HAYATI

Evliya Çelebi, İstanbul’da, Unkapanı’nda, Sağrıcılar Çarşısı’nı da içine alan mahallede 25 Mart 1611 günü dünyaya geldi. Bu mahallede bir de Sağrıcılar Cami de vardır ki, Fatih Sultan Mehmet Han’ın kapıcılarından, ya da Miralemlerinden”, Evliya Çelebi’nin dördüncü göbekten büyük dedesi Yavuk Er, ya da Yavuz Er Sinan tarafından fethin ganimet malından, camide gelir sağlamak amacı ile de yüz dükkanla iki ev de yaptırmış, Evliya Çelebi bu evlerden birinde dünyaya gelmişti. Daha sonra bu vakıfların mütevellisi olan Evliya Çelebi’nin ifadesine göre, bu Sağrıcılar mahallesindeki vakıf dükkanlar arasında, içinde yüz işçi çalışan on üç sağrıcı dükkanı vardı. Zamanla yanıp yıkılan, biçim değiştiren bu çarşının yerinde, şimdi Sağrıcılar Sokağı bulunmaktadır.

Babası, saray kuyumcubaşı Derviş Mehmet Zılli, soyca Kütahyalıdır. Kütahya’da Zeregen mahallesindeki evlerini, Evliya Çelebi, kitabında anlatır. Ayrıca Bursa (İnebey mahallesi), Manisa ve Sandıklı’da da ev ve çiftlikleri varmış. Fetih’ten sonra ailece İstanbul’a gelip yerleşmişler. Babası Derviş Mehmet Zılli, Kanuni’den başlayarak dokuz padişah devri görmüş, Kanuni’ye nedimlik ve musahiplik ettikten sonra, Selim’in Edirne’deki caminde temel müezzinliği yapmış, güzel sesli, hoş sohbet, sanatkar bir adammış. II. Selim’e kuyumcubaşı olduğunu, Unkapanı’nda dükkan açtığını, elinden hayli güzel eser çıktığını Evliya Çelebi anlatmaktadır. Evliya Çelebi, gezip dolaştığı yerlerde babasından kalma sanatkarane eserleri sayar ve tarif eder, övünerek anlatır. Diğer taraftan edebiyat ve şiirler de ilgisi bulunan Derviş Mehmet Zılli’nin Unkapanı’ndaki evi, kendisi gibi güngörmüş, yaşlı arkadaşlarının toplanıp sohbet ettikleri bir yer olup, bunların meclislerinin Evliya Çelebi’nin eğitiminde ve yetişmesinde büyük bir yeri ve etkisi olduğu anlaşılmaktadır.

Seyahatname’de anlattığına göre, baba tarafından soyu dokuz göbekte ünlü mutasavvıf Ahmet Yesevi’ye kadar dayanmaktadır.

Evliya Çelebi’nin adını hiç zikretmediği anası, Kafkasya’dan gelme bir Abaza kızı imiş. Melek Ahmet Paşa’nın teyzesi, ya da teyzesinin kızı olan bu kadın, I. Ahmet devrinde 14-15 yaşlarında İstanbul’a getirilip burada eğitilmiş, sonra da kuyumcubaşı Mehmet Zılli ile evlendirilmiş. Anasını erken bir yaşta kaybettiği anlaşılmaktadır.

Yazarın asıl adı Mehmet Evliya’dır. Kur’an’ı ezberlediği için hafız, kuyumcubaşının küçük oğlu, ya da Enderunlu olduğu için Çelebi sözü de adına eklenerek kullanılmaktadır. Kitabında anlattığına göre, doğduğu sırada evlerinde bir ad verme töreni yapılmış, eski töreye göre kulağına ezan okuyarak, kendisine Evliya adını veren kimse de, şeyhülislam Sunullah Efendi olmuştu. Bu adın seçilmesinin nedeni de, babasının ona, padişah imamı Evliya Mehmet adını vermek istemesiydi. Bu meclise daha sonra katılan Geysudar Mehmet Efendi de, çocuğun kundağını kucağına almış, sol kulağına ikinci bir ezan okuyarak “Mehmet” adını vermişti.

Evliya Çelebi’nin Mahmut adında bir erkek, birkaç da kız kardeşi vardı. Kızlardan ancak birinin adını biliyoruz. “İnal Hatun”. IV. Murat devrinde ayaklanıp, yakalandığında Çengelköy Bahçesi önünde kafası kesilerek idam edilen Kel İlyas Paşa, daha önce Kütahya’yı ılgarla basıp, nişanlısı İnal Hatun’u zorla kaldırıp götürerek evlenmişti. Evliya Çelebi, bu idam olayını ayrıntılarına varıncaya kadar anlatır. Öteki kız kardeşlerinden birinin de Kaya Sultan’ın sarayında olduğunu öğreniyoruz. Evliya Çelebi, adını vermediği üvey anasından da kitabında bahsetmektedir.

Evliya Çelebi, Kütahya, Bursa ve İstanbul’daki akrabalarının da bir bir sayıp dökmektedir. Bunların bir bölümü Kütahya’da “Zeregen” mahallesindeki evlerinin karşısındaki mezarlıkta, bir bölümü de İstanbul’da Galata Kulesi yakınında bulunan mezarlıkta gömülü imiş. Buraları şimdi yapılarla örtülü bir mahalledir, mezarlıktan iz bile kalmamıştır.

Evliya Çelebi, bazı dersleri evinde okuduktan sonra, Unkapanı Fil Yokuşu’ndaki Şeyhülislam Hamit Efendi Medresesi’nde, müderris Ahfeş Efendi’den yedi yıl ders gördü. Bu sırada hücre arkadaşı, sonradan Osmanlı tarihinde ün kazanan Cinci Hoca imiş. Medrese düzenindeki eğitim basamaklarından ancak orta öğrenimini bitirebildiği anlaşılmaktadır. Bundan sonra da sesinin güzel olmasından, hafızlık ve müezzinlik yoluna sapmış, Evliya Mehmet Efendi’nin yanında hıfza çalışmış, musiki öğrenimi görmüştü. Ayrıca babasının kuyumcu-hakkak dükkanında da çalışıyor, zevkine uygun bir şeyler öğreniyordu. Yolculuklarında, yanından çelik hakkak kalemini ayırmamış, camilerin sütun bileziklerine, pirinç şamdanlarına “tarih” yazma merakını bütün hayatınca sürdürmüştü. Daha sonra IV. Murat devrinde, Enderun’a girdiğinde, öğrenimine devam etmiş, Güğümbaşı Mehmet Efendi’den yazı, Müsahip Derviş Ömer Gülşeni’den musiki, Keçi Mehmet Efendi’den Arapça dilbilgisi, babasının yakın dostu, kendisine doğduğu sırada adı verilen Evliya Mehmet Efendi’den de tecvit dersleri almıştı.

Evliya Çelebi, babası gibi Kanuni Sultan Süleyman devrinden kalma görgülü ihtiyarların, evlerinde yaptıkları sohbetleri dinleye dinleye, imparatorluğun üç katındaki ülkelerine, çocuk yaşından başlayarak, merak sarmıştı:

“Dede ve pederimizden bu hakire-i kemtere irs ile üç yüz senelik sergüzeşt ve serencamlar intikal etmiştir.”

Derken, onda gezginlik merakının baba ocağından geçtiğini, çocukluğundan başlayarak yabancı ülkelere ait hikayeleri dinleyerek yetiştiğini ifade etmek istemiştir. Baba dostları, Kelami Ağa, Matbah Emini Abdi Efendi ve İsa Ağa gibi “Süleyman Hanlılar”dan, Sukemerli Mustafa Çelebi, Karakız Mehmet Efendi gibi yaşlılardan kulağını dolduran ve içine işleyen hikayeler dinlemişti. Ancak on dokuz yaşındayken, baba dostlarının aracılığı ile, İstanbul civarındaki gezmelerine izin alabilmişti (1630).

Daha yirmi dört yaşında, hıfzı dinlemiş, güzel sesli ve musikiye aşina olarak çevresinde tanınmış, İstanbul dışındaki yolculuklarına başlamamış iken, 1635’te Kadir Gecesi Ayasofya Cami’nde okuduğu iç ezanın dikkati çekmesi üzerine, Silahtar Melek Ahmet Ağa tarafından, IV. Murat’ın huzuruna çıkarılıp takdim edildi. Saraya alınarak, has kilerde görevlendirildi. Bundan sonra Evliya Çelebi’nin, Turşucubaşı Lala Ahmet Ağa nezaretinde, bir müsahip olarak eğitilip yetiştirildiğini görüyoruz. Huzurda okuduğu besteler ve nükteli konuşmaları sayesinde padişahın kederli günlerinde tesellisi oluyordu.

Saray’da dört yıl kadar kalıp bilgi ve görgü sahibi olduktan sonra, Bağdat Seferi’nden az önce kırk akçe ile “taşra çıkıp” sipahiler zümresine girdi.

