HAYATI
Gazeteci, öykücü, romancı. 2 Nisan 1899’da İstanbul’da dünyaya geldi. 15 Haziran 1961’de İstanbul’da yaşama veda etti. Çömez, Safiye Peyman, Serazâd, Server Bedi imzalarını da kullandı. Servet-i Fünun dönemi şairlerinden İsmail Safa ile Server Bedia Hanım’ın oğlu. Sivas’a sürgüne gönderilen babasının 1901’de orada ölmesi üzerine yetim kaldı. Bir süre sonra annesi ve kardeşleriyle birlikte İstanbul’a döndü. Çocukluğu, ailesinin uğradığı büyük acıyla birlikte, yok olma sürecinin bütün felaketlerinin yaşandığı Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında geçti. Sekiz-dokuz yaşlarındayken önemli bir kemik hastalığına yakalandı ve bu hastalığın fizyolojik ve ruhsal etkilerini uzun yıllar üzerinden atamadı. Doktor tarafından kolunun kesilmesine karar verildi, ama kendisi buna izin vermedi. Çocukluk ve ilkgençlik yılları hastane koridorlarında bu hastalığın verdiği sıkıntı ve ıstırap içinde geçti. Bu yıllara ait zengin izlenim ve yaşantılarını daha sonra Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı yapıtında romanlaştırdı.
Gerek hastalığı, gerekse memleketin içinde bulunduğu felaketlerin yol açtığı maddi sıkıntılar yüzünden öğrenimini sürdüremedi. Kendisinin ve ailesinin geçimini sağlamak zorunda kalınca henüz on üç yaşındayken Vefa İdadisi’ndeki öğrenimini yarım bırakarak, kendi ifadesiyle “ayaklarında delik pabuçlar, üzerinde eski bir elbise, zayıf nahif bir vücut ile”, önce kısa bir süre Keteon Matbaası’nda çalıştı, daha sonra Posta-Telgraf Nezareti tarafından açılan sınavı kazanarak bu daireye memur oldu. Bundan sonra kendi kendini yetiştirmek azim ve iradesiyle geceli gündüzlü çalışmaya koyuldu. Aynı yıl bir çocuk öyküsü olan Bir Mekteplinin Hatıratı-Karanlıklar Kıralı (1913) adlı yapıtı yayımlandı.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine görevinden ayrılarak Boğaziçi’nde Rehber-i İttihat Mektebi’nde öğretmenlik yapmaya başladı (1914). Savaşın sonuna kadar okula devam ettiği dört yıl süresince kendi kendine Fransızcasını geliştirdi, biraz da mesleki zorunluluk dolayısıyla, eğitim, felsefe ve psikoloji ile meşgul oldu. Bu okuldaki deneyim ve izlenimlerini daha sonra Biz İnsanlar romanında kullandı.
1918’de ağabeyi İlhami Safa’nın isteği üzerine öğretmenliği bıraktı ve hayatının sonuna kadar elinden bırakmayacağı kalemi ile hayatını kazanmaya başladı. Önce Fransızcadan çevirdiği Üç Kardeş adlı bir çocuk kitabı yayımladı, daha sonra ağabeyi ile birlikte Yirminci Asır adlı akşam gazetesini çıkarmaya başladı. Bu gazetede “Asrın Hikâyeleri” genel başlığı altında yayımladığı öykülerle gazetecilik hayatı başlamış oldu. Daha çok halk için yazdığı ve ilk otuz-kırk kadarını imzasız olarak yayımladığı bu öyküler okuyucu tarafından geniş bir ilgi gördüğü gibi, bir süre sonra Yahya Kemal, Ömer Seyfettin ve Faruk Nafiz gibi dönemin usta kalemlerinin kendisini yazı yazması konusunda özendirmelerine neden oldu. Yakup Kadri “Bize bir üslup getirdin” derken, Yahya Kemal “İsmail Safa’nın en güzel eseri Peyami’dir” diyordu. Bütün bu teşvikler üzerine bir süre sonra öykülere imzasını atmaya başladı.
Peyami Safa’nın Yirminci Asır’da başlayan gazetecilik hayatı ve gazete yazarlığı sırayla Son Telgraf, Tasvir-i Efkâr, Akşam, Cumhuriyet, Tasvir, Tan, Ulus, Zafer, Milliyet, Son Havadis gibi dönemin önde gelen gazetelerinde ölümüne kadar devam etti. 1934-35 yıllarında bir buçuk yıl kadar Hafta dergisini çıkardı. 1936’da, aralarında Yahya Kemal, Mustafa Şekip Tunç, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nizamettin Nazif, Cahit Sıtkı ve Faruk Nafiz gibi dönemin önde gelen düşünce adamı, şair ve yazarlarının da bulunduğu bir kadroyla Kültür Haftası (21 sayı) adlı haftalık dergiyi çıkarmaya başladı. Daha sonra, 1953’te başlayıp 1960’a kadar 63 sayı devam ettirdiği aylık Türk Düşüncesi dergisini yayımladı. Hemen hemen her sayısı bir kitap hacminde çıkan bu dergi dönemin önde gelen sanat ve fikir adamlarının yazılarıyla Türk kültür hayatına önemli katkılarda bulundu. O sırada Türk Dil Kurumu ve Türk Ocağı’nın etkin bir üyesi olan Peyami Safa 1950’de Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) listesinden Bursa milletvekili adayı olduysa da seçimi kazanamadı. 1950’den sonra, ölümüne kadar Demokrat Parti’yi (DP) destekledi.
Okuyucularından Nebahat Safa ile evli olan Peyami Safa’nın tek oğlu Merve 1961’de yedek subaylık yaptığı Erzincan’da ölünce, bu olay onu büyük bir acıya sürükledi. Oğlunun ölümünden iki-üç ay kadar sonra hayata gözlerini yumdu. Edirnekapı Şehitliği’nde oğlunun yanına gömüldü.
Bütün yapıtlarının yayım hakkını vârislerinden satın alan Ötüken Yayınevi tarafından 1974’te adına “Peyami Safa Roman Yarışması” düzenlendi.
