HAYATI
Yazar ve şair. Asıl adı Mehmet. Saraybosna’da dünyaya gelen Nergisi’nin, eserlerinin yazılış tarihlerinden hareketle 1580-1585 yılları arasında doğduğu tahmin edilir. 1635’te Gebze’de yaşama veda etti. Kaynaklarda gömüldüğü yer konusunda Gebze, Üsküdar, Eyüp gibi değişik kayıtlara rastlanır. Rumeli kadılarından Nergis Ahmet Efendi’nin oğludur.
İlköğrenimini memleketi Saraybosna’da yapan Nergisi, daha sonra İstanbul’a gelerek Kafzade Feyzullah Efendi’den mezun oldu. Bir süre müderrislik yaptıktan sonra kadılığa geçti. 1604’te Rumeli kazaskerliği emrinde çalıştı. Rumeli’de 25 yılı aşkın bir kadılıktan ötekine dolaştı. Sonunda IV. Murat’ın isteği üzerine Revan Seferi’ne gidecek olan orduya 1635’in Şubat ayında vakanüvis olarak atandı. Ancak ordu İzmit’e yaklaşırken atından düşerek hayatını kaybetti.
Zincirleme tamlamalara, seciye, Arapça ve Farsça sözcüklerden seçilmiş anlamı herkes tarafından bilinmeyen sözcüklere, yabancı mecazlara ve imge düzenine dayalı münşiyane divan nesrinin Veysi ile birlikte belli başlı temsilcilerinden sayılan Nergisi, yaşadığı çağda ve daha sonra usta bilinmiştir. Kendinden sonra gelenlerce Taklide çalışılmış, ama Tanzimat ile birlikte yeni edebiyatı, yeni bir düzyazı oluşturmaya çalışanlarca anlaşılmaz ve yapmacık bir anlatımın yaratıcısı olarak eleştirilmiştir. Dilin ve anlatımın değişmesi, yalın bir dile yöneliş, Nergisi’yi okunmaz kılmakla kalmamış, divan nesri onun üslubu ile özdeşleştirilerek yerilmiştir. Nergisi ve izleyicilerinin oluşturdukları dil ve anlatım divan nesrini olumsuz bir gelişime sürüklediği gibi, bu gelişimin doğurduğu tepki, etkisinin bütünüyle yok sayılmasına yol açmıştır. Divan nesri söz konusu olduğunda Veysi ve Nergisi’nin örnek verilmesi, Tanzimat dönemi ile başlayan ilk tepkinin sonucudur. Bir tek cümle Nergisi’nin dili konusunda fikir verebilir:
“Hakka ki bu kadar sürur-ı bedihiyyüz-zuhur ki, Pertev-endaz-ı mereya-yı südur ve tab-efken-i mecerrat-ı tak bertak-ı idrak ü şuur-ı kaffe-i cumhur idi”.
ESERLERİ
- Hamse (düzyazı, 1839, İst. 1868)
- Münşeat (1622’de düzenlendi. Elliyi aşkın mektubu kapsar)
- Horos-nâme (düzyazı, MK)
- El-Vasl ül-Kâmil fi-Ahvâl ül~ Vezir il-Adil (Budin valisi Murtaza Paşa’nın yaşamı ve kişiliği ile ilgili, Paşa’nın Macaristan savaşlarını da anlattığı için tarihsel önem taşır).
ESER ÖRNEKLERİ
HAMSE’DEN
ODA ARKADAŞI
Neşeli toplantının tadını arttıran hoş tablatlılardan biri, sohbet sofrasında, kendi başından geçmiş bir vaka anlattı:
“Parasızlık, yeis ve yoksulluk günleri olan bir medrese asistanlığı zamanında kitap yazmakla geçinmeye uğraşarak ‘El boş, kese boş, evin köşesi boş!’ diye sızlanırdım. Bu müflis halimde bir başka asistan ile aynı odada oturuyordum. Görünüşte o da benim gibi yoksulluk ve felaket içinde idiyse de hakikatte kese kese altın sahibi olduğu muhakkaktı. Günlük ihtiyaçlarımızın teminini meslektaşlık icaplarına uydurup ‘bir gün sen bir gün ben’ usulünü tatbik etmekte idik.
Tesadüfen eli açık insanlardan muhterem bir zat ile tanışıp arkadaşlık etmeye başladık. O da bizim gibi medreseli olup, bu husus ara sıra toplanmamıza sebep olmakta, ben gönlü gani fakiri, oda arkadaşım gözü fakir zengin ile birlikte, birçok kereler yemeğe çağırıp şeker ikram etmişti. Bu hal bizi mahcup duruma düşürdüğünden, karşılık olmak üzere, bir kere de bizim iyi huylu zatı evimize yemeğe davet etmemiz bana münasip göründü. Lakin cebim tellek kesesinden boş olduğu için yüksek ruhluluk davet cesareti verdikçe parasızlık bu işe razı olmayıp engel çıkardı.
