HAYATI

Gazeteci, yazar ve besteci. 1895’te İstanbul’da dünyaya geldi. 21 Eylül 1932’de İstanbul’da oldukça uzun süren bir hastalıktan sonra yaşama veda etti. Heybeliada Abbas Paşa Mezarlığı’nda toprağa verildi. Babası Bahâeddin Efendi Kıbrıs’tan Ermenek’e gelip yerleşen bir ailenin çocuğudur. Posta ve telgraf memuru olması dolayısıyla çok dolaşan ve her gittiği yerde yeniden evlenen, ayrılırken de evlendiklerini terkeden Bahâeddin Efendi, Ahmed Râsim’in annesi Nevber Hanım’la İstanbul’da evlendi; ancak bir süre sonra Tekirdağ’a tayin edilince karısını ve çocuğunu bırakıp İstanbul’dan ayrıldı. Ahmet Rasim, bu sebeple annesi tarafından güç koşullarda büyütüldü.

Ahmet Rasim, eniştesi Miralay Mehmet Bey’in de yardımları ile Sofular’daki mahalle mektebinde başladığı öğrenimini, Sarıgüzel’de Hafız Paşa Mektebi’nde tamamladı. Bu dönemde eniştesinin konağında özel bir hocadan Arapça dersleri aldı. Ortaöğrenimini Darüşşafaka’da tamamlayan Ahmet Rasim, bu sırada tanınmış bazı hocalardan yararlanırken, bir yandan da dönemin edebiyat ve düşünsel yaşamını yakından izleyerek başta Şinasi ve Namık Kemal olmak üzere Ziya Paşa ile Ahmet Mithat Efendi’nin yapıtlarını okudu. Kendi çabası ile biraz Fransızca öğrendi. Okuduklarının etkisi ile ilk denemelerini de bu dönemde kaleme aldı. Ahmet Rasim, okulu bitirdikten sonra Posta ve Telgraf Nezareti’nde memur olarak çalışmaya başladı. Bir ara Maarif Nezareti Teftiş ve Muayene Encümeni üyeliğine getirildiyse de kendisine çok sıkıcı gelen memurluğu bir türlü benimseyemediğinden burada da uzun süre çalışamadı.

Ahmet Rasim, 1885’te dönemin pek çok genç yeteneğinin gibi onun da elinden tutan Ahmet Mithat Efendi’nin çıkardığı Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazmaya başladı. Ahmet Rasim, aynı zamanda Ceride-i Havadis için çeviriler yaptı. 1898’de Alman imparatoru II. Wilhelm’in Suriye gezisi sırasında Malumat gazetesi tarafından muhabir olarak Suriye’ye gönderildi. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonraki günlerde Hüseyin Rahmi ile birlikte Boşboğaz ile Güllabi adı ile bir mizah dergisi çıkardı. 1912’de Balkan Savaşı sırasında savaş muhabiri olarak Sofya’ya gitti. I. Dünya Savaşı’nda yine aynı görevle, bu defa Romanya cephesinde bulundu. 1927’de İstanbul milletvekili seçilerek TBMM’ye girdi ve bu görevi ölümüne kadar sürdürdü.

Henüz Posta ve Telgraf Nezareti’nde çalıştığı sırada Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazı yazmaya başlayan Ahmet Rasim, özellikle Ahmet Mithat Efendi’nin teşviki ile benimsemiş olduğu yazarlık mesleğini hayatının sonuna kadar sürdürmüş, elektriğe ve fonografa ilişkin çeşitli fenni yazılardan başlayarak okul kitaplarına, şiir, öykü ve roman denemelerinden gazete fıkralarına, makale ve sohbet tarzı yazılardan anı ve tarihe varıncaya kadar çok geniş bir alanda yeni yapıtlar ortaya koymuştur.

EDEBİ KİŞİLİĞİ

Ahmet Rasim’de edebiyat merakı Ahmet Mithat Efendi’nin romanlarını okumakla başladı. Gazetecilik mesleğine de Ahmet Mithat Efendi’nin yardımları ve rehberliği ile girdi. Ahmet Rasim, Ahmet Mithat Efendi’nin Şinasi’den hareketle açtığı yolun halk seviyesine ve ihtiyaçlarına yönelen yazı yolunun en başarılı ustalarından biri olarak gösterildi. “Halkçı Okul”’un gittikçe genişleyen okuyucu kitlesine bağlı olarak yeni gelişmeleri yakından izledi ve yukarıda da belirtildiği gibi yazı türlerinin hemen hemen hepsinden eserler verdi.