Çeşitli hastalıklarla yıpranmış zayıf bünyesine rağmen olağanüstü yeteneği ve başarma azmiyle bütün engelleri aşarak varlığını ortaya koyan Peyami Safa yakın dönem Türk kültür ve edebiyat hayatının önde gelen isimlerinden biridir. Yazı hayatına Yirminci Asır gazetesindeki öyküleriyle başlayan Peyami Safa, ölümüne kadar birçok gazete ve dergiye bazen kendi adıyla, bazen de müstear adla yazılar yazıp tefrikalar hazırlamış, yeri geldikçe bazı tartışmalara katılmaktan da geri kalmamış bir polemikçidir. Gazeteci olması dolayısıyla çeşitli konularda ters düştüğü Nâzım Hikmet, Ahmet Haşim, Nurullah Ataç, Nadir Nadi, Ahmet Emin Yalman, Sabiha ve Zekeriya Sertel, Muhsin Ertuğrul ve Aziz Nesin başta olmak üzere birçok yazarla polemiğe girmiştir.
1932’de Ankara’da Şevket Süreyya [Aydemir], İsmail Hüsrev [Tökin], Burhan Asaf [Belge], Yakup Kadri [Karaosmanoğlu] ve Vedat Nedim [Tör] tarafından oluşturulan Kadro hareketine karşı aynı yıl İstanbul’da Ahmet Ağaoğlu’nun çevresinde Ahmet Hamdi [Başar], Mustafa Şekip [Tunç], Hilmi Ziya [Ülken], Namık İsmail, Münir Serim ve Peyami Safa gibi isimlerle bir kültür çevresi oluşmuştur. Bu topluluk daha sonra Peyami Safa’nın yönetiminde bir buçuk yıl kadar yayımlanan Kültür Haftası dergisini çıkarmıştır. Peyami Safa 1938’de Türk İnkılâbına Bakışlar adlı ilk önemli düşünsel yapıtını yayımlar. Burada belirli bir ulusçuluk anlayışı geliştiren yazar, kitabın önsözünde, “Şark-doğu ve garp-batı tabirlerini eşelemeye, İslam-Hristiyan an’aneleri ve kültürleri arasındaki ayrılıkları ve benzerlikleri tayin etmeye, iki âlem arasında sıkışan öz Türk düşüncesinin garp kültürünü benimseyebilmesi için taşıdığı büyük tarihî istidatları seçmeye başlamak zamanı gelmemiş midir?” diyerek, ulusal kültürle Batı uygarlığı ve inkılaplar arasında bir denge kurmaya çalışmakta dır. Ona göre, Cumhuriyet’ten önceki düşünce akımlarından “Türkçülük ve İslamcılık fena bir imtihandan geçmişler ve sakatlanmışlardır; bunlardan sadece garpçılık ayaktadır.” Yapıtında, Türk ulusçuluğunun yeryüzünde tek olduğunu belirterek, ulusal hareketin temeli olarak gördüğü yeni dil ve tarih tezleri üzerinde durur ve öteden beri savunulan Türkçenin sadeleşmesi düşüncesinin yerindeliğini vurgular. Bu görüşleri doğrultusunda 1946’da TDK üyesi olarak çalışmış, yeni dile karşı çıkan M. Şekip Tunç’u eleştirmiş, ancak 1954’ten sonra TDK’dan ayrılmış ve bu kez de dili özleştirmeye çalışanlara şiddetle karşı çıkmıştır.
Peyami Safa’nın yapıtlarından Sözde Kızlar (yön. Muhsin Ertuğrul, 1924; yön. N. Saydam, 1967; yön. O. Elmas, 1990), Beyaz Cehennem (Server Bedi adıyla, yön. M. Erksan, 1954), Cumbadan Rumbaya (Server Bedi adıyla, yön. T. Demirağ, 1960), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (yön. N. Saydam, 1967), Sabahsız Geceler (yön. E. Göreç, 1968), Cingöz Recai (Server Bedi adıyla, yön. S. Önal, 1969) filme alındı.
EDEBİ KİŞİLİĞİ
Birinci Dünya Savaşı yıllarında yazı hayatına atılan ve ilk eserleri genç yaşta veren Peyami Safa, daha on dokuz yaşındayken memurluktan basın hayatına geçerek “Yirminci Asır” adı ile bir akşam gazetesi çıkarmaya başlamış, bu gazetede, çoğu imzasız olarak yayımladığı ilk hikayelerini “Asrın Hikayeleri” adı altında bir kitapta toplamıştı. Kendi kendini yetiştirmiş, çok istidatlı bu delikanlının ilk eserleri oldukça beğenilmiş, anlatımı ve tekniği hoşa gitmiş, daha ilk adımında teşvik edilmişti. Sanat hayatının zirvesi sayılan, 1930’da yazdığı “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adlı romanının yayımlanmasına kadar, yazdığı küçük hikaye, novella ve roman türündeki eserlerinin çokluğu, onun ilhamının bolluğuna, çalışma gücünün tükenmezliğine bir işaret sayılmaktadır. İstanbul Hikayeleri, Ava Giden Avlanır, Siyah Beyaz Hikayeler, Sözde Kızlar, Mahşer ve Canan adlarını taşıyan ve hızla birbirini izleyen eserleri, onun geçim zoruyla nasıl taslak halinde eserler verdiğini göstermektedir. Edebiyatımızda benzeri bir hayli yazarımızda görüldüğü gibi, onun da, eserlerinde geçim derdinin zorladığı dengesizlikler vardır. gazete ve dergilere tefrika yetiştirmek kaygısı ile adeta boğaz tokluğuna çalışan yazarın asıl sanat gücünü bazı eserlerinde göstermeyişi anlaşılır bir durumdur. Batı’daki sanat ve düşün hareketleriyle yakından ilgilenen yazarın başlangıçta var olan bu dengesizliği, Server Badi takma adını kullanmak sureti ile halletmeye çalıştığını görüyoruz. Peyami Safa, bundan sonra asıl adını ancak sanat kaygısı ile yazdığı eserlerin kapağına koyacaktır.
