“İşte Garbin gömüldüğü bu karanlık devrin bir zamanında yani 7. Asır iptidalarında, “beyaz ve temiz taylesanını ensesine salıvermiş güzel bir genç, Mekke’nin güneşli ve sıcak sokaklarında dolaşıyor ve herkes onu ‘işte doğru özlü doğru sözlü Muhammed’ diye birbirine gösteriyordu.” Bir müddet sonra İslamın peygamberi olan bu zat, sonradan mutaassıpların elinde ilim diye çekişecek, bu dinin temellerini, bu sıralarda atıyordu. İslam dininin teessüsü zamanında, Arapların din ile beraber medeniyet alemine getirebildikleri, ancak her türlü tasarrufa müsait ve asırlarca ilmin dili olmağa namzet Arapçadan başka bir şeyleri yoktu. İslamdan evvelki ve islamın başlangıç devirlerinde Araplar arasında ilme ait bir şey bulmak pek kabil değildir. Ancak eski şiirlerde hayvanların, otların ve taşların tavsifine tesadüf olunur. Fakat bunlara tabii ilmi kıymet verilmez.

7. Asır içinde, İslamiyet bir taraftan Arap diline has, kuvvetli ve kandırıcı talakat ve diğer taraftan harp ve siyaset ile intişar ettiği sıralarda dinin müsbet ilim ve nizaından değil, herhangi bir müsbet ilimden bile bahsetmek mümkün değildi.

Ancak mezumuza temas eden bir vaka varsa o da çok eskilerden beri tarihte münakaşaları mucip olan İskenderiye Kütüphanesi meselesidir. Yukarıda izah ettiğimiz gibi İskenderiye Kütüphanesi’nin Serapium ismindeki kısmı Hristiyanlığın 4. asrında piskopos Theophilos tarafından yaktırılmıştı. Fakat diğer kısmının ta Müslümanların, Halife Ömer zamanında, İskenderiye’yi fetihlerine kadar baki kaldığı, ve o vakit Mısır Fatihi Amr-ibn-ülias’ın bir sualine cevaben, Halife Ömer ‘in kütüphane kitaplarındaki malumat eğer Kur’an’da da mevcut ise lüzumu olmadığını, eğer Kur’an’da yoksa makbul ve muteber olmayacağını söyleyerek, kütüphanenin yakılmasına emrettiğine dair, hristiyan müverrih Ebülferec-ibn-ül-İbri’nin Tarih -i muhtasar-ül düvelinden naklen, Garp ve Şark mehazlarında bir rivayet vardır. Eğer bu rivayet sahih olsaydı İslam’da din ile ilmin çarpışması sayılabilirdi. Halbuki, Şark mehazlarinde ilk defa bu vak’aya dair Abdüllatif Muvaffak-ud-din (İbn-ül Lebbad) adlı Bağdatlı bir müslüman alim ve hekimin Mısır tarihinde tek bir satır vardır ki, ondan sonra Arap tarihlerinde, mesela İbn-ül-Kıfti’nin tarihindeki malumatın kaynağı hep su satır olsa gerektir. Yazık ki, Katip Çelebi de bu malumatı aynen ve fakat kaynak göstermeksizin üzerinde işleyerek Mizan-ül-hak isimli kitabına geçirmiştir. Bu kütüphane yakılması isbatı kabil olmayan bir efsanedir; ilk önce kütüphanenin 7. asra kadar durduğunu isbat etmek lazım gelir; çünkü ilk yangından, yani 7. asırdan itibaren Yunanlıların ilim ve ve marifet hazineleri fevkalade ihmal edilmiş olduğundan, 7 asra kadar o hazinelerden büyük bir şey kalmış olduğuna inanmak biraz güçtür.

İslam, hıristiyan, Şarklı müverrihlerin bu kütüphane yakma meselesindeki ısrarlarına rağmen Avrupalılardan bazıları, bilhassa Alman müşteşriklerinden Ludolf Kerhl 1880 senesinde Floransa’da müşteşrikler kongresindeki tebliğinde, bu kitap yakma keyfiyetinin bir hayal olduğunu kuvvetle ispat etmiştir.

Kütüphanenin Müslümanlar tarafından yakılmış olmadığı bu kadar bitaraf mahkemeler neticesinde sabit olmuşsa da şurası muhakkaktır ki, İslamın ihtişarını takip eden bu devirde müsbet ilim kıymeti olmadığı ve daha doğrusu ilimle kimse iştigal etmediği gibi, ona karşı bir de korku ile karışık ihtiraz hissi vardı. Mesela yine Katip Çelebi, “Keşf-üz-zünun” un mukaddemesinde aşağı yukarı şöyle diyor:

“İslamın ilk devirlerinde Araplar lisanlarından ve şeriatlarinin muhtevi olduğu kanunu ahkamdan başka bir hars ile meşgul değildiler. Yalnız bütün insanlar için zaruret halinde bulunan tıp ile uğraşıyorlardı. İlimden uzak kalmalarındaki maksaları, itikatlarının ve esas nasların safiyetini muhafaza etmek ve eski kavimler tarafından inkişaf ettirilen bilgilerin, bu yeni din muhkem bir surette teessür etmeden evvel, İtikat ve naslara zaaf getirmesini meneylemekteydi. Hatta zaptettikleri memleketlerde ellerine geçen kitapları yaktıkları rivayet edildiği gibi yeni akidenin saf ve yeknesak kalması ve yalnız Kur’an’da ve Peygamberin sünnetinde mevcut olan ahkamın okunmasını menetmişlerdir”. Bu kuvvet yalnız tamamile din tarafında geçmiş olduğu için yukarıda söylediğimiz gibi bu devirde ilim ve din arasında bir münasebet aramaya maddeten imkan yoktu.

8. asır iptidalarında da İslamda ilim denilebilecek bir şeye tesadüf olunmuyor. Yalnız Muaviye’nin torunu Halid-ül Hakim’in elkimyaya merak sardığı ve Yunancadan Arapçaya ilim eserlerinin tercümesinde İskenderiye’deki Yunanlıları teşvik ettiği söylendiği gibi Fihrist-ül  Ulum’a nazaran bu tercümelerin Arapçaya yapılan ilk tercüme olduğu zannediliyorsa da Halid-ül Hakim’in elkimyaya merak etmesi ve gerek tercümeye başlanması hep efsane kabilindedir. Tıpkı bütün efsanelerde olduğu gibi zaman geçtikçe daha kuvvetle anlatılmaya başlıyor. Mesela bu hususta Katip Çelebi İbn Nedim’den daha çok biliyor gibi gözüküyor ve daha fazla tafsilat veriyor.

Fakat henüz İslamda ilim denilecek eserlere tesadüf olunmuyorsa da, Mısır’ın ve bilhassa İran’ın fethi halifeler devletinde ve hususile Abbasiye devrinde, halife sarayından başlayarak, güzellik hissini, fikri tecessüsü ve münakaşa merakını Araplar arasına sokmuştur. Yani, tıpkı yukarıda Yunan ilim ve harsının Roma’yı fethettiğini söylediğimiz gibi, Orta Şark’ta o zamanlar mevcut harsın da Arap alemini manen teshir ettiğini söyleyebiliriz.

Emeviler devrinde, ilim ve felsefe hususunda büyük bir hareket başlamış sayılamaz. Halbuki Abbasiler devrinde 8. asrın ortasından itibaren yavaş yavaş evvela Gündişapur’da yine, başlıca tıbba ait olmak üzere Yunan eserlerinin tetkik ve mütalaasına başlanıyor. Fakat eskiden beri tıp ve dinin karşılaşması nadirdir; binaenaleyh bu devirde İslam dini tıbba karşı bir vaziyet almıyor. Halbuki, İslamın iptidalarında tıpkı Yunanda olduğu gibi evvela din ile felsefe temasa geliyor. Mevzuumuz bilhassa ilim-din münasebatının hikayesi olduğu için bu hususta tafsilata girişmek bizi çok uzaklara götürebilir. Ancak şurasını söylememiz lazımdır ki, Mutezile’-in, Abbası halifesi Memun’un zamanında kuvvet kesbetmesile din ile felsefe arasında ilk temas başlamış addolunabilir. Felsefenin, daha doğrusu, aklın tarafını tutanlar ile doğrudan doğruya Kur’an’ın ve ve hadisin zahiri manasına itikat edenler arasındaki bu temasta halife bizzat Mutezile’den olduğun için, akıl taraftarları, belki tarihte birinci defa olarak din taraftarlarına hakim oluyorlar ve bu suretle serbest düşünceyi zor ile müdafaa ediyorlardı. Filhakika Memun Bağdat’ta Beyt-ül Hikme’yi tesis ederek bütün Yunan ilminin ve felsefesinin orada tercüme, tetkik ve tetebbuunu emretmişti.

Bir kütüphane ve bir rasathaneyi de şamil olan bu Beyt’ül Hikme adeta İskenderiye’deki meşhur Museum müessesesinin şarkta yeni bir nümunesi idi. İşte bu gibi müesseselerde inkişaf eden felsefe bir taraftan dini de akla uydurmak yoluna giderken diğer taraftan kelamcıların yoldan sapmak dedikleri mezhebi de kuvvetlendiriyordu. Bu mezhebin, ilahiyat nokta-i nazarından kıymeti ne olursa olsun, şurası muhakkaktır ki, Mütezile, ilahiyatın dahi aklın tetkik ve taharrisine bir zemin olduğunda ısrar ile “Allah böyle dedi” sözünü öylece kabul edecek yerde bu cümledeki Allah faili ile dedi fiilinin manasının izahını istediler ki, bu, İslamda serbest tefekküre doğru atılmış ilk adımdır.”

(Adnan Adıvar, İlim ve Din, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1944, s: 80-84).

Paylaş