Ahmet Rasim, Tanzimat’tan sonraki Türk edebiyatının ikinci kuşağına mensup edebiyatçılarla Servet-i Fünuncular’ın etkinlik gösterdiği yıllarda edebiyat dünyasına adım attı. Yazar, bu dönemin siyasi ve edebi tartışmalarından uzak durmuş, hiçbir akıma katılmamıştır, daha çok üstadı Ahmet Mithat Efendi’nin çizgisinde okuyucusuna bir şeyler öğretmeyi amaç edinen bir sanat anlayışını benimsemiştir. Muallim Naci ve arkadaşlarının Tercüman-ı Hakikat’ten ayrılmalarının henüz ikinvi gününde Ahmet Mithat Efendi tarafından övücü sözlerle basın dünyasına takdim edilen Ahmet Rasim, II. Abdülhamit, II. Meşrutiyet, Mütareke ve Cumhuriyet dönemlerinde Gülşen, Sebat, Hamiyet, Berk, Şafak, Resimli Gazete, Maarif, Hazine-i Fünun, Mektep, İrtika, Basiret, Tasvir-i Efkar, Sabah, İkdam, Vakit, Akşam, İleri, Yenigün, Donanma, Resimli Kitap, Musavver Muhit ve Cumhuriyet gibi pek çok dergi ve gazetede anı, fıkra ve sohbet yazıları yayımladı.

Güzel, akıcı ve yalın Türkçesi, ciddi gözlemlere dayanan renkli üslubuyla büyük bir okuyucu kitlesinin ilgi odağı haline gelen yazar, Darüşşafaka’dan mezun olduktan sonra içinde doğup büyüdüğü şehrin çeşitli semtlerini, buralarda yaşayan insanları ve onların yaşadığı hayat sahnelerini tanımaya çalışmış, böylece dikkatini evden mahalleye, mahalleden de bütün şehre yaymıştır. Şehrin önce sokak ve meydanlarıyla bayram ve kandil gibi farklı gün ve gecelerde sahne olduğu olayları dikkatle gözlemiş, giderek meyhanelere devam etmeye, bu tür eğlence yerlerinin muaşeret kurallarını öğrenmeye başlamıştır. Aile ve okul çevresi ise onun, çağdaşlarından farklı olarak, aşırı biçimde alafrangalaşmasına engel olmuştur. Basın üzerinde yoğun bir baskının bulunduğu II. Meşrutiyet öncesi yıllarda, o hem yazı hayatını sürdürmüş, hem de yazılarını zevkle okutmasını bilmiş az sayıdaki yazarlardan biridir.

Ahmet Rasim yazı hayatına başladığı yıllarda bir yanda eski zevk ve anlayışı sürdürmeye çalışanlar, bir yanda da tam anlamıyla Batılılaşma taraftarları bulunmaktaydı. Bu grupların her ikisine de katılmayan yazar, kendi ifadesiyle, orta yolu benimsemiş bir “mutavassıt”tır. Mahalli hayatımız ve yüzyıllar içinde oluşan ulusal zevklerimiz göz ardı edilmeden Batı’dan gelen yenilikleri benimsemenin daha uygun olacağını savunan Ahmet Rasim, bu anlayış doğrultusunda kaleme aldığı yapıtlarıyla İstanbul’da sürdürülen hayat sahnelerini ve insanları bütün ayrıntılarıyla anlatmıştır.

Yusuf Ziya Ortaç, Ahmet Rasim hakkında “Türk edebiyatının ölümsüz kalemlerinden biri olan, kendini tanımaya vakit ayıramayan kuşakların unutmaya başladığı Ahmet Rasim, en kuvvetli anlamıyla büyük bir artist, büyük bir yazardı… Ahmet Rasim’in yazılarında özellikle İstanbul  ; sokakları, evleri, anıt ve genel kurumları, meyhane ve batakhaneleri, mesire yerleri, vapurları ve kayıkları, bir kelimede toplarsak görüntü ve insanları ile sesli ve renkli bir lm halinde akmaktadır. Balıkçılar, tulumbacılar, serseriler, kumarbazlar, devrin tanınmış simaları, sanatkarları, mahalle aralarında yükselen kadın ve çoluk çocuk sesleri, yangınlarda, gece baskınlarında, meyhane kavgalarında yükselen karışık, anonim sesler, tabaka tabaka, sınıf sınıf, yaş yaş bütün bir İstanbu, Ahmet Rasim’in yazılarıhnda en öz dilleri, şiveleri, argolarıyla konuşulur. Ahmet Rasim’in eserlerini sıkarsak: İstanbul’un kokusu, esansı damlar” değerlendirmesini yapar.