Peyami Safa’nın Dokuzunca Hariciye Koğuşu’ndan sonra asıl kişiliğini ve yolunu bulan bir devreye girdiğini görüyoruz. Artık birbiri ardına Fatih Harbiye, Bir Tereddüdün Romanı, sonra git gide seyrekleşerek Biz İnsanlar, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu ve Yalnızız romanları yayınlandı.
Kendisinin de diğer eserlerinden dikkatle ayırıp önemsediği bu grup romanlarında, çözümleyici düşüncelere, ruh analizlerine fazla yer verdiği görülmektedir. Gazete romanlarına has çalakalem ayrılarak titizce çalıştığı, öteki eserlerinden iyice ayrılmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Onun bu sıradan edebi romanlarında yer yer kendi biyografyasından yararlandığı, kendi duygu ve düşüncelerini, hatta hülyalarını bol bol kullandığını görüyoruz. Lakin bütün bu kendine has gibi görünen malzemenin çağındaki sanat adamlarının iç dünyalarının yer yer yansımalarını da kapsadığı düşünülmektedir. Onun bu romanlarının bir çağın ortak düşünce ve duyuş basamaklarına yükseldiği, bu suretle “manevi gerçekler” diyebileceğimiz bir alana yöneldiği görülmektedir. Onun, eserlerinde gerçekçi gözleme yer vermediği üzerinde rastgele görüşler, silik bir okumanın ürünü olsalar gerekir. Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda, ruhi olayların dış dünya ile olan sıkı ilişkilerinin mekanizmasını tasvir ediyor, dış gözlemden onunla bağımlı iç yansımalara geçiyordu. Dengesiz ve acı çeken kişiliklerin tabiat ve eşya ortasındaki davranış atmosferini anlatırken, gerçekçi gözlemin başarılı örneklerini veriyordu.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu bir otobiyografi romanı idi. Çok derinden ve sürekli yaşanarak duyulan bir acının hikayesini veren bu romanda, baş kişisi Nüzhet’in psikolojisi, ancak yaşanmış gerçeklerin bir yansıması olabilirdi. Küçük boyutları, ilgi çekici anlatımı, okuyucuyu içinden saran gerçeklere dayanan içtenliği, yer yer şiirleşen dili, “melal ve acılara” yakından aşina, savaş sonrası yıllarının mahrum ve itelenmiş gençliğinin duyguları ile yer yer birleşen parçaları ile bu romanı, onun en başarılı ve en çok okunan eseri olmuştu.
1931’de kaleme aldığı Fatih Harbiye’de, Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan en büyük toplum sorunu, “Doğu-Batı” çelişkisinin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki gelişmeleri, hızlanan temposu arasında, henüz bir senteze varmayan, durulup iç huzuruna kavuşamayan bir devrin insanlarını anlatmakta idi. Bir Tereddüdün Romanı’nda ise savaşlardan sonra meydana çıkan derin hüsranlar, toplum değerlerinin alt üst oluşu, moral kargaşalıklar, bezginlikler, sanat çevrelerinde süregelen bohem yaşayış, yine Doğu-Batı çelişkisinde zebun insanların sallantısını tasvir ediyordu.
Peyami Safa’nın aynı sıradan son eseri Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, uzun bir aralıktan sonra yazıldığından çok ilgi uyandırmıştı. İlk bakışta göze çarpan özellik, bölümler arasında yazılış düzenindeki belirgin farktır. Bu durum, esere, ayrı epizotlardan kurulu bir manzara vermektedir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu da Panoramalarında, anlatımdaki değişikliklere değil, kahramanlar ve çevrelerini değiştirmek suretiyle aynı işi yapmıştı. Peyami Safa’nın bu romanında da, daha öncelerde mevcut olan temlere ve daha yenilerine rastlamaktayız. Tipler bakımından, daha önceki eserlerindeki tiplerinden bazılarını derlediği gibi, konu bakımından da I. Dünya Savaşı sonraki romancılığımızda çok işlenen konuları birleştirmişti. İstanbul kibar ve seçkin çevrelerin çürümeye yönelen yaşayışları, aşağılık çapkınlar, isterili kadınlar, bu çevrelerden düşmüş genç kızları bataktan kurtarmaya yönelen namuslu delikanlılar. Bütün bu temler ve kişilerin arasında dolaşan, sorunların tartışmasını yapan, hasta tiplerin bilinçaltlarını kurcalayan, toplum sorunlarının yorumlarını yapan çözümleyici bir yorumcudur Peyami Safa.
Çoğu ruhi birtakım komplekslerin esiri olan tiplerin benzerlerini, onun daha önceki romanlarında da bulmak kolaydır. Bunların çevrelerinde de pek o kadar değişiklik yapılmamıştır. Eserin asıl yeni olan yanı, üniversite felsefe bölümü öğrencisi Ferit’in evi ve bu evin havasıdır. Bu bölümlerde yazar, psikoloji ve psikiyatri bilimlerine karşı beslediği derin merak ve bilgiyi sergilemektedir. Ferit’in evi çevresinde anlatılan ruhi sapıklıklar, yer yer toplum bozukluklarına bağlanmakta, dış bağlantıları ile açıklanmaktadır. Eserin ikinci bölümünde ise eski temasını yeninden ele almakta, Batı ve Doğu arasındaki karşıtlığı ve uçurumu, Batı’nın savaş sonrası eğilimleri, Doğu’nun İslami-tasavvufi kültürü ile birleştirmeye ve aralığı kapatmaya yönelmekte ve Avrupa’daki yeni mistik ve irrasyonel araştırmalara değinmekte, roman kahramanı Matmazel Noraliya’nın (ya da Nuriye Hanım) Tanzimat’tan beri sürüp gelen, geniş halk tabakalarına yayıldıkça tesirlerini daha geniş ölçüde duyuran Batı-Doğu karşıtlığına, bu açıdan bir hal çaresi arama çabaları tasvir etmektedir. Romanın birinci bölümündeki çağımızın yolunu şaşırmış insanı yerine, ikinci bölümde, aradığı senteze varmış, ruh ve düşünce kargaşasından kurtulmuş bir toplumun insanı olarak Matmazel Noraliya karşımıza çıkmaktadır. Bu romanı, Peyami Safa’nın son aşamasındaki yazılarında savunmasını yaptığı düşüncelerden çıkarıldığı, başkişisinin de Peyami Safa olduğu anlaşılmaktadır.
