rabia, bundan ürkmüş, dudakları mühürlenmişti. Babasının döndüğünü Emine’ye sezdirmemek için doğru konağa gitmeye karar vermişti. Fakat gene dayanamamış, konağın kapısında dönmüş, dükkana girmişti.

Şimdi, adeta tahtaları parçalayacak gibi şiddetli ovarken düşünüyordu. Babasının geldiğini Emine’den saklamak kabil değildi. O halde? Çocuk Sabiha Hanım’ı, bu tehlikeye karşı biricik selamet yeri, diye hatırladı. Ona anlatacak, iltica edecek. Hemen o gece söyleyecekti. Öğleden sonra konağa gitmediğinin kim farkına varabilirdi, o, akşam yemeğe gider, yemekten sonra Sabiha Hanım’ın odasında içini dökerdi.

O akşam Sabiha Hanım’ın misafirleri olduğu için Rabia bir şey söylemedi. Ertesi akşam cesaret edemedi. Emine’nin pek az sokağa çıkması, belki komşuların eve pek seyrek gelmesi, Tevfik’in geldiğinden onu haberdar etmedi. Konak, Rabia’nın öğleden sonra gelmesine dikkat etmedi. Bir hafta bu vaziyet devam etti.

Bu meşhur haftanın her gününde öğleden sonra Rabia gitti, dükkanın üstündeki evi temizledi, mutfağa çeki düzen verdi. Babası, cüce, o birbirlerine pek alışmışlar, senelerden beri beraber yaşıyorlarmış gibi teklifsiz olmuşlardı. Arada, bu vaziyetten Emine haberdar olursa ne olacağını düşünüyorlar, keyifleri kaçıyordu. Fakat Rakım Amca, Rabia’nın anasıyla babası arasında intihap hakkı olduğunu anlatıyor, Rabia babasının tercih etmeye yemin ediyor, Tevfik’in yüzü gülüyordu.

Rabia’nın sergüzeşti keşfedilmeden bir gün evvel üçler en şen saatleri yaşadılar. Artık ev hazırdı, dükkan badana olmuş, temizlenmiş, mallar yerine dizilmiş, raflar süslenmiş, tavana renkli kağıtlardan kesilmiş, askılar asılmıştı.

Tevfik’in Karagöz takımı da hazırdı. Üçler, bahçede perde yerini, fener yerini tespit ettiler. Ramazan yaza geliyordu. Geceleri Allah’ın kandilleri sarkan koyu, lacivert kubbe, dünyanın günahkarlarına gülecek, İstanbul’un ılık ve tatlı havasında bin bir minare mahyalarını sallandıracaktı.

Tevfik:

-‘Rakım, lazım gelen şamatayı yapmak için tefimiz yok’ dedi.

Rabia atıldı:

-‘Ben konaktan getiririm. Ben, hem şarkı söyler, hem tef çalarım. Hem de ne güzel çalarım, bayılırsın’.

Genç baba, gözlerini kıstı, kızımın çalımına güldü. Fakat birdenbire yeisle başını salladı:

-‘Sen bir hafızsın, bu maskara türküleri nasıl söylersin. (Yar bana bir eğlence, yar) diye bağıran bir hafız nerede görülmüş?’

-‘Bir kere tef çaldığımı dinle de sonra söyle… Ben Vehbi Dede’nin talebesiyim’

-‘Orası iş bozuyor ya… Senin usulün sokak çocuklarına, mahalle Karagözcülüğüne gelmez.’

Rabia sırıttı, mutfağa daldı. Bir dakika sonra elinde teneke kahve tepsisinden bir tef, uzun parmakları üstünde dolaşıyor, çalıyordu. Babası tepsiyi elinden kaptı, avazı çıktığı kadar bağırarak:

-‘Ben sana demedim mi sevme dokuz yar’ diye hem söylüyor, hem de en şamatalı usulü ile tepsi çalıyordu. Sonra tepsiyi fırlattı, kızına:

-‘Ben sana bir maymun olsam da, sen sokaklarda oynatsan nasıl olur? Sende bu istidat varken pencerelerden başına çil kuruş yağar, biz de ekmek parası ediniriz.’