Artık Evliya Çelebi’nin, ölümüne kadar sürüp giden yolculuklarına başladığını görüyoruz. Evliya Çelebi, bu yaşta (19) artık kabına sığmamaya başlamış, “peder ve mader ve üstad ve birader kahırlarından nice halas olup cihankeş olurum” diye düşünmeye başlamıştı. Uzun süre mahallenin dar sınırları içinde kapalı kalmış, dar bir çevreyi aşamadan dönmüş dolaşmıştı. Yolculuk tutkusu kendisini iyice kaplamış, başka bir şey düşünemez olmuştu. Seyahatlerinin başlangıcını bir rüya hikayesine bağlamış olmasında da şaşmamalıdır. 1630’da Muharrem ayının aşure gecesi, rüyasında, İstanbul’da Yemiş İskelesi civarındaki Ahi Çelebi Cami’nde, büyük bir cemaat arasında Hz. Peygamber’i görmüş, namazdan sonra eteğine varıp “şefaat ya resulallah” diyerek niyaz edeceği yerde, heyecanından “seyahat ya resulallah” demiş, Hz. Peygamber, onun bu durumuna gülmüş, sırtını sıvazlayarak seyahati ve şefaati vadeylemiş. Saad İbn-i Vakkas da, göreceği şeyleri yazmasını tembih etmiş, Evliya Çelebi uykundan uyanınca, hemen o devrin ünlü rüya tabircisi, babasının da arkadaşı olan Kasımpaşa Mevlevi şeyhi Abdullah Dede’ye koşar, o da “İptida bizim İstanbulcağızımızı tahrir eyle” diye bunun sırtını sıvazlar. Bu rüyayı görmesi inanılmayacak bir şey olsa bile, Evliya Çelebi’nin, babasına, dostları aracılığı ile niyetini ulaştırdığı, kendisine destekler aradığı açık bir şeydir. Bundan ancak 10 yıl sonra, eve haber vermeden bir tanıdığı ile Fındıklı’dan gemiye binip İzmit ve Bursa yolculuğuna çıktığı sırada ise 29 yaşındaydı. Demek ki, on yıl İstanbul’u dolaşmış, görülecek yerlerini kaydetmiş, oyalanmıştı. Bu iki tarih arasında da, İlyas Paşa ile kız kardeşi İnal Hatun’un patırtılı evliliklerinden sonraki olaylar sırasında, babasıyla Bursa, Kütahya ve Manisa’ya gittiği anlaşılmaktadır. Az sonra da babasının duası ve iznini alarak, manevi evladı olan ve Trabzon valiliğine tayin edilen Ketenci Ömer Paşa’ya katılıp deniz yolu ile Trabzon’a gitti. Oradan da Paşa’nın kethüdası ile Anapa’ya geçti, Azak Kalesi’nin Rus Kazaklarından geri alınması için Hüseyin Paşa’nın açtığı sefere katıldı. Kuşatma uzadı, kale alınamadı. Kırım hanı olan Bahadır Giray ile Kırım’a döndü. O kışı Kırım’da, Bahçesaray’da geçirdi. O yılın yazında Azak’ın alınışı hareketine yine katıldı. Sonra deniz yolu ile İstanbul’a dönerken Karadeniz’de bir fırtınaya yakalandı. Kendi anlattığına göre, geminin batması üzerine, bir sandal içinde üç gün bocalamış, ardından bir tahta parçası üzerinde ölümle pençeleştikten sonra, Bulgaristan kıyılarına düşerek canını kurtardı. Bir Türk köyünde hasta yattıktan sonra, İstanbul’a dönerek dört yıl kadar kaldı, kendi işleri ile meşgul oldu ve bir daha gemiyle yolculuk etmeye tövbe etti.

Ama yine de Girit Seferi’ne çıkan Yusuf Paşa komutasındaki ordu ile deniz yolundan sefere çıktı. Hanya’nın fethinde bulundu. 9 Nisan 1945 günü İstanbul’a döndü.

Ertesi yıl Erzurum beylerbeyi defterdar oğlu Mehmet Paşa’ya müezzin ve müsahip oldu. Erzurum gümrük katipliğine de tayin edilerek, paşanın kalabalık maiyeti ile yola çıktı. 12 Eylül’de İstanbul’dan ayrıldılar. Birçok şehir ve köy menzillerinde konaklayarak Erzurum’a gittiler. Erzurum’dan sonra da Tebriz hanının elçisine yoldaşlık edip, Azerbaycan ve Gürcistan’ın bazı yerlerini gördü (Bakü ve Tiflis). Çıkan fırsatlardan yararlanarak, bazı görevleri dolayısıyla Revan, Gümüşhane, Tortum’a gitti. Sınırdaki paşalara katılarak, Gürcistan Seferi’nde bulundu. 1647-48 kışını Erzurum’da geçirdi.

Erzurum beylerbeyi defterdar oğlu Mehmet Paşa, Kars’a tayin edilince, bu görevi kabul etmeyerek İstanbul’a hareket ederken, Evliya Çelebi de ondan ayrılmadı. Mehmet Paşa, o sırada ayaklanmış olan Varvar Ali Paşa’yı tenkile memur edilenler arasındaydı. Lakin hükümete güvenmiyor, emri savsaklıyor, gizlice ulak çıkararak, diğer Anadolu paşaları ile anlaşmaya çalışıyordu. Bu arada Evliya Çelebi’yi de, mutemet adamı olarak, kuryelikte kullanıyordu. Seyahatname’sinin bu olayları anlatan bölümleri, çağının sorunlarını anlamak bakımından ilgi çekicidir. Evliya Çelebi, bu yolculukları sırasında, bir aralık, tipide yolunu şaşırıp, ünlü Celalilerden Kara Haydaroğlu ve Katırcıoğlu ile, sığındığı bir köy evinde karşılaştı. Onlarla şifreli bir dille konuşarak yakasını sıyırdı. Celaliler arasında olan gizli hesapları bütün tehlikelere rağmen, kitabına yansıtmaktan geri durmadı. Varvar Ali Paşa’nın isyanı üzerinde ilgi çekici bilgiler verdi, onun, İpşir Mustafa Paşa tarafından mağlup edilerek öldürüldüğünü görerek anlattı.

1648 yılı yazında İstanbul’a dönen Evliya Çelebi, babasının Temmuz 1648’de 117 yaşındayken ölümü ile ortaya çıkan miras işlerini yoluna koydu. Şam beylerbeyi Murtaza Paşa’ya kapılanarak, 1648’de Şam yolculuğuna çıktı. Ekim’de Şam’a vardılar. Görevle Suriye ve Filistin’in birçok yerini dolaştı. Birkaç ay kaldığı Şam’dan mektup götürmek görevi ile on günde İstanbul’a gelmesi, Katırcıoğlu eşkıyaları ile Kayışdağı civarında yapılan savaşı seyretmesi, yine süratle Şam’a dönmesi şüpheyle karşılanmaktadır.

Murtaza Paşa Sivas’a tayin edilince, onunla birlikte Sivas’a gitti. Doğu ve Orta Anadolu’nun pek çok yerini vergi toplamak için dolaştı. Sivas’tan azledilen Murtaza Paşa ile birlikte İstanbul’a döndü. O sıralarda sadrazam olan Melek Ahmet Paşa, hısım oldukları için, Evliya Çelebi’yi yanına aldı. Böylece makama yeni geçmiş bir sadrazamın sarayında iş adamlarının, memurların, ikbal peşinde dolananların nasıl kaynaştıklarını tasvir etti. Melek Ahmet Paşa, 21 Ağustos 1651’de azlolunup Özi beylerbeyliğine tayin edilince, mahrem adamı Evliya Çelebi de onunla birlikte gitti. 1651 yılının eylül ayının ortalarında başladığı bu yolculuk sırasında fırsat bulup Rumeli’nin pek çok yerini gezdi.

Melek Ahmet Paşa, Rumeli beylerbeyi olunca, onunla birlikte Sofya’da bulundu. Paşa, bu görevinden azlolununca, 1653 Temmuzunda İstanbul’a döndü. 1655 yılı başlarına kadar İstanbul’da kalarak dinlendi ve gezinti yerlerini dolaştı. Bir aralık İpşir Mustafa Paşa’ya mektup götürmek için Konya’ya kadar gidip döndükten sonra, Melek Ahmet Paşa, Van beylerbeyliğine tayin olunca, onunla birlikte giderek, Doğu Anadolu’yu dolaştı. Bir aralık Paşa’nın postacılığını yaparak, Yezidiler’i de gördü. Bitlis Hanı Abdal Han’la yapılan çarpışmaları, şehrin zaptını seyretti ve tasvir etti. İranlıların kaçırdıkları koyun sürülerini geriye almak, Bağdat valisi Murtaza Paşa’nın İranlılara esir düşmüş olan kardeşini kurtarıp Bağdat’a getirmek gibi görevlerle İran’a, oradan da Bağdat’a gitti. Sonra dönüp Van’a geldi.

Melek Ahmet Paşa, yeniden Özi eyaletine tayin olunca, 26 Temmuz 1665’te, İstanbul’dan kalkarak, onunla birlikte eyalet merkezine gitti.