Bu romanın, bütün sentezci-felsefi niteliği, yeni denilebilecek teknik anlatım özellikleri, çağımızın sorunlarına yakından değinen aktüel özelliklerine rağmen, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu ile eriştiği çizgiyi aşamamıştır. O romanın, yalın ve içten yapısı, çağının aydın insanlarının hayatlarına olan yakınlığı bakımlarından, hem Peyami Safa’nın sanatında, hem de roman edebiyatımızda aldığı seçkin yer değişmeden kalıyor.
ESERLERİ
Roman ve Öykü:
- Gençliğimiz, İst.: Orhaniye Mtb., 1338/1922
- Sözde Kızlar, 1922
- Siyah Beyaz Hikâyeler, İst.: Orhaniye Mtb., 1339/1923
- Ben, Sen, O, (Server Bedi adıyla) İst.: Orhaniye Mtb., 1923
- Aşk Oyunları, İst.: Orhaniye Mtb., 1340/1924
- Süngülerin Gölgesinde, İst.: Orhaniye Mtb., 1340/1924
- Mahşer, İst.: Orhaniye Mtb., 1340/1924
- Yürü Yavrum Yürü, (Server Bedi adıyla) İst.: Orhaniye Mtb., 1340/1924
- Seni Seviyorum, (Server Bedi adıyla) İst.: Orhaniye Mtb., 1340/1324
- Canan, İst.: Orhaniye Mtb., 1341/1925
- Zıpçıktılar, (Server Bedi adıyla) İst.: Orhaniye Mtb., 1341/1925
- Uçurumda İnsanlar, (Server Bedi adıyla) İst.: Orhaniye Mtb., 1341/1925
- Resimli Billur Köşk Hikâyesi, (Server Bedi adıyla), İst.: Orhaniye Mtb., 1341/1925
- Ateş Böcekleri, İst.: Orhaniye Mtb., 1341/1925
- Bir Genç Kız Kalbinin Cürmü, (Server Bedi adıyla) İst.: Orhaniye Mtb., 1925
- İstanbul Hikâyeleri, İst.: Sühulet, ty; Alnımın Kara Yazısı, (Server Bedi adıyla) İst.: Orhaniye Mtb., 1926
- O Kadınlar, (Server Bedi adıyla) İst.: Orhaniye Mtb., 1926
- Şimşek, İst.: Akşam Mtb., 1927
- Hey Kahpe Dünya, (Server Bedi adıyla) İst.: Türk Neşriyat Yurdu, 1927
- Karım ve Metresim, (Server Bedi adıyla) İst.: Ahmet Kâmil Mtb., 1927
- Bir Akşamdı, İst.: Gündoğdu Mtb., 1928
- Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, İst.: Resimli Ay Mtb., 1930
- Fatih-Harbiye, İst.: Sühulet, 1931
- Attilâ, (tarihi roman) İst.: Resimli Ay Mtb., 1932
- Bir Tereddüdün Romanı, İst.: Sühulet, 1933
- Sabahsız Geceler, (Server Bedi adıyla) İst.: Sühulet, 1934
- Hep Senin İçin, (Server Bedi adıyla) İst.: Sühulet, 1934
- Sinema Delisi Kız, (Server Bedi adıyla), İst.: Semih Lütfi, 1935
- Çalınan Gönül, (Server Bedi adıyla) İst.: Semih Lütfi, 1935
- Cumbadan Rumbaya, (Server Bedi adıyla) İst.: Şirket-i Mürettibiye B., 1936
- Dizlerine Kapansam, (Server Bedi adıyla) İst.: Kanaat, 1937
- Korkuyorum, (Server Bedi adıyla) İst.: Sühulet, 1938
- Deli Gönlüm, (Server Bedi adıyla, 2. bas.) İst.: Semih Lütfi, 1941
- Rüya Gibi, (Server Bedi adıyla) İst.: İnkılâp, 1941
- Uçurumda Bir Genç Kız, (Server Bedi adıyla, 2. bas.) İst.: İnkılâp, 1943
- Kucaktan Kucağa, (Server Bedi adıyla) İst.: Tasvir Neşriyat, 1943
- Kanlı Günler, (Server Bedi adıyla) İst.: Tasvir Neşriyat, 1943
- İkimiz, (Server Bedi adıyla) İst.: Tasvir Neşriyat, 1943
- Fırtına Gecesi, (Server Bedi adıyla) İst.: Tasvir Neşriyat, 1943
- Ateş, (Server Bedi adıyla) İst.: İnkılâp, 1944
- Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, İst.: Nebioğlu, 1949
- Yalnızız, İst.: Nebioğlu, 1951
- Beklenen Nişanlı, (Server Bedi adıyla) İst.: Neşriyat ve Matbaacılık, 1955
- Biz İnsanlar, İst.: İnkılâp, 1959
Oyun:
- Gün Doğuyor, İst.: A. İhsan B., 1937
Çocuk Edebiyatı:
- Bir Mekteplinin Hatıratı-Karanlılar Kralı, İst.: Keteon Bedrosyan Mtb., 1329/1913
- Çocuklara Hikâyeler Dizisi (İki Öksüz Arkadaş, İst.: Orhaniye Mtb., 1341/1925
- Kuyuya Düşen Çocuk, İst.: Orhaniye Mtb., 1341/1925
- Korkunç Bir Akşam, İst.: Orhaniye Mtb., 1341/1925
- Küçük Hırsızlar, İst.: Orhaniye Mtb., 1341/1925
- Oduncunun Kızı, İst.: Orhaniye Mtb., 1341/1925
- Havaya Uçan At-Güvercinlerin Sarayı, İst.: Orhaniye Mtb., 1341/1925
- Mavi Sakallı Adam-Falcının Lambası, İst.: Orhaniye Mtb., 1341/1925
- İnsan mı Yılan mı?, İst.: Orhaniye Mtb., 1341/1925
- Paşa Kızı ile Köylü Çocuğu-Hasan’ın Rüyası, İst.: Orhaniye Mtb., 1341/1925
- Cesur Gemici-Deniz Kızı, İst.: Orhaniye Mtb., 1341/1925
- Cesur Çocuklar, (Server Bedi adıyla), İst.: Gündoğdu Mtb. ve Ktp., 1928
- Galatasaraylı, (Server Bedi adıyla) Ank.: Hâkimiyet-i Milliye Mtb., 1931
- Bir Varmış Bir Yokmuş, (Server Bedi adıyla) İst.: Matbaacılık ve Neşriyat 1934
- Amerikada Bir Türk Çocuğu, (Server Bedi adıyla) İst.: Matbaacılık ve Neşriyat, 1934