ESERLERİ

FIKRA-MAKALE-SOHBET

  • Külliyat-ı Say ü Tahrir: Makalat ve Musahabat (1907)
  • Şehir Mektupları (4 cilt, 1910-11 yeni bas. haz. Ahmet Kabaklı, 1971, Nuri Akbayar)
  • Ciddi ü Mizah (1918)
  • Eşkal-i Zaman (1918, yeni bas. haz. Orhan Şaik Gökyay, 1969)
  • Gülüp Ağladıklarım (1926, haz. Ahmet Sevinç, 1978)
  • Muharrir Bu Ya (1926,  yeni bas. haz. Hikmet Dizdaroğlu 1969)
  • Ramazan Sohbetleri (Sadeleştiren Muzaffer Gökman, 1967)
  • Makâlât ve Musahâbât (1907)

HİKÂYE:

  • Numune-i Hayal (1894)
  • Belki Ben Aldanıyorum (1909)
  • İki Güzel Günahkâr (1922)
  • İki Günahsız Sevda (1923)

ROMAN:

  • İlk Sevgi (1890)
  • Bir Selenin Evrak-ı Metrûkesi (1891)
  • Güzel Eleni (1891, 1989, 1900, 1922)
  • Meşak-ı Hayat (Servet-i Fünûn’da tefrika 1891, 1900)
  • Endişe-i Hayat (Servet-i Fünun’da tefrika 1891, 1898, 1900)
  • Leyal-i Iztırab (Servet-i Fünûn’da tefrika 1891, 1901, haz. Zeki Çakılalan, 2004)
  • Meyl-i Dil (1891)
  • Afe (1892)
  • Mektep Arkadaşım (1894,1899)
  • Tecrübesiz Aşk (1894)
  • Biçare Genç (1894)
  • Asker Oğlu (1897, yay. haz. Erol Ülgen)
  • Nâkâm (Malut gazetesi eki olarak 1897)
  • Ülfet (1889, Hamamcı Ülfet adıyla 1922, 1958)
  • Ömr-i Ebedî (4 cilt, 1897-1900).

MEKTUP:

  • Kitâbe-i Gam (3 cilt, 1897-99)

İNCELEME:

  • İlk Büyük Muharrirlerden Şinasi (1927)

TARİH:

  • Resimli ve Haritalı Osmanlı Tarihi (4 cilt, 1910-12, haz. Hakkı Dursun Yıldız, 1969)
  • Tarih ve Muharrir (1910)
  • İki Hatırat, Üç Şahsiyet (1916, haz. İbrahim Olgun1976)
  • İstibdattan Hakimiyet-i Milliyeye 1-2 (1924, 1. cildi Osmanlı İmparatorluğunun Reform Çabaları İçinde Batış Evreleri adıyla sadeleştiren H. V. Velidedeoğlu)
  • Menakıb-ı İslam 1-2 (1910).

DİĞER:

  • Seçmeler (1968)
  • Anılar ve Söyleşiler  (yay. haz. Nuri Erten 1983).
ESER ÖRNEKLERİ

GECELERİM’DEN BİR ÖRNEK

“…

Daha küçük idim. Henüz sekiz, dokuz yaşında var idim. Ana yavrusu. Ah! Anamı pek severim. Benim, hem babam, hem de en büyük velinimetimdir. Onun el dikişi dikerek beni beslediğini bilirim. Ben afacan, zavallı kadın, maişetini istila eden mihneti zaruret arasında, komşulardan da tekdir işitir. Benim için, onu azarlarlar. Ya birinin çocuğunu döverim, ya top oynarken camını kırarım. Mektepten kaçarım. Bir kere kaçtım mı? Artık haftalarca gitmem. Gitsem dayak var. Bu korku beni tiril tiril titretir. Sabahleyin kalkarım. Güya mektebe gidecek imişim gibi hazırlanırım. Sepetime yemeğimi koyar, cüz kesemi boynuma takar. Elime iki veya bir bakır onluk verir. Bazen:

-Oğlum! Rasim! Dünyada iki dalım var. Biri sen biri Yusuf. Fakat o babasının yanında. O zengin, bak ben fakirim. Oku. Adam olmaya çalış. Yavrum, ben de ölürsem sen sonra sefil kalırsın. Yaramazlık etme. Beni üzme Ötekinden berikinden söz işittirme. Sonra hırpalanıyorsun. Zaten dayak yemekten kuru kemik kaldın.