Bir akşam gecenin karanlığında kafamı kapladı, düşünüp dururken oda arkadaşım kederimin sebebini sordu.
-O muhterem zatın bizi boyuna çağırıp yedirmesinden mahcubiyet terleri dökmeye başladık. Bir hal elverse de, onun iyiliğinin altında kalmayarak, hiç olmazsa bir kere bizim de onu ziyafete çağırmamıza imkan olsa…
Diye cevap verdim. Meslektaşım ve oda arkadaşım olan değersiz herif eşekçesine nükteli sözlerle ruhuma teselli verdi:
-Dostum, senin kesenin bu işi yapmaya müsait olmadığı malum. Para ile münasebetin yer ile gök arasındaki mesafe kabilinden olduğu için bu hususun senin tarafından bir neticeye vardırılması tasavvuf edilemez. Caiz olursa ziyafet masrafına yetecek kadar parayı ben sana ödünç vereyim. Nihayet aybaşında aylığını bana havale et veya günlük masrafları bir müddet yalnız sen görmek suretiyle sayışalım.
Karar verip sözleştik. Bana yüz kuruşluk bir altın vermeyi kabul etti. Kabalığı ve dönekliği bence malum olduğundan sözü tekrarlayıp sıkıya bağladım. Teminat vererek:
-Allah göstermesin, sözden dönmek ve aykırı hareket niçin hatırıma geliyor? Hususiyet her davette ben de sana takılıp sofrasında yemek yemedim mi? Bu yolda bir mukabele benim için dahi bir borç ödeme sayılacağından benim de çok arzu ettiğim bir şeydir.. dedi.
Birçok eski tecrübeler dolayısıyla bu iş bana her ne kadar imkansız göründü ise de söz vermelerine bir insan sıfatıyla itimat ettim. Hemen davet zamanının tespiti ile ödünç vereceği parayı istedim.
-Sen münasip gördüğün vakit hemen davet et, altın hazırdır, dedi.
Günlerden bir gün:
-Yarın ikindiden sonra teşrifini rica et; ziyaret ev başka semttedir, gece de bizde kalır, böylece sohbeti de uzatmış oluruz… diye ısrar etti.
Ona tabi olmam dolayısıyla kabul ettim. Birlikte o iyi dostu davet etmeye gittik. Gelmesini rica ve davet teklifinde avare benden çok laf edip sözün mealini bir vadiye sevk etti ki sanki asıl davet sahibi ve ziyafet tertipçisi kendisi imiş.
O muhterem zat davet ricamızı “Baş üstüne!” cevabıyla karşıladı. Ertesi gün sabahleyin yemek tedariki yapmak üzere oda arkadaşımdan vereceği parayı istedim.
-Varayım getireyim.
Cevabıyla kalkıp beni terk etti ve uzun zaman çaresizlik ateşi içinde bekletti. İkindi ezanına kadar sağı solu gözledim, bir taraftan bir eseri görünmedi. Tam misafirin geleceği zaman yaklaşıp ne işe başvuracağım hususunda hayran ve mustarip kalarak olduğum yere çöktüm. Amma öyle bir halde ve öyle keder içinde idim ki “Düşman başına!” demeye mertlik müsaade etmez. Ümitsiz bir halde mahzun evin dört yanına baktıkça gözümün çengeli rehine layık bir şeye takılmadı ki ziyafet gereğini tedarike yarasın. Alçak arkadaş sabahtan şu felaket akşamına kadar görünmediği gibi “iki rahmetin biri” cinsinden bir haberi de gelmedi ki ne olacaksa olsun…
-Ya Rabbi, ne tuhaf derde düştüm! Bu sıkıntının ilacı senin lütfuna kaldı. Gelmekten vazgeçmeyi o muhterem dostun kalbine telkin etmezsen veya gelmesine bir engel çıkarmazsan bari bir an ölüm ziyafetiyle ben zavallıya edebi hayat ver!
Diyerek canü gönülden Azrail Aleyhisselam’ın teşrifini temenniye başladım.
Beni mahveden bu şaşkınlık içinde ne yapacağımı bilmeyerek üzüntü telaşıyla kaleme kağıda el uzattım. Fakat bastıran hafakan ve helecan ile parmaklarım kalemi tutmaz oldu; hokka içindeki kalemle, hayretten parmağı ağzında kalmış gibi idi.