- Küçük Hikâyeler, (Server Bedi adıyla) İst.: Matbaacılık ve Neşriyat, 1934
Fikri Eser:
- Türk İnkılabına Bakışlar, İst.: Kanaat, 1938
- Felsefi Buhran, 1939; Millet ve İnsan, İst.: Akbaba, 1943
- Mahutlar, İst.: Toprak Dergisi, 1959
- Nasyonalizm, İst.: Babıâli, 1961
- Sosyalizm, İst.: Babıâli, 1961
- Mistisizm, İst.: Babıâli, 1961
- Doğu-Batı Sentezi, İst.: Yağmur, 1963
- Nasyonalizm-Sosyalizm-Mistisizm, İst.: A, 1975
Biyografi:
- Büyük Halaskârımız Mustafa Kemal Paşa, İst.: Orhaniye Mtb., ty
- Değerli Kumandanlarımızdan Köprilili Kâzım Paşa, İst.: Orhaniye Mtb., ty
- Değerli Kumandanlarımızdan Yakup Şevki Paşa, İst.: Orhaniye Mtb., ty
- Muhterem Hariciye Vekilimiz İsmet Paşa, İst.: Orhaniye Mtb., ty
- Muhterem Heyet-i Vekile Reisimiz Rauf Bey, İst.: Orhaniye Mtb., ty
- İstanbul’un İlk Şerefli Mümessili Refet Paşa, İst.: Orhaniye Mtb., ty
- Mussolini Kimdir? Faşizm Nedir?, 1943
- Marks Kimdir? Marksizm Nedir?, 1943
- Rousseau Kimdir? Liberalizm Nedir?, 1943
- Atatürk Kimdir? Kemalizm Nedir?, 1943
- Ziya Gökalp Kimdir? Türkçülük Nedir?, 1943
- Makyavel Kimdir? Makyavelizm Nedir?, 1943
Gezi-Röportaj:
- Büyük Avrupa Anketi, İst.: Kanaat, 1938
Objektif Dizisi:
- Objektif 1: Osmanlıca-Türkçe-Uydurmaca, 1970
- Objektif 2: Sanat-Edebiyat-Tenkit, 1971
- Objektif 3: Sosyalizm-Marksizm-Komünizm, 1971
- Objektif 4: Din-İnkılâp-İrtica, 1971
- Objektif 5: Kadın-Aşk-Aile, 1973
- Objektif 6: Yazarlar-Sanatçılar-Meşhurlar, 1976
- Objektif 7: Eğitim-Gençlik-Üniversite, 1976
- Objektif 8: Yirminci Asır-Avrupa ve Biz, 1976
Polisiye (Server Bedi adıyla):
- Cingöz Recai’nin Harikulade Sergüzeştleri dizisi (1924, 10 kitap: Cizgöz’ün Kız Kaçırması, Nazar Boncuğu, Kasa Başında, Anadolu Kavağı’nda Bir Cinayet, Elmaslar İçinde, Kanlıca Vakası, Kumaş Parçası, Yangın Yerinde, Cingöz Tehlikede, Cingöz Kafeste)
- Cingöz Recai Kibar Serseri dizisi (1925, 10 kitap: Cingöz Geldi, Esrarlı Köşk, Karanlıkta Bir Işık, Kadın Cinayeti, Düşman Şakası, Tütüncünün Ölümü, Aynalı Dolap, Tatavla Cinayeti, Son Muvaffakıyet, Cingöz’ün Akıbeti)
- Polis Hafiyesi Kartal İhsan’ın Maceraları dizisi (1925, 10 kitap: Kartal Pençesi, Baş Kesenler, Boğuk Ses, Çocukları Çalan, Kanlı Esrarkeşler, Kâğıthane Faciası, Yeraltındaki Ölü, Altı Parmaklı El, Tekinsiz Ev, Kızıl Çeneli Baş)
- Cıva Necati’nin Harikulade Sergüzeştleri dizisi (1927-28, 11 kitap: Alevlerden Sonra, Bacadan Çıkan Duman, Bir Düğün Gecesi, Bodrumda Kalanlar, Çalınan Vasiyetname, Esrarlı Dolap, İnci Tespih Sirkati, Japon Masası, Mişon’un Definesi, Tiyatro Baskını, Zifiri Karanlıkta)
- Çekirge Zehra’nın Harikaları dizisi (1928, 8 kitap: Altın Kupa, Bıçağı Sapla, Denizde Bir Boğuşma, Dolap Deliğinden, Göztepe Soygunu, İki Sıçrayış, Mezarlıkta Hayalet, O Geceden Sonra)
- Tilki Leman’ın Harikulade Maceraları dizisi (ty, 5 kitap: Apartman Baskını, Bir Damla Kan ve Bir Haykırış, Bir Fincan Süt, Karanlıklara Doğru, Kızıl Maskeli Kadın)
- Şarlok Holmes’e Karşı Cingöz Recai dizisi (1926-28, 15 kitap: Kaybolan Adam, Karanlıkta Hücum, Han Baskını, Yerin Dibinden Sesler, Gece Tuzağı, Ateşten Gözler, Sekiz Adım Kala, Al Kanlar İçinde, Gece Kuşları, İmdat, Şeytani Tuzak, Sahte Şarlok, Domuz Sokağı Vakası, Polis Tuzağı, Cingöz’ün Ziyafeti)
- Cingöz’ün Esrarı, İst.: Orhaniye Mtb., 1341/1925
- Kanlı Mektup, İst.: Ahmet Kâmil Mtb., 1927
- Üç Buçuk Parmak, İst.: Ahmet Kâmil Mtb., 1927
- Arsen Lüpen İstanbul’da Cingöz Recai ile Birlikte ve Karşı Karşıya, İst.: Yeni Neşriyat, 1935
- Ben Casus Değilim, İst.: Maarif Kitaphanesi, 1945
- Kral Faruğun Elmasları Peşinde, İst.: Ayda Bir, 1955
- Beyaz Cehennem, İst.: Türkiye Ticaret Mtb., 1955
- Sultan Aziz’in Mücevherleri, İst.: İnkılâp, 1962
- Zeyrek Cinayeti, İst.: Cingöz Neşriyat, 1968
Ders Kitabı:
- Cumhuriyet Mekteplerine Millet Alfabesi, 1929
- Cumhuriyet Mekteplerine Alfabe, 1929
- Cumhuriyet Mekteplerine Kıraat, 5 c., 1929
- Yeni Talebe Mektupları, 1931
- Büyük Mektup Nümuneleri, 1932
- Türk Grameri, 1933
- Okul Grameri, 1941
- Dil Bilgisi, 1942
- Fransız Grameri, 1942
- Türkçe İzahlı Fransız Grameri, 1948
Çeviri:
- Üç Kardeş (Lemonnier; Server Bedi adıyla), 1334/1918
- Katil Kim? (C. Farrére), 1923
- Engerek Düğümü (F. Mauriac), 1934
- Bozkurt (H. C. Armstrong), 1955.