Tarzında nasihat verir. Fakat kim dinler? Ben sabi bir müdahin. Mürai. Fakat yalnız valdeyi, ceviz oynarken mahalle çocuklarını aldatırım. Hiç hoca kanar mı? O müthiş falaka üzeri yağlı gibi parlak duran değnek, tabanlarıma indikçe, bana cihanı zindan eder. Okumak mı? Benim yediğim dayaklar, onun yüzünden değil mi? Şehzade camii avlusundan iyi mektep olur mu? Ceviz, topaç, esir almaca, saklambaç, Vefalı çocuklarla kavga, birdirbir, uzun eşek, kaydırak, kızak, kar topu patırtısı, ihtiyar kayyum ile alay, mezarlıktaki ağaçlara çıkıp ötekine berikine kozalak atış, macun çevirme, merkep-suvar olarak meydandan gezme, çukura ceviz atma, çırpma gibi oyunlar varken “Amme” cüzünü kim bitirir? Ben camii avlusundan bu kadar oyun öğreniyorum. Kifayet etmez mi?

Evden çıkar çıkmaz, valideye gösteriş olmak üzere mektep tarafına doğru giderim. Oradan da bir tarafa sapar, camii avlusuna kendimi dar atarım. Akşama kadar oynarım. Yemeğim var. Param da var. Elverir. Cumartesi günleri zenginlik zamanımdır. Zira valide, hocaya altmış, kalfaya kırk para gönderir. Yirmi de bana verirse, tam üç kuruşum olur ki, o zaman için büyük bir servettir. Hoca yüzümü görmez ki haftalık alsın. Bir gün camide oynuyorum. Ağır bir el kulağıma yapıştı. Ben arkadaşlarımdan biri çekiyor zannı ile “etme, dönersem vururum” diyerek, elimdeki ceviz ile nişan almaya devam ederken bir sille ensemde patladı. Yüzükoyun düştüm. Bir de ne bakayım? Kalfa? Ne?

Hayatım çekiliyor zannettim. Öteki çocuklar hep bana bakıyor. Ağlayamadım. Adamcağız cellat gibi durmuş bakıyor, benim de burnumdan zırıl zırıl kan akıyor. Kalfa attığı tokadın ehemmiyetini anladığı halde, yine o tavrı hunrizi le sert sert:

-Haydi mektebe! Dedi.

Cüz kesemin içindeki cevizlerle birlikte yürüdüm. Mektebe yaklaştıkça korku arttı. Çocukların o kadar velvelesi arasında hocanın değneği şakırdıyor. Yine o kendisini işittiriyordu. Bittim, takatim kalmadı.

İçeri girdik. Ben daha girer girmez, falaka da indi. Ayaklarımı çıkarttılar. Herkes sükut.

Ben bayılmışım. Ayılmışım. Eve gideceğim. Yürüyemiyorum. Tabanlarım yaralı. Güç hal ile gittim. Valide beni bekliyor, o da işten haberdar, meğer bu belayı başıma getiren o imiş. Hamama gidecekmiş, beni mektepten almaya gelmiş, bulamayınca kalfaya yönelmiş. O bela da geldi, beni buldu.

Valide Hanım dayak yediğimi biliyor. O dövmedi. Yemeği yer yemez uyudum. Fakat dayak da canıma kar etmiş olmalı ki, inliyormuşum. Kadının merakı artmış. Ayaklarıma bakacağına, yüzüme bakarmış. Ben o geceyi inleye inleye sabah ettim.

Hamama gittik. Valide, az kaldı bayılacak idi. Ben de şaşırdım. Tırnaklarım mosmor. Kan oturmuş. Kestikçe kan fışkırıyor. Annem ağladı. Bir daha o mektebe yollamayacağına ant içti.”