Babasının bu şakası, ona, pencereden maymun seyrettiği günleri hatırlattı. Sokaktaki çocuk alayına iltihak için ne kadar içi sızlamış, cama yapışan burnu yamyassı oluncaya kadar gözleri macuncu çingeneyi seyretmişti.

Eğildi yerden tepsiyi aldı. Birdenbire maymun oynatan bir çingene oluvermişti. Tepsiye sert sert, tam tam vuruyor, başı bir tarafta göğsü ilerde, bir ayağı muhayyel bir maymun tekmeleyerek, oynatarak bahçede dolanıyordu. Rakım çocuğun sa’atkar temsiline dayanamadı. O da hemen maymun oluverdi. Dört ayak yürüyor, gözleri dört dönüyor, maymun gibi çığrıyor, güya atılan fındıkları kaparak, dişleri ile kırarak kabuklarını Tevfik’in suratına fırlatıyor, çingenenin en çevik maymunu gibi bahçenin bir tarafından öbür tarafına, yan yana takla atıyordu.

O hafta, böyle kahkahalı, oyunlu bir sahne ile kapandı.

Karanlık dağıldı. Şehrin üstü inci beyazlığında bir dumana bürünmüş. Minareler, kuleler, uçlu uçsuz bütün şekiller rüyada görülen şeyler gibi uzak, silik… Suların kurşuni yüzü uykuda. İstanbul gümüş bir sabah rüyası görüyor.

Galata Rıhtımı… Üstünde siyah esvaplı adamlar, rıhtım kenarında bir sürü sandal ve salapurya. Kürekçiler kürekleriyle oynuyor, sabırsızlanıyor, siyah esvaplı adamlar uzaktan gelen araba seslerini dinliyordu.

Birbiri ardınca bir sıra kapalı araba geldi, durdu. Siyah esvaplı adamlar araba kapılarını açtılar. İçlerinden kara çarşaflı, eli bohçalı, çocuklu çocuksuz kadınlar, birkaç ihtiyar erkek ve bir Mevlevi dedesi çıktı. Arabalardan çıkanlar birbirlerine sokuldular, elleri dolu olanlar omuz omuza, boş olanlar el ele, birbirlerine yapışıp kuvvet almak isteyen, canlı bir ıstırap kümesi gibi sandallara, salapuryalara indiler.

Rıhtımda ayak sesleri kesildi. Kayıklar kurşuni suların üstüne yayıldı, açıldı. Selimiye önünde demirleyen Şevket-i Derya’ya doğru yol aldılar.

Sandal, salapurya filosunun ortasında, en büyük salapuryada Rabia, çocuğuna meme veren bir genç kadınla yan yana oturuyordu. Ayaz vardı. Vehbi Dedenin harmanisi ikisini birden sarmıştı. Rabia, çocuğun harmaninin altında, “gluk, gluk” diye sütü yutuşunu duyuyordu. Karşısında sivri, beyaz sakallı, tatar yüzlü zayıf bir ihtiyar korkulu bir rüyadan uyanmış gibi gözlerini açtı:

-Torunum, torunumu sürüyorlar; kafirler, ocaklarına incir dikilesiler, diye bağırmağa başladı.

Harmaninin altında meme emen çocuk memeyi bıraktı. “Viyak… viyak… viyak”

Aradaki sandalda erkek çocuk bir kurt yavrusu gibi uluyordu:

-Baba… baba… babamı isterim!

Gene herkes sustu. Beyaz sakallı ihtiyarın çenesi oynuyor, içine çöken dudakları kasılıyor, kürekçiler kürek çekiyor… Sonu gelmeyen bir gidiş.

Nihayet Şevketi Derya’ya sandallar ve salapuryalar birer birer yanaştı. Siyah esvaplar, siyah çarşaflılar, dilgildeyen iskeleden vapura ite ite çıkardılar. Erkek çocuklar birer maymun gibi tırmandı. Kız çocuklar sümüklerini ve içlerini çeke çeke ağlaya ağlaya tırmandılar.