ESER ÖRNEKLERİ
DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU’NDAN
AMELİYAT
…
Aslından daha korkunç gölge
Öğleden sonra annem, Mithat Bey, arkadaşım geldiler.
Baba uzatılan ellere, bir uçurumun dibinde imişim gibi sarıldım. Bir tek cevabı saatlerce sürebilecek sualler soruyorlardı: hiçbirine cevap veremiyordum. Yüzlerce kelimeyi teksif edebilecek bir baş hareketi, bir bakış, bir teneffüs arayarak susuyordum.
Onlar, hastaneye dışarıdaki hayatın karıştırdığı saatlerde gelmişlerdi. Bu odanın gecesini, sabahını tanımıyorlardı. Duvarlarda gölgelerin kımıldadığı, döşemelerin dinç seslerle öttüğü ve dehlizlerin canlı şekillerle kaynaştığı bu hayat ve hareket saatindeki hastane bambaşkadır. Bu doktor, benim bir gece evvelki halimi anlamak isteyenlere hiçbir şey söylemez. Onun için, ben de söylemiyorum: “ilk gece biraz yadırgadım” diyorum. Hadiseleri bilmiyorlar.
Akşama kadar oturdular. Sıhhatte olmak neşesini gizlemiyorlardı. Yalnız annemin arada bir gözleri dalıyor.
Bizden uzaklaşmadıkça bize görünmeyen sıhhat, itiyadın verdiği hissizlikle, sağlamların şuurundan kaçıp nasıl ve nereye saklanıyor? Onu, ben görüyorum, çünkü benden uzak. Onu, ben Mithat Bey’in kırmızı yüzünde, çelikli damarlarında, arkadaşlarımın otururken rahat gerilişlerinde, bacaklarını uzatılışlarında, korkusuz bakan gözlerinde görüyorum.
Akşama kadar oturup gittiler. Gazetelere biraz göz atarak yattım ve uyumaya çok çalıştım. Muvaffak olduğumu, sabah olmadan evvel uyandığım vakit anlamıştım. Bir daha uyuyamadım.
Gayet mühim bir günü şuurlu karşılamak istiyorum. Ameliyat dakikasında korkmaktan korkuyorum. Korkunun bu en derinleşen nevi dayanılacak şey değil. Izdırabın vukuundan evvel ruhta bir gölgesinden ibaret olan korku, ızdıraptan bin kat daha müthiş. Muhayyelenin ışığına yaklaştıkça ruhta uzanan, büyüyen ve aslında daha korkunç bir gölge.
Sabahın ışıkları oradan içeri doldukça, bütün cesaretim boşalıyor. Her ses, kapı açılıp kapanmaları, tek tük çağırışlar, mırıltılar, varlığım en hayati köklerine işleyiş bir tesirle beni kendilerine bağlıyor, çekiyor, sarsıyor.
Gene bir sabah evvelki ziyaretler. Koğuşun uyanışı. Temizlik. Odama giren kadın. Dehlize küçük hastaların sürüklenişleri. Gene seslerin, gürültülerin, hareketlerin çoğalışı. Gene kapımda bir adam. (Bu sefer erken göründü).
-Hazırlanın, ilk ameliyat sizinki!
Sarardığımı hissediyorum.
Müthiş ağırlığı altında ruhumu deviren korkudan kurtulmak için, felaketin üstüne yürümek istiyorum. Izdıraptan korkmamanın tek ilacı ızdıraptır. Bu ateşi o ateş söndürür.
Hastabakıcılar girdiler. Bir şey söylemelerine meydan bırakmadan yataktan indim, terliklerimi kolayca giydim, fakat artık yelkenli bir gemi gibi kendimi talihin rüzgarına bırakmıştım, akıp gidiyordum, odamdan ameliyathaneye nasıl geçtiğimi bilmedim.
…
Bembeyaz oda. Hamam gibi sıcak. Sessiz. Kaynayan suların ince fısıltıları. Kımıldayan ve kımıldamayan beyazlıklar arasında kamaşan gözler eşyanın çizgilerini seçemiyorlar.
Büyün salonu çökertecek ağır bir sessizlik. Hayatım nasıl bir şey olduğunu unutturan bambaşka bir alem. Bir rüya odası.