(Ahmet Rasim, Gecelerim, İstanbul, 1898, s: 8-11)

KAVUKLU HAMDİ

Meşhur kavuklu Hamdi Efendi’yi pek sever, onunla pek samimi görüşürdüm. Macar akademyası aza-yı mühimmesinden müderris-i muhterem doktor Kunoş orta oyunları hakkında vaktiyle İstanbul’da icra ettiği tetkikatta “ser verilir, sır verilmez” fetvasına uğradığı hissedince bizzat ta Eyub’e giderek merhumu aradım, buldum idi. Biçare, orta oyunlarının nazar-ı rağbetten düşerek sahne oyunları itibar verilmesi üzerine işi kahveciliğe vurmuş, ölmeyecek kadar geçiniyor idi.

Beni görünce ziyadesiyle sevindi. Kendi eliyle pişirdiği şekerli, mümessek üstü inci inci tabir olunan köpük kabarcıklı kahveyi rengine devetüyü, ismine kallavi dedikleri ağzı yayvan, içi geniş bir fincan ile getirerek mirasyedi karşılaşırken pişekarın:

-Patıcak!

Der demez dizine kadar indirip kavuğundan aşırmak üzere salladığı temannayı mütakıp bir iskemle çekerek yanı başıma oturdu idi.

-Nasılsın, iyi misin?

Den başlayan bir hoşbeşten sonra dedim ki:

-Hamdi Efendi, en oyunculuğa kimin yanında başladın?

Yüzüme baktı. Hamdi’nin en çok güldürücü olan mimik hareketinden biri de böyle bakışları idi. Hafif ela göz bebeği dairesi üst kapağının altına doğru çekilir, beyazı çoğalır, bu iki müteakip hareket ile simasına güldürücü bir şaşkınlık hali gelirdi.

Dedi ki:

-Kimsenin yanında çalışmadım.

-Ya senin için Kör Mehmet’in çırağı derler?

-Hayır! Kör Mehmet diye bir kavuklu olduğunu sonradan işitirdim. Fakat ben çocuk idim.

-O halde bu oyunculuğa nasıl girdin?

Hamdi’nin kahkahası da bakışları gibi güldürücü idi. Eliyle dizini bastırır, boynunu ileriye çıkarır, ağzı açılır, önceden kısık çıkan bir:

-Ah!

Hecesindeki “h” sesi bir anda billurlaşır gibi uzardı.

-Oyunculuğa nasıl mı girdim, onu mu soruyorsun?

-Ta kendisi!

Ciddi tavırları da komik idi. Yahut her haline gülmeye alışmış olduğumuz için bize öyle gelirdi. Bu halinde sesi daha gümrahlaşır, söz söyleyişlerine bir nevi kibarlık gelir… zaten terbiyeli bir şahsiyet idi. Gerçi İstanbul şivesinin “kenar” denilen ikinci derece ezik, harfler üzerinde baskısı hafif bir nevi ile konuşurdu.

Ben:

-Ta kendisi!

-Siz eve nereden gelirsiniz?

-Sokaktan.

-İyi ya! Ben de oradan.

-Nereye?

-Oyunculuğa…

Evet, şimdi yine hatırladım. Hamdi’nin ciddi tavırlarından biri de göz kapaklarını biraz sıkıca açıp kapaması idi. Hala gözümün önünden gitmiyor. Altındaki iskemleyi bana doğru daha ziyade çekerek:

-Geçen sene mi ne? Macarlı imiş… adı Konuş mu, Tanış mı, biri de sordu idi. Bana “hangi mektepten çıktınız? İptidai hangi ustanın yanında oynadınız? Diyordu. Sokaktan çıktım, bizim cami avlusunda, Fulya Tarlası meydanlarında oynadım, dedim idi de şaşa kaldı idi. Avrupa’da oyunculuğun mektepleri varmış, öyle mi?

-Öyle!

-Tuhaflığın da mektebi olurmuş demek!

-Öyle ya…

-Bırak Allah’ını seversen! Böyle mektep mi olur?

-Mesela sen hangi mektepsin!

-Neyim?

-Mektep!

Merhum benim bu sözümü işitir işitmez yine gözlerini yukarıya kaydırıp şaşmış bir vaziyet aldı idi. Dedim ki:

-Mektepsin!

-Allah aşkına söyleme! Yoksa bana bir tekerlememe mi söylemek istiyorsun?