Merdivenin başında yırtık parçalı, püskülsüz, yalınayak bir tayfa duruyordu. On senedir Şevketi Derya’da Yemen’e, Trablus’a sürgün asker götüren bir tayfa.

Ağzını açtı ve sövdü. Uzun kafiyeli, mutantan bir küfür silsilesi: çoluk çocuk, kadın, ihtiyar, sürü sürü çaresizler kimsesizleri seher vakti Şevketi Derya’ya sürükleyenlere, kara çarşaflı matem kümesinin evladım, ayalini, babasını kardeşini dünyanın dört bucağına saman çöpü gibi dağıtanlara; ev bark yıkmayı, ocak söndürmeyi iş edinip onunla para kazananlara.

Küfür sağanağı geçmiş yıllara döndü, zülüm bezirganlarının ecdadına, ecdadının ecdadına, ta Adem Baba’ya ulaştı. Küfür sağanağı gelecek yıllara doğru esti. Zulüm bezirganlarının sülalesinden

sülalesine, insanlara eziyet edecek olan ta en son zalime dayandı.

Şüphesiz ki bu küfür en ziyade padişaha ve onun etrafındaki büyüklere raci idi. Fakat siyah esvaplılar, “bir mesele çıkarmamak” için emir almışlardı. İşitmezliğe geldiler.

Güvertedeki kargaşalık ve gürültü ayyuka çıkıyordu. Rabia biraz şaşkın salapuryada arkadaş olduğu çocuklu teyzenin kocasıyla buluşmasını seyrediyordu. Fakir bir genç memurdu galiba… Üstü başı düşük, zayıf bir adam. Kayıkta çocuğu uyandıran tatar yüzü, beyaz sakallı havada sayıklıyor gibi gene bağırıyor:

-Ocaklarına incir dikilesiler…

Genç bir tıbbiye talebesi, ihtiyarın ellerini aşağıya çekiyor, sağır kulağına…

-Efendi baba, bayrama bizi affederler, bayram olmazsa… cülusa… diye bağırıyordu.

Meşhur küfrün sahibi tayfa, şimdi elinde kırık toprak bir testi halka su dağıtıyor; çocukların çenesini okşuyor, ihtiyar kadınlarla şakalaşıyor. Fakat bu kıyametin ortasında acaba Tevfik neredeydi?

Nihayet Rabia’nın gözleri onu da buldu. Kocasına güvertede yer kapmaya uğraşan kadının çocuğunu kucağında oyalamaya çalışıyordu. Rabia’yı görünce çocukla koştu. Baba kız aralarında çocuğu ezerek, çığrışarak birbirlerini kucakladılar. Kadın koştu, çocuğunu kaptı.

Tevfik’in sakalı çıkmış, yanakları çökmüş, gözlerinin etrafı mosmor olmuştu. Baba kız konuşmaya vakit bulamadan kaptan köprüsünden kaptanın sesi bir borazan gibi öttü:

-Çabuk olun! On dakika sonra kayıklara.

Rabia Tevfik’in göğsüne mendilden toparlak bir çıkın yerleştirdi. Bu, dükkanın son bir aylık kazancıydı. Sonra da o da babasına şişman kadının kocasının yanında güvertenin ortasında bir yer kapmaya başladı. Rakım’ın terleyerek sürüklediği sepetleri yerleştirdi.

-Dolma var, zeytin, peynir, söğüş var. Şam’a gelince bize yaz.

-Vay ben Şam’a mı gidiyorum?

Kimse henüz nereye sürüldüğünü bilmiyordu. Herkesin zihninde klasik menfa yerleri, Yemen ve Fizan heyulaları dolaşıyordu. O gece Vehbi Dede Rabia’ya gelmiş, babasının Şam’a gideceğini haber vermiş, kızın zihnini de, elini de Tevfik’in çamaşırı ve yemeği ile bütün gece meşgul etmişti. Ve tan yeri ağarır ağarmaz onu Rakım’la arabaya sokulmuş, rıhtıma getirmişti.