26 Mayıs 1657’de Macarlı Rakoczi üzerine yapılan sefere katıldı. Bu sırada Kırım hanı Giray Han’ın hizmetine girdi. Bu vesile ile Ukrayna’da yapılan akınlara ve Özi’ye saldıran Rus Kazaklarının bozgunu ile biten savaşlara katıldı. Özi zaferini haberini İstanbul’a getirip, yine görevi başına döndü. Eyalette pek çok yeri dolaştı. 10 Aralık 1657’de İstanbul’a döndü. Melek Ahmet Paşa’nın karısı Kaya Sultan’ın bahçesinde dinlendi.

Melek Ahmet Paşa, Bosna beylerbeyi olunca, onunla birlikte yola çıktı ise de, Büyükçekmece’de sadrazam Köprülü Mehmet Paşa’nın adamları tarafından yaralanınca İstanbul’a döndü ve bir ay kadar tedavi gördü. Bu sırada Köprülü Mehmet Paşa’ya intisab ettiği anlaşılmaktadır. IV. Mehmet’in Anadolu seyahatinde, Bursa, Çanakkale ve Gelibolu taraflarını dolaştı.

9 Kasım 1659’da, Boğdan Voyvodası Stefanitza’yı memleketine götüren kafile ile birlikte Edirne’den Romanya’ya hareket etti. Yaş ovasında Eflak Voyvodası Mihnea ile yapılan savaşta bulundu. Sonra da

Kırım atlıları ile birtakım akınlara katılıp Edirne’ye döndü.

26 Nisan 1660’da Köse Ali Paşa’nın yanında Varad seferine katıldı. Bu kalenin alınmasını müjdeleyen fetihnameyi Bosna Beylerbeyi Melek Ahmet Paşa’ya götürdü. Bu vesile ile Bosna eyaletini dolaştı ve akınlarda bulundu. Bir aralık Venedik taraflarına kadar uzandı.

Melek Ahmet Paşa, yeniden Rumeli Beylerbeyi olunca, Sofya’ya gitti. Vergi toplamak için pek çok yeri dolaştı. Tamışvar ovasında Erdel Seferi’ne gitmekte olan Köse Ali Paşa ordusuna rastlayıp, ona katıldı. Kırım atlıları ile birlikte düşmanla çarpışıp, hayli zaman Erdel’i dolaştı. Dönüp Belgrad’ta kışladı. Baharda Arnavutluk’u dolaşıp, vergi topladıktan sonra, 4 Nisan 1662’de İstanbul’a döndü.

18 Mart 1663’te Fazıl Ahmet Paşa ordusuna katılarak, Nemse seferine çıktı. Evliya Çelebi’nin, bu sefer sırasında Avrupa içlerine büyük bir akına çıktığı, saydığı ülke adlarına bakılırsa, Hollanda ve İsveç’e kadar uzandığı biraz şüpheli görülmektedir. Sefer sırasında Belgrad’tan Hersek’teki Sührap Mehmet Paşa’ya mektup götürdü. Venedik sınırındaki hareketlere katıldı. Macaristan’a döndükten sonra da Zrinvar ve Raab savaşlarında bulundu. Budin’den Eğri’ye giderek, Orta Macar illerini gezdi. Peşte’de Kara Mehmet Paşa ile buluştu. Vaşvar Barışı’ndan sonra Viyana’ya elçi gönderilen Paşa’nın yanında o da vardı. İmparator Leopold I’den aldığı pasaportla Avusturya’yı gezdi. Bu sırada pek çok Avrupa ülkesini, ta İspanya’ya kadar gezdiğini iddia ederse de, eserinin bu bölümleri ele geçmemiştir.

1947’de Erzurum’da, bir cirit oyununda, Seydi Ahmet Paşa’nın attığı bir ciritle kırılan dört dişinden üçünü, usta bir dişçiye, Viyana’da tedavi ettirdiğini anlatır.

29 Haziran 1665’te Viyana’dan çıkarak geze geze Macaristan’a döndü. Eyalet ve sancaklardaki kaleleri yoklamaya memur edildi. Oradan Erdel, Eflak ve Boğdan yolu ile Kırım’a gitti. Mehmet Giray’ın yanında Rus kazakları ile yapılan savaşlara katıldı (1665).

Kırım’dan karayolu ile Kafkasya’ya geçti. Dağıstan’ı, Hazar Denizi kıyılarını ve İdil Suyu ağzını gördü. Terek Kalesi’nde iken Azak’a gitmekte olan bir Rus elçisinin kafilesini katıldı. Azak’a ulaşınca, Osmanlı ordusunu Girit Seferi’ne çıktığını duydu. Kefe üzerinden Bahçesaray’a geçti. Adil Giray’ın bazı akınlarına katıldıktan sonra, karayolu ile İstanbul’a döndü. Karadeniz’i geçmeye ise tövbeliydi.

26 Aralık 1668’de İstanbul’dan çıkarak, Edirne, Gümülcine, Selanik, Tesalya ve Mora’yı dolaştı. Anaboli’den gemiye binerek Girit’e geçti. Kandiye savaşlarına katıldı ve fethi gördü.

1670’in Nisan ayında Girit’ten ayrıldı. Osmanlı kuvvetleri ile birlikte Yunanistan’da, Manya’daki isyanın bastırılmasında bulundu. Oradan Arnavutluk’a geçerek pek çok yer dolaştı. 28 Aralık 1670 günü evine döndü.

Artık 60 yaşına yaklaşmış olan Evliya Çelebi, Hacca gitmeye karar vermişti. İstanbul’da birkaç ay kaldıktan sonra, dostlarından Saili Çelebi ile 21 Mayıs 1671’de yola çıktı. Bu son yolculuğunu da, ilk yolculuğunda olduğu gibi, bir rüyaya bağlamaktadır. Kısa yoldan gidecek yerde, henüz görmediği Batı Anadolu’yu, Sakız, Sisam, İstanköy, Rodos adalarını, Güney Anadolu’yu, Adana, Maraş, Ayıntap ve Kilis taraflarını gezdi. Şam’a uğrayıp, Şam beylerbeyi Hüseyin Paşa’nın da katıldığı hacı kafilesi ile Hacca gitti. Sonra Mısır hacılarına katılarak, Süveyş yolu ile Mısır’a geldi. Orada 8-9 yıl kaldı. 1672/73’te Mısır, Sudan ve Kuzey Habeşistan’ı dolaştı. Yaşı ilerlemiş, gezdiği yerler sıcak olmasına rağmen, hala seyahat tutkusu kaybolmamıştı. Seyahatname’sine kaydettiği son yolculuk, Mısır’a tayin olunan Abdurrahman Paşa’yı karşılamak üzere Salihiye’ye kadar gidip gelmesidir.

Evliya Çelebi’nin ne zaman ve nerede öldüğü belli değildir. Prof. Cavit Baysun, onun bu son yolculuğundan dönmediğini, Seyahatname’deki bazı kayıtlara göre de 1682’den sonra yaşamamış olacağını tahmin etmektedir.

Ömrünün 41-42 yılını yolculukla geçiren Evliya Çelebi, hiç evlenmemişti. Kendisi kısırlıktan söz etmekte çektiği zorluklar yüzünden akamete uğrayıp zürriyetinden ümidini kestiği, 27 yıl sonra Mısır’da Kalavun hastanesinden aldığı bir ilaç sayesinde yeniden gençleştiğini söyler, çocuksuz geçen hayatından şikayet eder.

Eserinde yer verdiği bilgilere bakılırsa, Evliya Çelebi, sevimli bir adamdır. Padişahtan başlayarak pek çok devlet adamının nedimi olması da bunu göstermektedir. Ufak tefek olmasına rağmen çeviktir. Atı sever, ok atar, cirit oynar, yüzer ve ava giderdi. Ufak tefek olduğundan güreşlere katılmaz, ama seyretmekten ve oyunlara hakemlik etmekten hoşlanır. Mirgune Han’ın onu Belh baykuşuna benzetmesi, gözlerini saat rakkası gibi oynatmasındandır. Uzun süre sakal bırakmamıştır. Hoşsohbet, hazırcevap, nüktedan, meddahlar gibi taklitli güzel hikayeler anlatan, meddahlıktan ve karagöz oynatmaktan anlayan biridir. Mizaç itibari ile mizaha yakın olduğu için musikiye merak sarmış, hafızlık ve müezzinlik için gerekli olandan ayrı, sazendeler ve hanendelerle dost olup, musiki meclislerinde eline daire alıp, fasıllara da karışmıştır. Sarayın meşkhanesinde ve Sultan Murat IV’ün huzurunda yapılan fasıllara o da katılmıştır.

Musiki ile olduğu kadar yazıya da meraklıdır. Eserinde, nerelerde yazıları bulunduğunu zikreder. Bundan başka “pederden kalma yadigar” olarak, hak sanatını da yazı ile birlikte yürütmüş, dolaştığı yerlerde pirinç ve tunç sütun yastıklarına ve şamdanlara oradan geçtiğini hak etmiştir.

Evliya Çelebi, resme de meraklıdır. Anapoli’deki Fethiye caminin minaresine, Yanya’daki Arslan Paşa cami minaresine çıkıp şehrin görünüşünü kağıt üzerine resmetmiştir. Maina’daki bir kalenin resmini renkli kalemlerle çizdiğini anlatır. Avrupa saraylarında, dini yapılarda gördüğü resimleri anlatırken, bunlardan hoşlandığını açıkça söyler.