Merhum, mesela bizde Namık Kemal mektebi, Tevfik Fikret mektebi gibi son şiir ve edebiyat mesleklerinin tarifleri dahilinde bulunan bu nevi hususi tabirleri de ilk söyleyişte anlayacak derecede zihnen hazırlanmış olmadığı için dedim ki:

-Mesela helvacı Kadir Usta… vaktiyle pek meşhur imiş. Hani ya demezler mi ki şu köşedeki helvacı tıpkı ustası gibi helva yapar.

-Desene… ustasından alır, ustasına satar!

-Tam da buldum.

-Benim böyle ustam yok. Biz mahallede birkaç arkadaş, nereden görmüşsek görmüşüz… yahut kendiliğinden öğrenmişiz… bir araya gelir, oynardık. Kimi evinden eski bir ferace giyer, yaşmaklanır, kimi manava yalvarır, peştemalını alır bağlar, kimi oyuncakçılardan bir havan ister, döve döve gelirdi. Mesela ben amcamın kavukluğundan kavuğunu aşırır giyerdim. Biz oynarken şu bu da etrafımıza toplanırdı. İşi biz böyle azıttık. Bir gün önümüze biri düştü, dedi ki: “Gelin, şu tahta havaleli yerde oynayın, ben kapısında durayım, girenlerden beşer onar alırsak pay ederiz.” Olur mu olur. Biz tahta havaleden içeriye girdik… hala o giriş!

-Çıkamadın mı?

-Sahneye çıktık a!

-Ya senin fermanın varmış?

-Ha! O başka. Bir gün Silahtarağa’da ağaçlar altında oynuyorduk. O zaman bunlara orta oyunu denilmez, meydan oyunu denirdi. İyice biliyorum ama orta oyunu da fermanlıdır. Bilmem hangi padişah vermiş. Orta oyunundan başka bir de Han Kolu varmış ki işte Kör Mehmet bu kolun kavuklusu imiş. Biz orada oynarken padişah gelmiş.

-Hangisi?

-Abdülaziz. Mabeyincileri mi seyretmiş de beğenmiş? Bizi Ihlamur Köşkü etrafına götürdüler, orada da oynadık. Gel zaman git zaman, bana da bir ferman verildi denildi. Bizim kolun adı da Zuhuri Kolu idi. Senin anlayacağın işte bu! Ne öyle mektep var ne medrese, ne hoca, ne kalfa! Yerden biten ot gibi..

(Muharrir, 1927)

AHMET MİDHAT EFENDİ VE BEN

Mektepten çıktıktan sonra Tercüman’a fisebilillah makale yetiştirmek derdine düşmüş, hatta Ceride-i Havadis’de de fisebilillah muharrir bulunmuş olduğum halde yine o mübarek gazeteye yazı yazmaktan kendimi alamamış idim. Fakat ilk zamanlarda zarfı idarehanenin kapısından verirdim.

Bir gün Ebussuut caddesinin başındaki bakkal dükkanında hem karnımı doyurdum, hem de kapıyı gözetlediğim halde kimsenin zuhur etmeyişi üzerine gemiyi azıya alarak içeri daldım. Eşikle beraber iki ayak bir merdiven, ondan sonra toprak, rutubet kokulu uzun, darca loş bir methal üzerinde dik, pis sekiz on ayak bir merdiven, daha çıkınca diğer bir merdivenin daralttığı koridorda açılır karşılıklı iki oda karşısında kaldı.

Merdivenin başındaki oda kapalı idi. Oraya varır varmaz kapı açıldı. Uzun boylu, iri kemikli, esmer yüzlü, saçları kırpık, alnı geniş, bıyıkları-sakalı tuvaletsiz, sırtında basma bir mintan, ceketsiz, fessiz, yeleğin düğmeleri çözük, belde kırmızı bir kuşak, pantolonlu, kolları uzunca, ayakları büyükçe biri çıktı. Beni görünce durdu. Gayet serbest bir tavırla:

-Kimi istiyorsunuz?

Dedi. Zarfı uzattım. Okuduktan sonra.

-Mithat Efendi Hazretleri benim!

Deyip zarfı yırttı. Bizim makaleyi çıkarıp göz gezdirdi. Ben bu kıyafetti bir Mithat Efendi görünce galiba mütahayyir kalmıştım. Halbuki hayalimde ona ne kıyafetler vermiş, ne tuvaletler yakıştırmıştım. İmzamı görmüş olmalı ki:

-Ahmet Rasim siz misiniz?