Vapura bir çatana yanaştı. Kaptanın sesi bir daha hücum borusu gibi öttü.

-Haydi kayıklara!

Siyah esvaplılar güverteye geldiler. Siyah çarşaf kümesini bir daha ittiler, kaktılar.

Memedeki çocuk gene viyakladı. Küçük oğlan kurt yavrusu gibi uludu. İhtiyar bedduasını sayıkladı, kız çocuklar sümüklerini çeke çeke ağlaştılar. Güvertedeki insan dalgası kabardı, çalkandı. Gene o ıstırap kümesini el ele, omuz omuza, sırt sırta salapuryalara, sandallara indiler. Güvertede erkekler canlı bir ehram gibi birbirinin üstüne yığıldı, açılan salapuryalara rengarenk mendil salladılar. Sular uyanmıştı. Küreklerin altında sandallar böğründe çırpıntılar, şapırtılar vardı. Denizle güneş oynaşıyor, bir tarafta lal ışıklı mor adalar, öbür tarafta yarım ay şeklinde İstanbul limanı…

Kayıklar İstanbul’a yollandı. Ses seda kesilmişti. Siyah çarşaflılar, gözleri yarım kapalı, elleri gökte uzun uzun bir şeyler okudular, sonra başlarını çevirip Şevket-i Derya’nın olduğu yere üflediler.

Rakım, Dede’ye sordu:

-Son gelen çatanadan Hilmi Bey çıktı. Vapura acaba niçin geldi?

-O da Şam’a sürülüyor, Tevfik arkadaş.

Rabia:

-Ben de Dürnev Hanım’a hizmetçi olurum, dedi.

Vehbi Dede gözlerini denize çevirdi. Beyaz köpüklü, atlas ışıklı, mavi sularda, birbirinin sırtından atlayarak, yuvarlanarak, oynayarak bir alay yunus balığı geçti.

Rakım:

-Tevfik benden karagöz takımı istedi. Vapurda sanki “hayal” mi oynayacaktı dedi.

Vehbi Dede dalgın dalgın cevap verdi:

-Hayal de insan gibi diyar diyar gezer, hey oğul!

….

Temmuz ayında 1908 ihtilali oldu. Kör bir azap borası gibi esti. Asırların kurduğu müesseselerin köklerini söktü. Ağaç devirir gibi zalim devirdi. İçtimai ve siyasi nizam ile intizamı altüst etti. Öyle bir kargaşalık oldu ki kim kimdir, ne nedir ayırd edilmez oldu.

Ve eski rejim sürgünleri vapur vapur gelmeye başladılar.

Bu vapurlardan birinde Tevfik de vardı. Sırtını güneşe vermiş, ayaklarını uzatmış, güvertede keyfediyordu. Bir saat sonra limana gireceklerdi.

O vapuru dolduran sürgünler arasında yalnız ve yalnız ailesiyle zihni meşgul olan Tevfik’ti ötekiler birden bire başlarında esen şöhret rüzgarlarıyla sarhoştular. İstanbul’dan padişah haini diye tekme tokat fırlatmış, atılmışlardı. Şimdi hepsi birer kahramandı. Hatta siyasi sebeplerden değil, adi cürümlerden, sırf dolandırıcılık, şantaj yapıp da İstanbul’dan atılanlar bile bir günün şeref şan güneşinde ısınıyorlardı.

İçlerinde bir açıkgöz, Çanakkale Boğazı’nı geçerken parlak bir fikir buldu. Para edecek bir fikir. Öteki sürgünlerle konuştu. “Siyasi mağdurlar” cemiyetini kurdu. Böyle bir cemiyet için platform, siyasi esaslar falan lazım değildi. İntihabatta halk oyunları, ne düşündükleri, neye inandıklarını sormadan intihap edecekti. Yegane yapacakları şey sokakta bir gaz sandığının üstüne çıkıp sürgünde çektiklerini azıcık mübalağa ile söyleyerek anlatmak. Ondan sonra meb’usluk. Ondan sonra bol maaş ve imtiyazlar.