Edebiyat bilgisi ve istidadı azdır. Daha çok tarih düşürmeye merak sarmıştır. Evliya Çelebi’nin “Tahtakurusuname” adlı eseri ise ele geçmemiştir.

EDEBİ KİŞİLİĞİ

Yüksek derecede medrese öğrenimi görmeyen, ancak yolculukları sırasında geniş ölçüde bilgi ve görgü sahibi olan Evliya Çelebi, ayrıca “nakkaş”, “musikişinaş” ve “hattat” idi. Babası gibi şiirler yazmaya ve tarih düşürmeye de merak sarmıştı. Gezdiği ve dolaştığı yerlerde gördükleri arasında en çok güzel yapılara ve resimlere, minyatürlü ve tezhipli kitaplara hayran olurdu. Güzel sesliydi, musiki meclislerinde hanendelik eder, karagöz oynatır, fıkralar ve taklitli hikayeler anlatırdı. Eserine yansımış bilgilerden, Evliya Çelebi’nin, bilimden çok güzel sanatlara düşkün olduğu anlaşılmaktadır.

Evliya Çelebi’nin kişiliğinde göze çarpan hakim vasıf, nükteye ve mizaha olan temayülüdür. On ciltlik büyük eserini sevdiren ve okutan, yer yer beliren bu parçalardır. Saray adamları, medrese bilginleri, birlikte seyahatlere çıktıkları devlet adamlarının kişiliklerini, olaylar, tasvirler ve diyaloglarla anlatırken, ondaki bu mizahçı-romancı kişiliği iyice belirir.

Dindar olduğunu söylemekle birlikte, sanatçı ve mizahçı kişiliği, çok yerler gezmiş olmasının tesiriyle müsamahaya yatkın, çağının ve çevresinin ham sofularından hoşlanmayan bir yolda gelişmiştir. Gezdiği her şehir ve ülkenin eğlencelerini, gezinti yerlerini görmüş, meyhanelerine girmiş, bütün içki çeşitlerini tatmış, hatta bir çeşit esrarlı macun bile kullanmıştı. Kitabında yer yer dinden ve tarikattan söz ederse de, her ikisinde de aşırı düşkünlüğü yoktu. İstanbul’un hovardaları, kendi deyimi ile “hoppa çelebi”leri, hanende ve sazendelerini, oyun kollarını, meddah ve karagözcülerini yakından tanıdığı da anlaşılmaktadır. Ondaki bu özellikler, eserine de geniş ölçüde yansımış, XVII. yüzyılın çehresini yakından tanımamıza yardımcı olmuştur.

Elimizde bulunan, II. Abdülhamit devrinde İkdam yayınları arasında çıkan on ciltlik ilk baskısı, pek çok sebepten artık güvenilir olmaktan çıkmıştır. Her şeyden önce o devirdeki sansür yüzünden çıkarılan parçaların çokluğu göze çarpmaktadır. Mustafa Nihat Özön, bu sansür edilmiş parçalardan bir bölümünü yayınlamış, ilk baskısını hazırlayan Kilisli Muallim Rıfat Bey’in bu konuyla ilgili bir yazısından da parçalar çevirmiştir. Öte yandan yazmaları karşılaştırılınca kolaylıkla ortaya çıkabilecek, okunmayan, eksik, anlaşılmaz yerleri de vardır. Bunların bir bölümü yazmaları kopya çeken eski katiplerin, dikkatsizliklerinden, bir bölümü de basılırken meydana gelmiş olabilir. Her halde bu büyük eserin tenkitli yeni bir baskısının yapılması gerekmektedir.

XVII. yüzyılın Osmanlı İmparatorluğunu ve çağının hayatını, olaylarını ve insanlarını kucaklayan geniş yapısı ve içinde verilen bilgilerin çeşitli oluşu yüzünden, pek çok bilim insanı (tarihçi, coğrafyacı, toplumbilimci ve folklorcu) ve yazarlar bu esere başvurmak zorunda kalmışlardı. Meşrutiyet’ten bu yana gittikçe genişleyen bir ölçüde kaynak olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Evliya Çelebi, ziyaret ettiği ülke ve şehirleri belli bir plan ve sıraya göre, bütün yerli özellikleri ile tasvire çalışmıştır. Kaleler, surlar, dini yapılar, çarşılar, kitabeleri de toplayarak kitabına yazmıştır. Evliya Çelebi’nin meydana getirdiği bu kompozisyon “Tarihçilerin Babası” Herodot’un eserine olan benzerliği şimdiye kadar dikkat çekmemiştir. O, kendi çağının Doğu Akdeniz’de kümelenen kültür kavimlerinin tarihini yazmıştı. Balkan ötesini bir yana bırakırsak, o da, Evliya Çelebi’nin dolaştığı yerleri gezmişti. Aslında Herodot, o çağın uygar Avrupası (Yunanistan) ile Asya arasındaki, daha doğrusu Yunanistan ile barbarlar arasındaki mücadeleyi yazıyordu. Evliya Çelebi de, uygar Müslümanlarla kafirler arasındaki sürüp giden mücadeleyi tasvire yönelmişti. Her ikisi de dolaştıkları yerleri, gördükleri ve dinlediklerine dayanarak tasvir ediyorlardı. Herodot’un tarihi de, tarihi bilgilerden başka coğrafya ve etnoloji kayıtları ile dolu idi. O da Evliya Çelebi gibi bölümleri ayrı ayrı hazırlamış ve sonra bu bölümleri birleştirmişti. Her ikisi de her ülke için aynı kompozisyonu kullanıyordu. Ülkenin coğrafyası, gelenek ve görenekleri, garip ve dikkat çeken özellikleri, sonra siyasi tarihi. Herodot, usta ve ilgi çekici bir hikayeci idi. Onun da, Evliya Çelebi gibi, en güçlü yanı üslubunda, hikayelerinde idi. Siyasi tarihi de, daha çok tarihi kişilerin konuşmaları ile belirmeye çalışıyordu. Her ikisinde de dikkat çeken bir başka özellik, yumuşak ve popüler bir “akılcılık” ile saflık derecesinde, her gördüğüne hayran olma seviyesinde bir anlatımdı. Her ikisinin anlattıklarında da şüphe uyandıran ve inanılmaz yerler bulunmakta idi.

Bütün bunlardan sonra, artık Evliya Çelebi’nin, Herodot’un eserinden haberli olduğunu söyleyebiliriz. Aslında Osmanlılardaki seyahatname türü Arap anlayışına ve örneklerine bağlanıyor. Onlar da bu türü Yunan modellerinden öğrenmişlerdi. Evliya Çelebi’nin mizacından gelen mizahi özelliklerini bir yana bırakırsak, Herodot’la kompozisyon benzerliğinin açıkça belirdiği, bunun da olmasa bile, Araplar aracılığı ile mümkün olabileceği düşünülmektedir.

Evliya Çelebi’nin eserindeki, araştırmacıların dikkatini çeken “yalan, uydurma, aşırı mübalağa” gibi görünen yerlerin ayrıca araştırılması gerekeceği söylenmektedir. Bunların bir bölümü, onun meddahlığa yaklaşan sanatçı üslubundan, bir bölümünün de kullandığı esrarlı macunun “zihnine verdiği” söylediği “küşayiş”ten ileri geldiğini sanıyorum. Bazı ülkelerdeki “sihir, büyü, gözbağcılık” alanındaki marifet erbabı karşısında, onun duyduğu safiyane hayranlık ve heyecan, bilimin sınırlarının büyüden yeterli ölçüde ayrılmadığı bir çağın insanlarının bir özelliği idi.

Şimdiye kadar Evliya Çelebi’den yararlanan bazı tarihçiler, onun değerini ancak tarihi belge açısından değerlendirmeye ve tartışmaya bizi alıştırdılar. Ondaki yanlışları, uydurmaları, aşırılıkları, başka kaynaklarda karşılaştırarak göstermeye çalıştılar. Bu tutum, bugün bizimle sürüp gitmektedir. Halbuki onun eseri yalnız tarihçi ve belgecilerin elinde yargılanamayacak ölçüde çok yönlüydü. Bazı tarihçiler ise, ondaki görgüye dayanan bilgileri, sıkı bir karşılaştırma ve değerlendirme süzgecinden geçirerek kullanırken, XVII. yüzyıl içinde taşıdığı değeri görmüşler, takdir etmekten kendilerini alamamışlardı.