Ben bu belada dişimi sıkıp kederden kendi kendimi yemekle meşgul iken sokak kapısında ayak sesi duyuldu. O sırada benim için gökten inme bir felaket, fakat bir an için edebi hayat olan muhterem dost ansızın içeri girdi. Hiç çekinmeden:
-Hay dostum, niçin bu anda böyle köşeye çekilmiş duruyorsun? Sana misafir geleceğini biliyor musun? Ne oturuyorsun? Kalk gel, bir fasıl şehrin pazarlarını dolaşalım, sonra gelip teklifsizce yemek ve sohbet işine bakalım.
Deyip benim içimdeki dertten habersiz, teklife bakmayarak, şakacılık yaparak hatırımı hoş etmeye girişti.
Ben bedbaht, ah çekmeye fırsat bulamayıp üzüntümü içimde hapsettim. Fakat öyle bir hale geldim ki elim kolum kımıldamaz oldu. Tam canım boğazımdan çıkacağı sırada tanıdık bir ses kulağıma geldi. Kederlerin böyle üst üste geldiği bir zamanda acaba sıkıntıma hangi bir sıkıntı daha ekleniyor diye koşarak karşıladım. Meğer vaktiyle bir müddet maiyetinde çalıştığım bir kadının kethüdası imiş. Efendisi bazı işler için İstanbul’a göndermişti. Memur olduğu işleri bitirdikten sonra vazifesine dönmek üzere iken aramızda eski bir kardeşlik samimiyeti bulunmak dolayısıyla, vedaya gelmiş. Huzuruna varıp teşrifinin sebebini anlamaya koyuldum. Fakat aklımı başımdan almış olan şaşkınlık dolayısıyla doğru dürüst söz söyleyemeyip heyecanla onun bana hitabetmesini bekler bir vaziyet aldım. O hemen söze başlayıp:
-Yarın memuriyet yerime gitmem icabetti. Bizi hatırlamak için şu küçük halıyı eve alıp yayarsınız.
Deyip güzel bir halı verdi. Suphanallah! Ne yerinde, beklenmedik bir lütuf! O anda “bakkala götürüp birkaç türlü yemek hazırlamaya sermaye çıktı!” diye düşündüm. Az kaldı sevinçten ölecektim. Bütün vücudum bu neşe ile titreyip teşekkür için nasıl muamelede bulunacağımı araştırmakla meşgul iken hemen bal dolu bir testiyi de –ki içinde tam şifa vardı- elime sundu:
-Bazı yerlere gönderilen malum hediyelerden ancak bunlar kaldı. Talihin fazla açık değilmiş, kusura bakma! Dedi.
Arkadan çıkan bu nimetle dertli canım dalga dalga gelen bir sevinç deryasına gark oldu. O, bu derece ile de yetinmeyip, vedalaşmak için elimi uzatmamı işaret ederek, nazikane bir şekilde, şıkır şıkır on gümüş kuruşu avucumun içinde bıraktı. Artık mesutluktan aklım gitmişti. Lütufkar meslektaş “Allah’a ısmarladık!” sadasıyla ihsanını tamamlayarak çıkıp gitti.
Ben öyle bir hale geldim ki fazla sevinçle asabım hareketten kalıp hayretle dilim tutuldu. Bir müddet bu halde, sessiz sözsüz takatsiz, Allah’ın hikmetini düşünüp durdum. Gitgide, kuru bir fidana su yürür gibi, vücuduma şuur tazeliği yayıldı. Dükkanı kapanmış bir müflis iken kendimi bir anda hazine sahibi bir büyük ve mesut tüccar hissettim. Omuzumda emsalsiz halı, elimde bal dolu testi, cebimde gümüş paralar, nazlı nazlı odadan içeri girerek muhterem ve uğurlu misafirime:
-Hay sultanım, safa geldiniz, hoş geldiniz, merhabalar, nasılsınız? Demin teşrif ettiğinizde aklım başımdan gitmişti, şimdi kendime geldim. Artık pazarı dolaşmak ve sonra oturup sohbet etmek münasip ise “buyur, fermanın olsun, cümle hizmet cana minnettir”.
Deyip kusurumu telafiye başladım. Gözüme keder yuvası görünen hakir, harabe, mamur bir ev, bir cennet bahçesi oldu. Hemen kuruşların birkaçını medrese arkadaşlarından bazı eli çabuk rint ahbaplara dağıtıp:
-Biz bu muhterem arkadaşla gidip şehri dolaşıncaya kadar sizler mümkün mertebe pilav ve helva kısmından münasip olan şeyleri hazırlatın! Diyerek yemek pişirtme işini canlara havale ettim.