Uyuşturucu kokusu, belki de kloroform. Herkeste, geçireceğim tecrübenin ehemmiyetini hissettiren bir vazifeperverlik. Operatörün küçük işaretleriyle büyük yapıyorlar.
Masaya uzatıldım. Etrafımda beyazlıklar dalgalanıyor. Hiçbir seçkin şekil göremiyorum. Gözümün üstüne pamuk geliyor.
Yüzümü maske ile örttüler.
-Derin nefes al!
Nefes borularım yandı ve şakaklarım gerilir gibi oldu. Çabuk uyumak, kaybolmak istiyorum. Kuvvetli nefes aldım.
Sesler, sıcak buğular arasından halvetlere doğru uzaklaşarak eriyorlar. Kendimi son defa olarak bir an bulup kaçıyorum.
DUVARLAR
Yüksek, çıplak, mavi, dümdüz dimdik duvarlar.
Gözümün hiçbir görüş köşesi yok ki içine bir duvar parçası girmesin. Hep ve yalnız onları görüyorum. Onlardan kaçan gözlerim onlarla karşılaşıyor. Bakıldıkça uzuyorlar, yükseliyorlar; sertleşiyorlar, ve korkak, yumuşak bakışlarıma kaskatı çarpıyorlar, gözlerimi ezecekler. Başım döndü.
Deniz gibi yayılıyorlar ve beni çeviriyorlar. Serinliklerini hissediyorum. Denizde, çıplak vücudumu saran dalgaların birdenbire taş kesilmeleri gibi, duvarları giyiyorum.
Hiç kımıldamıyorlar.
Bütün bu hastanenin sessiz, hareketsiz, soğuk, bomboş anlarını onlar doğuruyorlar.
Gözlerimi, onlardan kaçırmak için, yastığa da kapatamıyorum. Arkama uzanacaklarını, üstüme abanacaklarını sanıyorum.
Ve onlara mütemadiyen bakıyorum, içime serin mavilikler doluyor. Ruhlarını iyice gizleyen korkunç ve tehditkar mahluklar. Şuurları varmış gibi duruyorlar, ve her an büyük bir felaket yapmaya hazırlandıkları halde, avlarının korkusuyla eğlenmek için maksatlarının icrasını tehir ediyormuş gibi duruyorlar. Allah gibi, kuvvetini göstermeden kuvvetli duruyorlar.
Onlarla mücadele ederek vakit geçiriyorum, fakat onlar donmuş avuçlarıyla zamanı da yakalıyorlar, durduruyorlar ve hayatının serbest akışına mani oluyorlar.
Kanım soğuyor. Kireçleniyorum.
Birçok defa elektrik ziline basmak istediğim halde kımıldayamıyorum. Biraz yürüsem, onların bana doğru geldiklerini görerek geri çekiliyorum.
Nihayet düğmeye bastım.
Çarpıntı ile bekliyorum.
Gözlerim kapının topuzunda.
Gelmiyorlar.
Tekrar düğmeye bastım. Gene bekliyorum.
Gelmiyorlar.
Göğsümde müthiş bir baskı. Boylu boyunca bir duvarın altına uzanıp kalmışım gibi hava alamıyorum, kollarımdan ve bacaklarımdan hayat çekiliyor.
Yatağa arka üstü uzanıyorum.
O vakit bir çığlık duyuyorum. Keskin, uzun, acı bir haykırış. Hayretle doğruluyorum. Kim bağırdı?
Oh… Fakat ben rahatlıyorum, ben de öyle bağırmak istiyorum, ancak birdenbire etrafımda her şey sönüyor, galip duvarlar uzaklaşıyor. Başımı siyah bir boşluk kaplıyor.
Etrafımda bir kalabalık, bütün hastane adamları.
-Gözlerini açtı…
Diyorlar.
-Şurasını da oğun.
Diyorlar.
-Ağlasın, ağlasın, açılır.
Diyorlar.
Kim ağlıyor? Bilmiyorum. Hıçkırışlar duyuyorum. Ve daima içimde bir rahatlama.
Kulaklarımı onlara uzatıyorum.
-Nüzhet kim?
Diyorlar.
-Sayıklıyor!
Diyorlar.
Kollarımı onlara uzatıyorum, bir şey söylemediğimi sanıyorum.
-Hah! Doktor geldi!
Diyorlar.
Tanımadığım bir adam yaklaşıyor etrafımdakiler kaçışıyorlar, adam elimi eline alıyor. Etrafımdakilere, uğultusundan başka bir şey duymadığım bir şeyler soruyor. Birçok ağızlar oynuyor. Tek tek kelimeler işitiyorum: “Bağırdı! Bulduk, Nüzhet!”
Doktor kat’i işaretlerle bir şeyler söylüyor, bir ikisi dışarı çıkıyorlar. Doktor yatağa, yanı başıma oturuyor.
Saçlarımı okşuyor, okşuyor.
-Hah! Aferin, ağla, ağla! Diyor.
NÜZHET KİM?
-Hayır, hayır… Korkuyorum
-Sebep yok, yavrum, bak hastane adam dolu. Yalnız bu pavyonda on bir insan, yüzlerce çocuk var.
-Bilmiyorum, fenayım.
-Fena şeyler düşünüyorsun.
-Korkuyorum.
-Niçin? Burada her şey var. Zil bile. Korkarsan bas, gelirler. Her taraf kapalı.
-Her taraf kapalı… Korkuyorum.
-Kapalı olduğu için mi?
-Bilmiyorum… Bu duvarlar…
-Ey?…
-Of!…
-Bir şey mi düşünüyorsun, birini mi düşünüyorsun?
-Hayır, bilmiyorum.
-Nüzhet’i mi görmek istiyorsun? Nüzhet kim? Kardeşin mi?
-Nüzhet kim? Kardeşim mi? Bilmiyorum.
-Nüzhet kim?
-Bilmiyorum.
-Biliyorsun, biliyorsun, haydi söyle bana. Nüzhet Kim? Bayıldığın zaman onu sayıklamışsınç.
-Beni buradan çıkarınız!
-Haydi, söyle yavrum, söyle… Rahatlayacaksın.
-Ben bu gece burada kalamam.