Evliya Çelebi’nin eserine, tarih açısından bakmak ve eleştirmek, kaynak olarak kullanırken ihtiyatlı davranmak, Meşrutiyet devrine kadar sürdükten sonra, başka bilim adamları da bu esere yaklaşmışlardır. Doğu ülkelerinin edebiyat anlayışı ve zevkleri, bu eseri edebiyat alanında görmeye engel olmuştu. Edebiyat denilince şiir anlaşılıyordu, düzyazı türleri de bize batı modelleriyle gelmişti. Bütün bu sebeplerle, onun üslubundaki mizah ve meddah unsurları dikkati çekmekle birlikte asıl değeri anlaşılmamıştı. Büyük ve hantal, çok yönlü bilgilerle yüklü bir seyahatname yapısının içine sığınmış bir biyografya romanı vardı ortada. Evliya Çelebi’nin eseri, üstüne abanmış olan on ciltlik seyahatname yapısı altında ezilmiş, üstelik o ciltlik yapının içinde dağılmış kalmıştı. Aslında Evliya Çelebi bir romancı olarak doğmuş, modelsizlik yüzünden kendisine en yakın gördüğü seyahatname türüne yönelmişti. O bir hikaye anlatıcısı idi. Bu yolda Herodot’dan da başarılı idi. Çünkü Herodot, gittiği ülkelerin tarihi şahsiyetleri üzerinde belirleyici fıkralar anlattığı, bunları kendi kişiliğine bağlamadığı halde, Evliya Çelebi, çağının pek çok olayı ve kişilerin kendi şahsi macerasına bağlayarak, bir romancı perspektifinden vermekteydi. Naima ile aralarındaki önemli fark, Naima’nın, olayları, içine kendisi katılmış olsa bile, objektif bir bakış açısına bağlamış olması, olayların baş ve sonuçları arasındaki bütünlüğü vermeye çalışmasındandır. Evliya Çelebi’nin de, bir vakanüvis gibi davrandığı yerler olmakla birlikte, romancı gibi davrandığı yerlerde tarihi olayların bütününe ulaşmaya çalışmaz. Olayları, kendi katıldığı yerden anlatır, insan ilişkileri ve çatışmalarını vermeye çalışır. Evliya Çelebi’nin asıl değeri, bu soydan bölümlerinde kendini göstermektedir. Tasvir, diyalog, somutlama, olayları canlı bir tempoyla yürütme, davranışları ve psikolojileri olay içinde verme gibi üslup zenginlikleri ile kendini ortaya koyar. On ciltlik büyük bir seyahatname bütünü içinde, dağınık parçalar halinde, büyük bir ciltlik biyografya romanı bütünü, hala ilgi gören canlı anlatımı ile göze çarpmaktadır.

Bu eserin, yarım asır süren yolculuklar boyunca alınan notlara dayanılarak sonradan, Evliya Çelebi’nin son yıllarında yazıldığı sanılmaktadır. Ayrıca birinci cildinde İstanbul’u tasvir ederken, daha sonraki yıllara ait bilgileri karıştırması, hemen her cildinde göze çarpan bu kronoloji kargaşalığı, eserin kitap düzenine getirilişinin daha sonralara ait olduğu görüşünü desteklemektedir. Eserin dokuzuncu cildinin Mısır’da yazıldığını gösteren kayıtlar da kitabın içinde bulunmaktadır. Mısır’da çok oturduğu bilinmekte, onuncu cildini de orada yazdığı tahmin olunmaktadır. Her halde Evliya Çelebi, ünlü seyahatnamesini, ayrı ayrı yıllarda ve yerlerde, parça parça yazmış, daha sonraları da bunları birleştirip eklerle genişleterek kitap düzenine sokmuş olmalıdır. Eserinde, sonradan tamamlamak üzere bırakılmış olan boşluklar da, bu düşünceyi desteklemektedir.

Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin önemi gün geçtikçe artmaktadır. Başta Balkan ve Doğu Avrupa ulusları olmak üzere, Batı dillerine bölüm bölüm çevirilerin yapılması sürüp gitmektedir. Evliya Çelebi’den yapılan seçimlerin yanında, bazı konulara değinen bilgileri derleyen kitaplar da hazırlanmıştır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde hazırlana tezler arasında Evliya Çelebi üzerine olanların sayısı da hayli fazladır.

ESERLERİ
  • Seyahatname
ESER ÖRNEKLERİ
SEYAHATNAME’DEN SEÇİLMİŞ BÖLÜMLER

ULEMANIN OKUYAMADIKLARI CÜMLE

Müneccim Kuyusu, Samsunhane kurbindedir. Burada, Ali Kuşçu nam bir sahip-nücum rasad çıkarmak için bir kuyu kazmıştır ki, umku yüz beş kulaçtır. Bade ulema, meşveret edüp, “bu rasad kangi diyarda bina olunursa, ol şehre veba müstevli olması mukarrerdir” diye padişaha i’lam edüp, Ali Kuşçu’yu rasaddan feragat ettirdiler. Hala ol kuyuya, Sultan Murad-ı Rabi’, doldurmak için Müfti Yahya Efendi görür ki, bir lugaz, “Bire gelin ihvan! Padişahımız bir lugaz göndermiş. Cevabına muntazırdırlar” deyu cemi’ zü-fünun ve müşkil-kuşa ademleri cem’ idüp, yine hallinde aciz ve furumande kalmışlar. Ahir bevvab-ı biçare, kapıdan çağırıp eydür: “Sultanım! Şu terkibe her biriniz sever-saduh, şev-rısadhi, siv razdi deyüp duruyorsunuz. İzn-i şerifiniz olursa, padişahın şu hatt-ı şerifini yüzüme sürüp görsem” dedikde, Müfti Yahya Efendi: “Bire ebter! Biz feth ve halledemedik de sen mi halledeceksin?” dedikte, Müid Ahmed Efendi:

Her bişe güman miber ki halist

Şayet ki pelenk nühüfte başed

Deyüp, hatt-ı padişahi’yi bevvabın eline verirler. Bevvab-ı nüktedan hemen “Şu rasadı yıkalım mı?” demiş. “Lugaz mıdır, bilmem nedir?” deyince heman Yahya Efendi, “Bire bevvab Allah senden razı olsun. Biz yıkalım mı lafzı noktasız olduğundan, yüklemi, baklemi, taklemi, saklemi deyup dururuz. Bire meded! Haseki ağayı çağırın, haber götürsün” diye eline kalem alıp “Padişahım! Ol müneccim-i bi-tali’ Ali Kuşçu’nun can kuşu uçmağla uçmakda karar itmişdir. Bu dünyadaki karargahı olan rasad namındaki çah gayyasını yıkup malamal turab eyliyesiz” deyu fetva gönderdikte, padişah, Kapudan Recep Paşa’ya ferman edüp, ol kuyuyu toprakla doldurttu. Hala dört tarafı çemenzar, mesire yerlerdir. Ba’de Müfti Yahya Efendi, müşkilküşa olan bevvab-ı na-muradı Murad Han hattıyle ber-murad idüp, Kütahya mevleviyeti, küçüklüğünden naşi ona sadaka edilmiştir.

CİNCİ HOCA

Beri tarafta Cinci Hoca, hünkardan münfek olmayup, padişah yanında hocadan gayri bir ferd-i merd yok idi. Sadrazam ve validen tararrubu ziyade idi. Padişah, hintuya ve koçuya ve alta katırlı tahtırevana binse, bile süvar olurdu.

Ve her gez nasihat edenlere, Cinci Hoca, rişhand edüp yüzlerine gülerdi ve her saat ol padişah-ı mazlumu hoş amed kelimatlar ile mağrur edüp, sui tedbirler ederdi. Zira umur-ı devlette bir iş görmüş değil idi.

Zağfranbolusu nam şehirde Şeyh-zade nam bir softa idi. Asitane’ye gelip, Unkapanı’nın iç yüzünde, Fil Yokuşu’nda, Hamid Medresesi’nde, hakir, Ahfeş Efendi’den Molla Cami tilavet edüp, Kitab-ı İbn-i Hacip Kafiye i’rab iderken, bu mezkür Cinci Hoca, Ahfeş Efendi üstadımızdan Kitab-ı İzzi okurken, hikmet-i aziz ismine mazhar düşüp, bir gün de İzzet bulup, saadetli padişaha sürh-i bad ve kenzülarş ed’iyelerin tilavet edip, biemrillah İbrahim Han hoş-hal olup, Şeyhzade’nin ismi “Cinci Hoca” olup iştihar buldu. Amma Allah a’lemdir. Şerikimiz olması cihetiyle keyfiyet-i hali malumunuz. İlm-i davetten asla bir harf bilmezdi. Ancak baht, talihi bir zaman müsaade edüp ol, dahi felek-i atlas-ı bukalemunda paybaflık edüp, sağa ve sola günagün mekikler aldı.

Hatta hakir bu seyahatimizden, Erzurum’dan gelüp gördüm. Civankapıcısbaşı Sarayına havale bir ali saray bina etmiş kim, evç-i asümane ser çekmiş. Hakir bu saray-ı balaya temaşa ederken, bir bevvap gelip:

-Buyurun, sizi efendi hazretleri ister. Dedi.

-Efendimiz kimdir? Dedim

-Hünkar hocası, bu saray sahibi ister.

Dedi. Hakir, merdivenden uruç edüp divanhane-i alisine çıktım. Gördüm, yetmiş seksen samur kürklü hüddaman-ı mümtaz civanan, miyan beste olup dururlar. Hakir gördüm, sadr-ı alide bir küçük destar-ı ulema ile ber karar siyah sakalli bir çelebi kimse oturur. Amma sahib-i hanenin kangisi idüği malumun değil. Hemen levendane, cümle buzzara hitaben: “Esselamunaleyküm ey aşıkarı!” dedim.

Hemen sadırdan:

-Ve aleykümselam, Hamid Efendi Medresesi’nde Şeyhzade hakirin şeriki kardeşim, canım.