Gönül sefasıyla içim dışım sevinçli olarak semti ve pazarı dolaşıp padişah olmuş kadar zevkler duyarak akşam ezanında hazır sofra başına huzur ile oturduk. Tama yemeğe başlayacağımız sırada me’lun, asılacak arkadaş ansızın kabul gibi çıkageldi. Hazırlanmış sofrayı sonsuz yemeklerle süslü görüp dalkavukçasına tavırlarla sofranın köşesine çöktü. Daha evvel muhterem misafir teşrif ettiği zaman onu meydanda görmeyince ahvalini sormayı ihmal etmeyip “Davette o sizden ziyade ısrar etmişti, şimdi karşılamada bulunmayışının sebebi nedir?” diye sordukça ben “Bazı hemşerilerimizin takılmasıyla geç kalmıştır” yolunda cevaplar vermiştim. Şimdi perişan bir tavırla gelişi misafire hayret verip henüz aralarında “hoş geldin, hoş bulduk” sözleri söylenmeden eşek huylu herif kabahatinden büyük olan özrünü anlatmaya başladı. Ben “Yadigar, bu ettiğin uygunsuzluk nedir?” diye suratına bir tekdir yumruğu indirmeden, Allahın ve insanların laneti üzerine olacak me’lun dinsiz, öldürücü zehirlerle dolu sözlerine devam etti:
-Kusura bakma! Bu kadar geç kaldığıma sebep şu oldu ki Ayasofya semtinde altını iki akçe fazlasına bozan bir bozacı Arnavut kafiri dostum var. Talihsizliğime bugün dükkanını açmamış; ondan dolayı da bu zamana kadar bekledim. Nihayet akşam namazı olunca ümidi kesip dönüp geldim.. dedi.
-Hay kaza ve kader vücudumu bela ve kederden emin etmeye! Bu kadar ahbabı iki akçeye satıp, bir muhterem zatı davet etmiş iken ve benim yarım buğday tanesine kudretim olmadığını bilirken, beni mahcubiyet satırı altında öldürdüğünü bir tarafa bırak, bari misafirimiz olan lütufkar şahsiyete bu kara yüzlülük hareketini reva gördüğün ne garip kötülük, ne tuhaf kabahattir! Sen böyle bir me’lunluğu ve alçak huyluluğu caiz gördükten sonra yere geçecek altınlarını, iki akçe fazlasına değil, yüz akçe daha ziyadeye kabulde aciz mi idik?
Diyerek tekdirle ıstırap ateşime biraz su serptim. Meğer muhterem misafir hareketlerden ve herifin manasız sözlerinden durumu sezerek nerdeyse ahvali tamamiyle anlamış. Görünüşte bilmez gibi davranarak:
-Yeter münakaşanız, teklifimiz yok, keyfimize bakalım! Makamında vaziyeti idare etti.
Toplantıda bulunan arkadaşlar her taraftan yemeğe başladılar. Bu sefer o kadar ruhlu mel’un öyle tuhaf bir kötü harekette bulundu ki evvelki cinayetini unutturdu. Sofrada bulunanlar ellerini lokmaya uzatırken o iğrenç hınzır yemeğe el sunmadan yüz parça olası cebine elini sokup bir Osmanlı kuruşunu öğüngen bir tavırla, önüme, sofranın kenarına koydu. Maksadın ne olduğunu anladım. Amma utancımdan ter içinde bakıp “Akçesini gözüne sokar veya bir tarafa atarsam çekişmenin fazlalaşmasına sebep olur ve herifin utanılacak düşüncesi meydana çıkararak daha çok soğukluk olur. Her ne ise görmemezlikten gelmek daha uygundur” dedim ve nezaketle:
-Şimdi böyle şeylerin yeri değil diye yavaşça tembih edecek oldum. Beni kendisi gibi eşek sanarak, parası gözüme ilişmedi düşüncesiyle, açıkça:
-Hay birader, akçeni al! Demeye başladı.
O kadar tembihe çalışmam fayda vermedi. Muhterem dost farkına vararak:
-Sofra başında para kavgasının sebebi nedir? Deyince:
-Efendim, birader ile meslektaşlık usulünce geçiniriz. Akşamları her birimiz akçecik vererek bir gün o bir gün ben masraf görmek adetimizdir. Bu gece de hisseme düşeni verdim. Kimsenin hakkı üzerimde kalmasın.
Deyip bir herze yedi ki bütün arkadaşlar her yandan kahkahalarıyla her ikimizin de başına taşlar yağdırdılar. Hala hatırladıkça ağzımın içi zehir gibi olur ve o sofrada bulunan tabakları birer birer pis suratına parça parça etmediğime pişman olurum.
Hamse-i Nergisi, 1868
KAYNAKÇA: İslam Ansiklopedisi, Ömer Faruk Akün, 1971