HAYATI
Öykü yazarı. 5 Ocak 1928 günü Diyarbakır’da dünyaya geldi. 24 Mayıs 2011’de Diyarbakır’da yaşama veda etti. 26 Mayıs Perşembe günü Diyarbakır Beraat Camiinde kılınan ikindi namazı sonrası Mardinkapı Mezarlığında toprağa verildi.
Tam adı Aydın Esma Ocak. Şevkiye Hanım ile tarım il müdürü Osman Şahap Yıldırım’ın kızı. Şair, milletvekili Osman Ocak Nakiboğlu dayısıdır. Lise öğrenimini yarım bıraktı. Diyarbakır’ı Tanıtma Kültür ve Dayanışma Vakfı başkanı, TYS ve Edebiyatçılar Derneği üyesi. Diyarbakır’da yaşıyor; dul, üç çocuk annesi. 1990’da Atıf Yılmaz tarafından sinemaya aktarılarak birçok uluslararası ödül alan Berdel ile tanındı. “Berdel” ve “Yeni Çardak” öyküleri tiyatroya uyarlandı.
ESERLERİ
Öykü ve Roman:
- Berdel, Ank. Memleket, 1981 (Almancaya çevrildi ve Almanya’da basıldı)
- Kırlar Dağının Düzü, Ank.: Memleket, 1982
- Kervan Servan, Ank.: Dayanışma, 1983
- Sara Sara, Ank.: Memleket, 1987
- Kuyudaki Ses, İst.: Ajans 21, 1990
- Muş Gürcüsü Destanı, Ank.: San Mtb., 1991
- Surlu Kentin Sır Suyu, ?, Akşam Ofset, 1994
- Kadınlar Mektebi, ?, Akşam Ofset, 1995
- Duvar İçindeki Diyar (Diyar-be-kir), ?, Pakajans, 1998
- Münire, İst.: Bir Harf, 2005
- İçerdeki Avcı, Diyarbakır: Dicle Sahaf, 2008
Biyografi:
- Bir Filozofun Özel Yaşamı Ziya Gökalp, İst.: Bir Harf, 2006
ESER ÖRNEKLERİ
KARACADAĞ’DAN
…
Yüzyıllar boyu sürdüre geldiği misafirperverliği gereği, sonu gelmez kervanlara, tilki, geyik, kurt, kuş katarlarıyla, yaban keçisi sürülerine kol, kucak açar, doruklarında uçuşan bulutlara baş değdirebilmek sevdasıyla dinçleştikçe dinçleşirmiş. Amma ve lâkin günün birinde görkemine göz diken azılı bir canavar, varlığını yok etmek ihtirasıyla üstüne doğru yürüyüp, dipten doruğa yalayıp yutmak suretiyle, bugünkü duruma düşürmüş zavallıcığı.
Asırlardan beri az ötesindeki toprakların altında yatıp uyuyan bu canavarın adı bakır madeni, dürtükleyip uykudan uyandıranı da, devletmiş. Eşe deşe devire, çevire altım üstüne getire kazmalaya damarına parmak basınca, öyle bir öfkeyle silkinip, başını topraktan çıkararak kükremiş ki, korkudan ödü kopan Karacadağ, olduğu yere sinivermiş. Nasıl sinmesin ki? Boynuna geçirdikleri kemendi ellerinde tutan devlet adamlarının, bu canavarı hale yola sokmak için yakmayı planlayıp, altına verilecek odunu kendisinden temin etmeye kalkışabilecekleri korkusuna kapılmış. “Aman! yaman” diyemeden de korktuğuna uğramış.
Devrin boş beyinli idarecileri kafa kafaya vererek, bir sürü istişarede, fikir alış verişinde bulunduktan sonra, akıl almaz bir sorumlulukla katline ferman hazırlamışlar. Koca Karacadağ’ın.
Bulunan madeni eritip bakıra dönüştürmek için, o bölgeye bilmem kaç katır yükü odun getirecek olanların askerlikten affedilecekleri yasasını çıkarmışlar. Yasa ilan edilir edilmez, eli balta tutan herkesle birlikte, çevre kent, ilçe ve köylerden akın akın, ordular halinde gelenlerin tecavüzüne uğramış. O devletten bu zillete, o bekaretten bu saldırıya uğrayışa nasıl dayansın cömertliği, mertliği, güzelliği ile göğsünü bir kalkan gibi sivriltip duran Karacadağ? Kahrından, utancından yerin dibine girmek istercesine suyunu selini kamına çekip, ölüm gibi ağır bir uykuya dalmış.
İsterseniz biz sizinle Karacadağ’m bu günkü hallere düşmeden önceki yıllara doğru şöyle hayali bir yolculuk yapıp, tarih ve edebiyetamıza damgasını vuran bir olayı birlikte yaşayalım.
1554 yılında İran seferinden hasta olarak dönen Muhteşem Süleyman o hükümdarlar hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman, konaklamak üzere, otağını Karacadağ’in eteğindeki ormanlığa kurdurtarak istirahate çekilmiş, ciğerlerinden rahatsızmış. Yorgunluğuna, stres ve heyecanlarına eklenen terleyip üşümelerden, iştahsızlıkla yoklayan ateşlerden zayıflayıp bitkin düşen bu ülkeler fatihi dev yürekli, narin yapılı hünkarın gönlü, ölüme yenik düşerek bu güzelim dünyayı, bu koca imparatorluğun hükümdarlığını bu yaşta ve böyle feci bir şekilde bırakıp gitmeye razı gelmediğinden, Azraille cedelleşmeye başlamış. Tutuştukları güreşten yenik çıkmak üzere olduğunu algılayınca, zaptettiği kalelerin, kazandığı zaferlerin, sahibi bulunduğu debdebe ve daratın tümü nazarında sıfıra inmiş. Müthiş bir yıkım içine girdiğinden, yüzüne, acılı, hüzünlü, sert çizgiler oturmuş. Başucunda bekleyen hekimlerinin önerileriyle yapıp sundukları ilaçları reddeder bir umutsuzluk içinde yıkılıp kaldığı yatağında ateşin etkisiyle sayıklayıp, öteki dünya seferine hazırlanırken, ilerleyen günlerin, ciğerlerini zorlayan nefesine rahatlamaya benzer bir hafiflik getirdiğini sezgileyerek, cılız da olsa yaşama dönebileceği gibi bir umuda kapılmış.
…
KAYNAKÇA: Özgüç, II, 371; Ş. Beysanoğlu, Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları, 3. c., (2. bas.) Ank., 1997, s. 304-306.