Deyüp ayak üzre kalkup, hakirin elin eline alup öpüşüp koçuştuk. Amma alimallah bilemedim.

-A benim canım, dağ adamı olup, levend olmuşsun. Ne bu bizim ile bigane aşinalık! Dedikde, ol mahalde bile düşüp:

-sultanım, yar-ı kadimim, ömrüm canım, şerikim ve çelebim Şeyh-zade aziz misin?

-Safa geldi, hoş geldin. Kahve, içme şerbet getirin, dedi.

-Nedir bu sarayı ne temaşa ederdin?

-Sultanım, Defterdar-zade Mehmed Paşa ile bu şehirden gideli iki buçuk sene oldu. bu imaristanı görmemiştim. Hamd-i Hüda güzel imar olmuş. Hüda mübarek eyleye! Dedikde:

-Evliya Çelebi, medrese köşesinde sizinle ilme meşgul olduğumuz sebebiyle, cenab-ı izzet ilim berekatiyle bu sarayı ve Üsküdar’da ve vilayetimizde nice yerde çiftlikler ve nice güna ihsan ve in’amlar etdi, diye bihad hamd ü sena etdi. Hakir eyitdim:

-İnşallah sultanım, ilim tilavet etmede şerik idim. İnşallah devletinizde dahi dünyalığyla şerik oluruz.

Dedikde:

-Vallahi bitekellüf olduğundan hazzeyledim. Bire hazinedar, gel! Diye hazinedarın kulağına bir güftgü edüp, bir andan bir kese guruş ve bir yeşil çuhaya kaplı kunduz siyahi bir samur kürk ve bir lokmalı bol bol kadı kaftanı, elhasıl başdan başa bir kat esvab ihsan edüp, taam tenavül edüp, destur deyüp giderken aşağı inüp gördüm. Binek taşında bizim at yerine, bir fil-i mahmudiye benzer bir küheylan at. Şam üzengili ve sim eğerli bir vüzera rahtı bir küheylan at.

“Efendi size ihsan etdi” deyince, yine efendi huzuruna çıkıp:

-Sultanım, bizi hakden ref’eyleyüp, piyade iken atlandırdınız. Huda sizden razı ola!

Deyüp temenna edüp, yine ata süvar olup, haneme gelüp sehil istirahat etdikte, badelasr anı gördüm. Bir hay u huy ile elli aded hamal yükü pirinç ve kahve ve şeker ve şem’-i asel ve revgan ve asel, velhasıl günagün me’kulat ve meşrubat ile hane-i teheyim malamal-i nimet-i rabb-i rahim olup, cihan cihan hazzedüp, adamına bir şerbeti yağlık verip gitdi.

KAYA SULTAN’IN ÖLÜMÜ

“Kellü men aleyha fana” nass-ı katı-ı hikmet delili üzere, Melek Ahmed Paşa efendimiz, bu vakayı naklinden yirmi altı gün sonra, Kaya Sultan’ın ayı günü tamam olup, vaz-ı hami esnasında, cümle sultanlar, hemşireleri, musahebeler, iş görmüş, hekim meşreb, hazik ebe kadınlar hazır olup, hamd-i hüda, o leyle-i mübarekede, kırk hatm-ı şerif ve kırk bin salavat-ı şerife tilavet olunurken, hallak-ı alem nafe-i salih çıkarır gibi, Kaya Sultan’dan dahi bir ciğergüşe duhter-i Pakize ahter müştak etyledi. Ol gece sabahadek, Eyup Sultan yalısında, ve şehrinde sürür ve şadümaniler olunup, sabaha değin, paşa malından on kese tasadduk eyledi. Kırk kese mal dahi Kaya Sultan tasadduk edüp, beş yüz adem kisve-i günagün ile mülebbes olup, her birerleri hayır dua hizmetinde oldular.

Amma hikmet-i Bari ile ana rahminde son tabir ettikleri şey, masumlar tevellüd edince, akibince rahimden inüp, amma masdarından taşra çıkaramaz. İşte Kaya Sultan , lahim ve şahim sahibi olmakla, rahm içre son kalup, sultanın yüreğine yapışup, o gece ve sabahısı şehr-i Eyup içre sürür ve şadümani, cez’ü fez’e mübeddel olup, Paşa’nın cemi’ tevabii ve levahikinin başına kıyametler kopdu. Kaya Sultan’ı, kilimler içre koyup çalkaya çalkaya tamam etdiler. Baş aşağı, sultanı, iki kere asdılar. Ve bir dal fıçısı içre lebberleb çiçek suyu koyup sultanı fıçı içre koydular.

Hulasa-i kelam üç gün sultana öyle işkence etdiler ki, cihanda ettiği zevkler cümle burnundan geldi. Ahirülemr kanlı ebeler gelüp, kollarını badem yağı ile yağlayarak sultanın masdarından içerü dirseklerine varınca sokup: “İşte canım, elhamdüillah son çıkdı” diye bir pare deri çıkardılar. Bir ebe “Daha vardır” diye elini sokup, bir pare yaş deri, ciğer, şirden gibi günagün eşya çıkardılar.

Artık Kaya Sultan, vaz-ı hamlinin dördüncü günü şehid olup, ol an sera perdede hazır olan ademlerin cümlesi gelüp, sultanın naşı olan odaları ve gayri hazaini kilit ile mühürleyip, paşayı ve bizi sair odalara koyup, Köprülü’ye ve padişaha haber gönderiler.

Tarfatülayn içre, Darüssaade Ağası, Hazinedar Ağa, Hazinederbaşı, cümle vüzera gelüp malları ahz ü kabz ederek derhazine eyledi. Biçare cevariyi ise, uryan ve püryan bırakarak, Kaya Sultan’ın teçhiz ve tekfinine mübaşeret eylediler.

Zavallı Paşa, güya valih ü hayran olup, etrafa aları aları bakarken, İstanbul’dan bir baltacı gelüp, Paşa’nın İstanbul sarayında bulunan bin yedi yüz kese, üç bin tüfenk, iki yüz kılıç, sekiz yüz raht ve gaddere ve sekiz yüz zırh ve külah, serpenah ve kolçak, yancık ve su tasları, üç aded zerendüz otakları, hasılı kırk yıllık bir vezirin cemeylediği alat ve silahı, “Kaya malıdır” diye zapt ve kabz eylediklerini bildirdi. Paşa, feryad edüp;

-Bire avrad, zırh, külah, kılıç, otak, tüfenk ve kaplan postunu neyler? Onlar benim malımdır. Kaya, burada öldüğünden, onun sarayında bulundu” dedi.

Kimse dinlemeyip, paşanın yedi bin yüz nakid kese, yetmiş kese altun, on kese Kadde Kethuda malı altın dahi gidüp, paşa bu kerre can ve maldan ayrılarak, ya sabur, elhukmü lillah duasına mukayyed oldu.

Heman İstanbul’da Köprülü Vezir, “Kaya Sultan’ın malı cümle Valide Hanı’daki orta kulededir” diye kendisi varup, dört tabakasına girüp, bir büyük Mısır hasırısıyla bir mertebani tabaktan başka bir şey bulamayarak, haib ü haşir kayığa binerek, Eyüp Sultan’a geldi.

Kaya Sultan’ın cenazesinde hazır olup, cemi’ malları defter ile Bostancıbaşı kayığına koyup, “Cümlesini Haremeyn dolabına götürürüz” diye götürdüler. Melek Paşa:

-Ah, bire ademler, ben sağım, kerimem sağ, ve hal-i hayatta Teslim-i mütevelli olmuş bu kadar malı var. Bu esvaplar içre benim kendi esvaplarım dahi var. Diye feryad ettiyse de, Köprülü, feryadına bakmayıp:

-Haremeyn dolabı emin yerdedir, biz de kerimesi için bu malları ahz ü hıfz ederiz.

Diye cevap verüp, “kaldırıp cenazeyi” diyerek merhume sultanı kaldırtıp, Eba Eyyub-i Ansari Cami’nde yüz bin adem giriv ve feryad ederek, namazını kılıp, İmam İskelesi’nde Bostancıbaşı kayığına cenazeyi koyup cümle ülema , vükela, süleha, vüzera bin adet kayıklara süvar oldular. Ve tevhid ile kayıklar Kaya’yı götürdüler.

O esnada hatırıma, yirmi sene mukaddem vaki olmuş bir sergüzeşt ve serencam geldi: Melek Ahmed Paşa, Kaya’yı aldı. Zifaf gecesi, Kaya, Melek’i yanına uğratmadı. Bir kerre de paşanın sakalının bir yanını yolmakla, paşa, sakalı tamam oluncaya kadar beş ay kubbe altına gidemedi. Netice, meğer mel’un müsahibeler müneccim ve ceffarlar güya sultanın tallini bularak “Sakın sultanım, sen Melek’ten hamile kalma, ahar onun mazarratını çekip doğururken şehid olursun” diye merhume sultanı korkuttuklarından, paşayı yanına uğratmayıp, yedi yıl paşa kuru cerime çeküp, sultanın yanına varmadı. Bir gün valide sultan:

-Kaya’m, sen hiç doğurmazsın. Paşan kubbe altındaki mansıbına gitmiyor. Niçin hamile kalmazsın? Diye kendisini tekdir edip, Melek Paşa ile yüzleşdirir. Paşa’ya valide, bir cihetçe destur vermekle, o gece Kaya Sultan hamile kaldı.