-Söyle, çıkarırım.
-Şimdi.
-Şimdi. Fakat söyle.
-Öf… Ben çocuk değilim.
-Biliyorum ki çocuk değilsin.
-Dizim ağrıyor.
-Geçer. Demin biz pansuman yaptık. Yere düşerken çarpmışsın, kanatmışsın.
-Yere düşerken mi? Kim?
-Hiç. Dizin çok mu ağrıyor?
-Dizim şimdi ağrımıyor. Başım ağrıyor.
-Başın mı?
-Bilmem… Bir yerim çok ağrıyor ama… Başım mı, dizim mi?
-Düşün bakalım.
-Başım dönüyor, gözlerim kararıyor.
-Zararı yok, ben buradayım, korkma… Hah… Ağla… Açılırsın… Al bunu kokla… Başını yastığa koy… Hah!… Aferin… Şimdi uyursun. Kapa gözlerini… Hah… Ben yanındayım, korkma, hiç yalnız kalmayacaksın, uyu!
BİR TEREDDÜDÜN ROMANI
TEREDDÜT
(Aşağıdaki parça “Bir Tereddüdün Romanı” adlı eserden alınmıştır. İyi bir aile kurmak isteyen ve karar vermekte çok tereddüt eden roman kahramanı bu husustaki duygularını, hayallerini ve düşüncelerini anlatmaktadır.)
O günlerde bütün ananevi şartları haiz olan bir aile teşkil etmek bende hakim bir arzu idi. “Asri aile” terkibinden nefret ediyordum. Evvelce bu hususta bana fikrimi soranlara şuna benzer cevaplar vermiştim: “Yalnız, aileni asrisi olamaz. Binlerce senelik mazisi olan bu müessese, radyo veya çarlston gibi yeni bir buluş değildir ki… Asri bir dans salonu, asri bir kadın perukar, asri bir bar anlaşılır şeylerdir; asri bir aile? Hayır! Asri namaz, asri kıble ve asri imam olmayacağı gibi.” Daha doğrusu, birer çalgılı kahve veya bar taklidi haline gelen danslı meclisleriyle bugünkü ailenin ve kırk defa büyütülmüş bir kümesten farkı olmayan harem hayatıyla eski ailenin gülünç taraflarını atarak, ananenin hoşuna giden taraflarına istinat eden bir ev yapmak hayali içinde yaşamaya başladım.
Mualla Hanım hakkında benim müşahedelerimle başkalarının sonradan verdikleri malumatı birbirine karıştırarak, onda ananevi ve asri meziyetleri toplanmış farz ettim. O zamanlar, ahlak ve aile hakkındaki fikirlerimi en basit ve en adi bir felsefeye icra ederek düşünmekte bir rahatlık duyuyorum.
Eski ailelerin büyük bir kusurları vardı: Kapalı olmak; eski ailelerin büyük biz meziyetleri vardı: Yine kapalı olmak. Bu kapalılık onların zihinlerini kapamak suretiyle bir kusur, fakat seciyelerini muhafaza ettirmek itibari ile bir meziyet oluyordu. Yeni ailelerin de büyük bir meziyeti var: Açık olmak; büyük bir kusurları da var: Yine açık olmak. Bu açıklık onların zihinlerini açmak suretiyle birer meziyet, fakat seciyelerini bozmak sureti ile birer kusur oluyor. O halde, bugün için mükemmel bir zevcenin vasıflarını tayin etmek kolaylaşıyor: Eski ailenin kapalı ahlaki terbiyeleriyle yeni ailenin açık fikri terbiyelerine haiz bir genç kız. İşte benim tasavvur ettiğim Mualla Hanım. Bu kaba ve sathi tasavvurumun bir vehim olduğunu bildiğim halde “imkansızları” yaratmaktan zevk alan muhayyilenin faaliyetlerine tam bir hürriyet verdim. Zevcemi ben yaratmak istiyordum ve onun ayakları yeryüzüne basmayan hayali bir mahluk mahluk olduğunu anlayacağım güne kadar, kendi kendime icat ettiğim bu kukla ile oynamak istedim.
KAYNAKÇA: C. S. Tarancı, Peyami Safa: Hayatı ve Eserleri, İst., 1940; H. M. Ebcioğlu, “Peyami Safa Hakkında Ne Diyorlar?”, Yedigün, 6 Kânunısani 1941; M. Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar?, İst., 1960, s. 170-173; Y. Hacaloğlu, Sevenlerinin Kalemiyle Peyami Safa, İst., 1962; H. Z. Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, c. II, Konya, 1966, s. 743-747; T. Ulaş, “Görüş Açısı ve Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, Yeni Dergi, S. 46 (Temmuz 1968), s. 54-56; E. Göze, Peyami Safa-Nâzım Hikmet Kavgası, İst., 1969; Kudret, II, 300-326; Alangu, 100 Ünlü, II, 1111-1121; A. H. Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, (haz. Z. Kerman) 2. bas., İst., 1977, s. 361-364; V. Bürün, Peyami Safa ile 25 Yıl, İst., 1978; Moran, 185-218; N. Z. Bakırcıoğlu, Başlangıcından Günümüze Türk Romanı, İst., 1983, s. 122-134; E. Göze, Peyami Safa, Ank., 1987; O. Okay, Sanat ve Edebiyat Yazıları, İst., 1990, s. 225-234; M. Tekin, Peyami Safa’nın Roman Sanatı ve Romanları Üzerinde Bir Araştırma, Konya, 1990; O. Söylemez, “Safa, Peyami”, TDEA, VII, 402-406; A. N. Lee, Peyami Safa’nın Romanlarında Doğu-Batı Meselesi, İst., 1997; E. Üyepazarcı, Korkmayınız Mr. Sherlock Holmes, İst., 1997, s. 198-209; B. Ayvazoğlu, Peyami: Hayatı, Sanatı, Felsefesi, Dramı, İst., 1998; M. Tekin, Romancı Yönüyle Peyami Safa, İst., 1999; Necatigil, Eserler, 64, 74, 126, 151, 262, 267, 346, 355, 392; Özgüç, I.