Tevfik’in sırtı güneşte onları dinledi. O vapurda “Siyaset mağdurları” cemiyetine yazılması teklif edilmeyen bir Tevfik vardı. Herif bir soytarı. Artık ondan da meb’us olmaz ya…

Nihayet limana girdiler. İstanbul şehri kollarını açtı, şevk içinde kahramanlarını sardı. Ve Tevfik İstanbul’u görür görmez bir çocuk gibi ağlamaya başladı.

Rıhtım’a nasıl çıktı? Bunu kendi de fark edemedi. Bir insan denizinde yüzüyor gibiydi.

Kalabalığın arasında gözüne Sabit Beyağabey’in yüzü ilişti. Arkasına Sinekli Bakkal’ın bütün aşina simaları toplanmıştı. Bütün Sinekli Bakkal, sokağının hürriyet kahramanını karşılamaya gelmişti. Tevfik sağa sola omuz vurarak onlara yanaştı.

Ağabey onu görür görmez emir verdi. Sinekli Bakkal, boğazını yırtarak bağırmaya, alkışlamaya başladı: “Yaşa şa şa..” nara, nara üstüne.

Tevfik bu tezahürattan o kadar ürkmüştü ki saklanacak yer arıyordu. Şimdi Sinekli Bakkal delikanlıları şişman bir adamı tuttular, omuzlarına kaldırdılar. Bir ayağı bir omuzda, öteki ayağı başka bir omuzda, elinde bayrak bir adam… İhtilal günlerinin düzine düzine çıkardığı sokak hatiplerinden biri. Sabit Ağabey onu Beyazıt’ta dinlemiş, yeni rejim en çok hararetle, taşkın ve coşkun şakşakladığı için çok beğenmişti. Bu gün de tutmuş Tevfik’in şerefine nutuk etsin diye getirmişti. Mahalleli hatibe on sarı altın vadetmişti. Hatip:

-Ben, hürriyet aşığı Sinekli Bakkal’ın yetiştirdiği bir halk kahramanını alkışlamaya geldim, diye başladı. Sesi gürdü, kuvvetliydi.

Sinekli Bakkal grubunun dışındaki kalabalık bile yanaştı, durdu, dinledi.

KAYNAKÇA: B. Dürder, Halide Edip, Hayatı ve Sanatı, İst., 1940; M. Uraz, Kadın Şair ve Muharrirlerimiz, İst., 1941, s. 241-269; M. Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, İst., 1960, s. 6-12; H. U. Barlas, Halide Edip Adıvar: Hayatı, Sanatı, Eserleri, İst., 1963; H. Yücebaş, Bütün Cepheleriyle Halide Edip, İst., 1964; M. Uyguner, Halide Edip Adıvar, İst., 1968, Karaosmanoğlu, 321-341; Kudret, II, 70-104; A. Yakar, Türk Romanında Milli Mücadele, Ank., 1973; N. Güntürkün, Halide Edip ile Adım Adım, Ank., 1974; Alangu, 100 Ünlü, II, 1176-1183; M. Kaplan, Edebiyatımızın İçinden, İst., 1978, s. 112-116; İ. Enginün, Halide Edip Adıvar’ın Eserlerinde Doğu ve Batı Meselesi, İst., 1978; Kaplan, Hikâye, 73-84; Banarlı, RTET, II, 1225-1231; Fethi Naci, Türkiye’de Roman, 96-99; Moran, I, 129-150; İ. Enginün, “Ziya Gökalp ve Halide Edip Adıvar”, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, İst., 1983, s. 80-93; ay, Halide Edip Adıvar, Ank., 1986; N. Bekiroğlu, Halide Edip Adıvar, İst., 1999; A. Uçman, “Adıvar, Halide Edip”, YYOA, I, 79-80; Özgüç; I, 27, 57, 59, 108, 230, 248, 333, 514.

 

 

Paylaş