Ondan Kaya Sultan, dokuz ay on gün sonra bir kız dünyaya getürüp ne öldü, ne yüzünün nuru bozuldu. Ahar Paşa’ya muhabbet edip, cemi’ müsahebe-i müfsideleri meclisinden kovarak, hep sohbeti paşa ile idi. Amma netice-i kelamda mukaddemdeki istihraç sahiplerinin sözü üzere Melek’ten hamile kalıp doğururken şehid oldu.

Bu sözler kayıkta hatırıma gelüp, bu ahvali paşaya işrap ettiğimde, paşa:

-Belli öyle oldu. Bu bir sırr-ı ilahidir ki, değme üstad-ı kamil buna vakıf olamaz. Hakka ki, on yedi yıldan sonra şimdi hür şehid olup gitdi. Ah, Kaya Sultan’ım efendim, velinimetimiz canım!

Diye biçare Melek ağlayarak Bahçekapısı’na vardı. Oradan nice bin adem tabutu ketiflerine alup, ta Ayasofya Cami’ne muttasıl Sultan İbrahim Han ve Sultan Mustafa Han türbesinde, haremine nazır pencerenin iç yüzüne defnettiler. Hemen paşayı o mahalde sar’a tutup, sultanın kabri üzre hak-alud oldukda, Köprülü:

-Beher adem, ayıp değil midir, bir avret için böyle edersin? Elem çekme, sana bir sultan daha veririm, ahdim olsun, dedikde, Melek:

-Ahdına yetişme, dedi.

Köprülü gazap-alud olup gitti. Cümle vüzera dahi paşayı alıp, sarayına götürdüler. Hakir, Kaya Sultan Türbesi’nde yedi gün yedi gece kalup, beş hatm-i şerif tilavet eyledim. Ziyarete gelen sultanlardan, yedi günde, yedi yüz kırk altun, yirmi bin çil cep akçesi, yedi şamane amber, altı okka od peyda edüp, hayır dua ederdim. Amma yine her gün beş vakitte Melek Ahmed Paşa gelüp, birer hatm-i şerif tilavet ettirerek, giriv ve feryadlar ederek:

-Ah Kaya’m gördüğüm vakıa bu idi ki, işte benden cihat cihat talak ile boşandın, der idi.

Hakka ki, ol asırda on yedi adet sultanlar var idi. Hiç birisi Melek ile Kaya’nın geçindiği gibi geçinemez idi. Sultan merhume, gayet akıbet-endiş, akile, müdebbire idi. Hakka ki Murad Han-ı Rabi’n duhter-i pakize ahteri olup cümle sultanlara ihsan ve inamlar ederdi. Amma nakam Kaya merhume, hin-i şahadetine henüz yirmi yedisine girmişti. Melek’ten gayrıya varmamıştı. Halet-i nez’inden üç sene mukaddem kendisinden gunagun keramet derecesinde rüya-yı salihalar, garaib ve acaip kelimat istima’ olunurdu.

İSTANBUL VE CİVARINDA BULUNAN ASKERLER VE ESNAF

İstanbul’un sanat ve meslek sahipleri elli yedi kısım olup umumi bin yüz sınıftır. Bunların toplanmasına memur olanlar, bütün vezirlerin çavuşlarıdır. Evvela bunlardan başlayalım. Bismillah:

Alay Çavuşları:

Cümle alay çavuşları, ellerinde çomak, dillerinde nağra küheylan atlara binip altışar parça yancıkları ve yumru su taşları ile, türlü zillerle, kemer, takım ve yanıklık ile atlarını bezenip kendileri dahi çeşit çeşit süslü elbiseler giyinmiş olup “Ya Suphan” sadasını sindirerek cadde üzerinde durur ve askeri alaya davet ederler.

Acemi Oğlanlar:

Bu acemi oğlanlar çöplük subaşısının alayına bin miktarı acayip şekilli, matruş, eğri külah, pür silah olup ellerinde süpürge ve küreklerle umumi yolları pak ederek geçerler. Bunların ardı sıra:

Arayıcıların Esnafı:

Bu taife çöplük subaşısına bağlıdır. İşleri: İstanbul içinde mahallelerde ve caddelerde ne kadar mezbele, çör çöp varsa zembiller ile taşıyıp derya kenarında tekneler içre yıkıp içinde akçe ve mangır ve çivi ve gayri türlü eşya bulup geçinirler. Amma bazı yerlerde, kadeh ve sorguç ve elmaslı kuşak, yüzük yaşlarından döşenmiş kıymetli eşyalar bulurlar. Bu taife çöplük subaşısına yıllık altmış bin akçe vergi verip İstanbul içre arayıcılık ederler. Bu arayıcı esnafı beş yüz kişi kadar olup ta kasıklarına kadar battal siyah kaftanlar ile başlarında külahlar ve omuzlarında uzun sarıklar, ucunda çapa, demir kazmalar ve arkalarında yuvarlak ağaç tekneler ve ellerinde kazmalar ve bazılarının ellerinde süpürgeler ve kürekler ve omuzlarında zembil ve çuvallar ve çöp sepetleriyle bir huyuhuy ederek alay ile geçerler.  Onların ardı sıra:

Mezar Kazan Sınıf:

Mezar kazanlar, kabirciler, cümle iki bin sekiz neferdir. Ordu içre silahlı olup ellerinde kazma kürek, dillerinde “Suphanallah!” giderler. Halkın iyi hallerinden kimselerdir ki edeple geçerler.  Bu taifenin işi savaşta şehitleri defnetmektir. Bunlar sefere memurlardır. Ardı sıra:

Lağımcılar Sınıfı:

Bu taife beş bin kişidir. Silahlı olup büyük bal fıçılarını türlü türlü yeşil renkli yaprakla bezenip sırıklarla fıçıları omuzlarında getirip ellerinde kazma kürekler ve meydan süpürgeleri ve gerdefleri, nöbet ile baştan başa yolları süpürüp gerdellere ve fıçılara doldurup geçerler. Bu esnafın savaşlarda işi: Bir kale fethedilmek istenildikte bunlar duvarı dibinde bir yer kazıp içine barut doldurarak ateş ile dıvarı berhava ederek kaleyi alırlar. Bu taife İstanbul’da ekseri Kayseri Ermenileridir. Bundan sonra:

Salahorlar Sınıfı:

Bu taife dokuz bin kişidir. Hakikaten askerledir. Sefer yollarında çalılık ve ormanlıkları kırıp batak yerleri doldurup askerin ve balyemez topların geçmesine yol açarlar. Ellerinde kazma ve kürekleri, demir küsküleri ve baltaları ve ferhadı külünkleri ile geçerler. Çok lüzumlu bir sınıf askerleridir. Bunların ardı sıra:

Teberdarlar ve Lağımcıbaşı Sınıfı:

Bu taife bin kişidir. Cümle vilayetlerde ne kadar taş kesen varsa silahlanıp ellerinde kazmaları ve küsküleri, leğenleri, kamaları kürekleri, bellerinde baltaları ile bir hayu huy ile geçerler. Bunların seferdeki işleri: Bir yüksek dağ üstünde bulunur ve andan geçmek güç görünürse, bunlar, bir gün evvel gidip ol yüksek dağı bir günde düz yol ederler. Bir kalenin fethinde müşkülat çekilirse, bunlar, temelinde girip yıkarlar.

İşte buraya kadar zikrolunan sınıflar, mükellef ve mükemmel, silahlı olarak yolları, sonuna varıncaya kadar temizlemeğe başlar ve bu üslup üzere cümle ağaları, yüzbaşıları, lağımcıbaşı ve çöplük subaşısı yan yana ve ardları sıra cümle iç oğlanları ve ardlarınca sekiz kat mehterhane çalarak, şakalar ederek Alay Köşkü dibinden Padişah’ın huzurundan geçerler. Bu kısımların iptida geçmesi yolların temizlenmesi için elzem olup sonra asker ve diğer halk sınıfları geçerler.

İstanbul Bekçileri:

On iki bin kişidir. Kırk bin derler. Fakat mübalağadır. Üç yüz kişisi eski bedesten bekçileridir ki gedikli ulufeli adamlardır. Geri kalanları her gece sabaha dek İstanbul içre köşk beklerler. Bu esnaf subaşıya tabi olduğundan onun ordu ve alayında çeşit çeşit fanusları yakıp ellerinde ucu demirli sopaları, bellerinde kılıç, ok ve kemanlariyle çuldan esvap geyip başlarında korkunç acayip taçlar ve türlü türlü sivri külahlar ile yerlere sopa urarak, hırsız kaçırmış şeklinde “Bire, komam! Kaçtı ha! Vardı ha!” gibi şeylerle seyircileri güldürürler.