-Evet, bendenizim!

-Geçenki makalen de gayet iyi idi. Hangi mektepten çıktınız?

-Darüşaşafaka’dan.

-Ya! Gel bakalım.

Karşıki odaya geçtik.

-Nereye devam ediyorsunuz?

-Telgrafhaneye.

-Suphanallah!

İşte bu suphanallah benim zihnimi bozdu. Çünkü bunda muharrirlik istidadı olan bir gencin elde manipülatör, tarator döğer tak tuk ettiğine bir nevi teessüf vardı.

İlk görüşüm olduğu için her tavrına, her haline dikkat ediyordum. Bellisiz kekeme gibi söylüyor. Ekseriya önüne bakıyor, dudaklarını bıyık ve sakalıyla kaldırıp indiriyor, pehlivan gibi oturuyordu.

-Yazılarınızı kim tashih ediyor?

-Kimse.

-Aferin! Bak, oğlum burası yazı ocağıdır. İstediğin zaman gel. İşte kalem, kağıt, mürekkep, istediğin kadar otur, istediğin kadar yaz. Şimdilik her makaleden bir mecidiye vereceğim, harçlık edersin. Al bakalım, siftah et! Dedi. Mecidiyeyi de uzattı.

Yanından ayrıldığım zaman neler düşündüğümü hatırlamıyorum. Yalnız zihnimde bir hayal kalmış ki o da merhumun biraz şaha götürmez tabiatta mahluk olduğu kanaati idi. Vakit muharriri Sait Bey’i sokakta dövdüğü hikayesinin ta evvelden beri şayi bulunması da inzımam edince bu kanaat ziyadeleşti. Bahusus iki musallat İranlıyı bellerindeki kuşaklarından kapıp merdivenden aşağı salla bacak etmiş olması, gençliğinde karnına indirdiği bir yumrukla koca bir danayı yere sermiş bulunması gibi cidden zor-u bazuya dalalet eden vakayiin meydan alması bu kanaatte hafifçe bir de korku ilave etmiş idi. Onun için idi ki ne vakit huzuruna çıksam fesi düzeltir, ceketi ilikler, potinleri mendillerdim. Sonraları bu merasim kalktı. Baba oğul olmuştuk. Hatta kendisinin başmuharriri bile oldum. Güya maiyetimde çalıştı. Fakat bu çalışış hem kesret-i meşguliyetinden hem de fart-i tevazuundan dolayı idi. Benim iktidarımın fevkaladeliğinden değildi.

(Muharrir, Şair, Edip, 1924)

KAYNAKÇA: . Kaynaklar: M. N. Özön, “Ahmet Rasim Bibliyografyası”, Bibliyografya Bülteni, c. II/12, Ank., 1933; ay, “Ahmet Rasim”, AA, I, 132; R. E. Koçu, Ahmed Rasim: Hayatı, Seçme Şiir ve Yazıları, İst., 1938; Ergun, Şairler, I, 337-352; S. E. Siyavuşgil, “Ahmed Rasim”, İA, II, 200; S. Hızarcı, Ahmed Rasim, İst., 1953; H. Yücebaş, Ahmed Rasim, Aşkları, Hâtıraları, İst., 1957; A. S. Levend, Ahmed Rasim, Ank., 1965; Y. Öztuna, Türk Musikisi Ansiklopedisi, I, İst., 1969, s. 22, 23; İ. B. Sürelsan, Ahmed Rasim ve Musiki, Ank., 1977; H. Aksoy, “Ahmed Rasim”, TDEA, I, 71; Banarlı, RTET, II, 1062; Ş. Aktaş, Ahmed Rasim, Ank., 1987; ay, Ahmed Rasim’in Eserlerinde İstanbul, Ank., 1988; M. Gökman, Ahmed Rasim: İstanbul’u Yaşayan ve Yaşatan Adam, Hayatı ve Eserleri, 2 c., İst., 1989; Ş. Aktaş, “Ahmed Rasim”, DİA, II, 117; N. Akbayar, “Ahmed Rasim”, DBİA, I, 130; A. Uçman, “Ahmet Rasim”, YYOA, I, 174-175.

 

 

Paylaş