Mektep Hocaları ve Çocuklar

Mektepte okuyan küçük çocukların hesabı imkansızdır. Allah sayılarını arttıra!… Hocaların sayısı bin dokuz yüz doksan üç, mektep sayısı bin dokuz yüz doksan üç. Amma bu muallimlerin binlerce cin askeri gibi küçük ve büyük talebeleri hesapsız kağıttan külahlar giyip ellerinde dümbelekler çalıp her mektebin talebesi bir türlü elbise ile çeşitli şakalar ederek, kimisi “Allah Sultana yardım etsin!” ve kimisi:

Gaza eylen İlahi hörmetiyçün

Dahi bin bir sıfatı hörtmeliyçün

Deyip ve diğer küçük çocuklar amin diye bağırırlar. Üstatları da dua ederek dalga dalga ve sürü sürü geçerler. Daha binlerce sevimli çocuklar dahi başlarında takkeleri üzre çeşit çeşit taçlarla kendilerini süsleyip ellerinde def ve kudüm ve Eyup dümbelekleriyle “Allah Sultana yardım etsin!” deyip ellerini birbirine vurdukça sesleri göklere erişir. Bu nazenin çocukların alaylarını seyretmek hepsinden ziyade ruha neşe verir. Nasıl vermesin ki sevimli yüzleri günahsızlık nuriyle dolu bir alay temiz masumlardır.

Medrese Talebeleri:

On iki bin adettir. Bunlar da hesapsız yanmış kanmış insanlar. On iki bini kemerbaşı be hademeleriyle çeşit çeşit keçe külahları üzre renk renk çiçekler sokup mübarek başlarını süsleyerek ellerinde Kuduri ve Mülteka, Keşşaf, Kadı Tefsirleri ve bellerinde kılıçları ve sapanları ve kirişli yayları ve okları ile şiirler okuyarak hepsi de piyade ve kemerbaşıları ata binmiş oldukları halde ders müzakere eder gibi geçerken “Allah için savaşı!” ayetini tefsir ettiklerinde Murat Han hazzedip üç kese altın saçar.

Çiftçiler:

Bu taife köylü yani ekinci, ayaklarında çarıklar, omuzlarında aba, dolma, çeşit çeşit yapağı hırkalar, başlarında taçlar üzre envai teller ile süslenip nice bin sığırları ve mandaları, boynuzlarını altın varak ile yaldızlayıp, her Türk, belide kemer, kuşaklar ve siyah renkli atlas çullar ve nice bin kınalı sığır ve mandalara boyunduruk geçirip çifte çifte sabana, pulluğa koşup ellerinde nodul, övendire, kerebi mislli aletler ile mandaları saban sürer gibi sürüp  “Ekmek benden, bereket senden, ver Allahım var!” diye feryat ederek boğazlarında torba torba atmaca, yani buğday tohumunu halk üzre serperek “Benim elim değil, Adem Baba elidir. Yarabbi berekat-ı Halil ver!” diye sürü sürü geçerler.

Ekmekçiler:

Bu ekmekçiler sınıfının dükkanları dokuz yüz doksan dokuz olup çalışanı on bindir. Bunlar arabalar üzre ekmekçi dükkanları yapıp kimi hamur yoğurur, kimi pişirir. Seyircilere ufakça ekmek parçaları ulaştırırlar ki somunu hamam kubbesi kadar, üstü çörek otlu has ve beyaz olup tahtırevanlar ve arabalar ve kızaklar üzre yüklediler. Her biri ellişer kantar gelir ekmeklerdir. Kızaklar üzre olan ekmekleri yedi sekiz çift manda çeker. Nice böyle büyük ekmek yaparlar! Lakin bu gibi ekmekleri fırında pişirmek mümkün değildir. Yeri hendek gibi yarıp üstlerine kül döküp dört yanını ateş ederler, yavaş yavaş pişer. Elhasıl görmeğe muhtaçtır. Ve dükkanlarında nice türlü beyaz ramazan pideleri ve somunları ve lavaş ve yufka ekmekleri olur. Mezkur büyük ekmeklerin birkaç tanesi Alay Köşkü dibinde padişah huzurunda, birkaç tanesi de İstanbul kadısı hanesinde yağma ettirirler. Alayları orda nihayet bulup herkes hanelerine dönerler.

Dalgıçar:

Galata’da, Kasımpaşa’da lonca yerlerinde bulunurlar. Amma bu dalgıçlar inci çıkaran gibi emsalsiz değillerdir. Anlar Hürmüz deryasında ağızlarına zeytinyağı doldurarak yetmiş kulaç derinliğe dalıp zeytinyağını püskürtünce denizin içi aydınlık olur, inciyi çıkarırlar. Bu dalgıçların bazıları ellerinde gayet keskin ve iki taraflı bıçak taşırlar. Bu da deniz dibinde balık veya deniz canavarına rast gelirse o bıçakla çarpışmak içindir.

Sergüzeşt:

Hacı Nasır namında bir dalgıç dostumuz vardı. O zat hikaye ederdi ki: Bir kere Habeş Harkovası önünde Mostarlı Mustafa Paşa fermanıyla inci çıkarmak için deryaya daldım. Bıçağım da elimdi idi. Ansızın ejder misal bir deniz canavarı gelip asla aman vermeyerek beni yuttu. Sanki bir buz deryası içinde karanlık bir yere girdim. Amma Allahın inayetiyle hiç korku düşünmedim, bunalmadım. Daima orada nefes alıp verdim ki deryada böyle nefes alınamazdı. Fakat vücudum soğukluğun şiddetinden erimeğe başladı. Hakikat, derya mahluklarının tabiatları soğukluk üzre oluyor. Nihayet bildim ki bu balığın karnında kaldıkça mahvolacağım. İptida kaba oyluklarımın derileri soyulmaya başladı. İçinden Allaha yönelip kurtulmamı rica eyledim. Balığın karnında asla hareket etmeyip bir geniş sıyrıncık yeri iki ellerimdeki çakı ile yoklayıp dururken balığın karnı gök gibi gürledi. Ben çakının sırtını iki elimle sıkı sıkı tuttum. Kah baş aşağı, kah yukarı bir zaman gittik. Bir zaman sonra evvelki gibi balığın karnında rahat kaldım. Canım sıkılmaya başladı. Fakat balığın ciğerleri, bağırsakları hareketten kaldı. Ne kadar vakit geçtiğini bilemiyorum, anı gördüm ki içinde olduğum balık erimeğe başladı. “Ya Rabbi, bu ne haldir!” diye elimle oyluklarıma yapıştım. Etlerim kopmaya başlayınca aklım başıma geldi. Henüz kuvvet bedende iken balığın ağzına doğru varıp çekinmeden dışarı çektim. Fakat çıktığım yer yine karanlıktı. Dört yanımı yokladım, büyük bir saray divanhanesi gibi geniş bir meydan. Bazı yerinde, bazı tarafında bağırsaklar. Yine beni hayret aldı. Hayli durdum, mis kokusu gibi bir güzel koku beni helak edeyazdı. Can korkusu ile ayak üzre gezinmeye başladım. Gördüm ki bir sıyrıncık yerdir. Bildim ki bu da balıktır. Hemen aklım başıma gelip “Durduğum mahal karındır, ince deridir, ağzından çıkmadım ise burayı yarıp çıkayım” deyip hemen Allaha sığınıp elimdeki bıçak ile balığın aşağı tarafına urdum ki şiddetinden karnı yarılıp derya içine düştüm. Elimde bıçak ile derya yüzünde yüzerek sahile geldim. Takatsiz ve mecalsiz kum üzerinde yatarken anı gördüm ki balık, deryada minare boyunca sıçrayarak burnumun han kapısı gibi deliklerinden nehir gibi sular, şadırvanlar çıkarak bir kadırga süratiyle doğru Mostralı Mustafa Paşa tarafına revan oldu. Oraya vardıkta karaya düşmüş, ben de rast geldiğim bir gemiye binip aba kebe ile kendimi sarmalayarak ertesi gün Mustafa Paşa’ya geldim. Sergüzeştimi size söylediğim gibi ana da naklettim. Cümlesi hayrette kaldılar. Yüzülen yerleri gördüler, ilaç etmeye başladılar. Meğer düştüğüm yerden Paşanın bir gün bir gece imiş. Bunun üzerine Paşa cümle askeriyle balığın yanına varıp karaya çekti. Parça parça edince gördüler ki beni yutan balığı da bu büyük balık yutmuş. İşte büyük balığın karnını bıçak ile yarıp çıktığım ve hikayemin doğru olduğu böylece ispat olundu.

Filhakika, Harkova’da birçok kimselerle görüştüm, tıpkı Hacı Nasır’ın ifadesi gibi söylediler. Hacı Nasır’ın karnını yardığı balığı gördüklerini söylediler. Mostarlı Mustafa Paşa nazarında dahi bu vaka ispat edilmiş olduğundan merhum o asırda sicile kaydettirmişti. Sözün kısası deryada böyle canavarlar olduğu gibi böyle dalgıçlar da var.

KAYNAKÇA: İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) – Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) – Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) – Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Evliya Çelebi’nin Çocukluğu (1993), Mücteba İlgürel / Evliya Çelebi (TDV İslâm Ansiklopedisi, c.11, 1995), Dr. Mustafa Duman / Trabzon’u Anlatan Birkaç Kitap (Cumhuriyet Kitap, 11.7.2002), Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002).

 

Paylaş