HAYATI
Divan şairi. 25 Aralık 1787’de Yozgat, Bozok’ta dünyaya geldi. 12 Mart 1845’te bir hac dönüşü İskenderiye’de rahatsızlanarak yaşama veda etti. Mezarı orada, Danyal Peygamber türbesi yakınındadır. Akif Paşa, Ayıntabi Kadı Mehmet Efendi’nin oğludur.
Akif Paşa, doğduğu şehirde özel öğrenim gördükten sonra bir süre Çapanoğlu Süleyman Bey’in divanında katiplik yaptı. Daha sonra İstanbul’a gelerek Divan-ı Hümayun katipliği görevinde bulundu. Önemli memuriyetlerde çalıştı. Vezir rütbesi ile Hariciye ve Mülkiye nazırlıkları görevine getirildi. 1825’te amedci, 1827’de beylikçi oldu. 1832’de reisülküttaplığa atandı, bu görevinin adı Umur-ı Hariciye Nazırlığı’na çevrilince vezir rütbesiyle Osmanlı Devleti’nin ilk hariciye nazırı oldu (1835). Kadıköy’de avlanırken tüfekle bir çocuğu yaralayan İngiliz gazeteci William Churchill’i hapsettirdiği için, İngiltere elçiliğinin müdahalesiyle azledildi (1836). Sürekli rekabet halinde bulunduğu Pertev Paşa’nın azledilmesini sağlayarak onun yerine mülkiye nazırlığı görevine getirildi. Bu görevin de adı değiştirilince ilk dahiliye nazırı oldu. Ancak kısa bir süre sonra Pertev Paşa’yı himaye eden Mehmet Rauf Paşa sadrazam olunca azledildi. Bir süre sonra Kocaeli mutasarrıflığına getirildi (1839), halkın şikâyetleri üzerine yine azledilerek Edirne’ye sürüldü (1840). İki yıllık sürgünden sonra Bursa’da oturmasına izin verildi. 1842’de affedilerek İstanbul’a döndü. Akif Paşa’nın, Tanzimat Fermanı’ndaki ilkelere benzer hükümler ilan etmek isteyen II. Mahmut’u, padişahlık hukukunun sınırlanacağı gerekçesi ile önlediği söylenir.
EDEBİ KİŞİLİĞİ
Başarılı bir siyaset adamı olarak kabul edilmekle beraber son dönem Osmanlı tarihine kindar, kavgacı, huysuz, mevki düşkünü olmak gibi olumsuz vasıflarıyla geçen Akif Paşa iki şiiri ve bir mektubu ile edebiyat tarihlerinde de yer almıştır. 4 kaside, bir terciibent, bir küçük mesnevi, 7 tarih manzumesi, 3 şarkı, 16 gazel ve birkaç lugaz ve kıtadan meydana gelen matbu küçük bir divançesi vardır. “Adem” kasidesi diye bilinen şiiriyle birçok yazar tarafından Tanzimat’tan önce Türk edebiyatının yenileşme döneminin ilk müjdecisi olarak kabul edilmiştir. Ancak daha yakın dönem eleştirmenleri onun eski tarz dil ve düşünceden farklı olmadığını ileri sürmüşlerdir.
İlk defa kişi yerine bir kavram için yazılmış bir methiye olan “Adem” kasidesi Akif Paşa’nın siyasi hayatındaki azil ve sürgün olaylarının, ihtiraslarının, kin duygularının, ruhi ve bedeni rahatsızlıklarının doğurduğu yoğun bir bedbinliği yansıtır. Şiir tamamen geleneksel şiirin şekil ve mazmun sistemi üzerine kurulmuş olmakla beraber divan edebiyatında içinde yaşanılan dünyaya ve bütün varlıklara karşı bu kadar şiddetli bir nefret duygusu yoktur.
Abdülbaki Gölpınarlı ve Prof. Ali Nihat Tarlan, Akif Paşa’nın yenilikçi edebiyat akımından yana olduğu savına karşıdırlar. Namık Kemal de Baharı Danış önyazısında dilimizde bir çığır açmak istediğini ama en özen gösterdiği yapıtında bile Acem geleneklerinin arkasından gittiğini dile getirir. Adem Kasidesi ve torunun ölümü üzerine hece ölçüsü ile kaleme aldığı Mersiye Akif Paşa’nın en bilinen şiirleri arasındadır.
ESERLERİ
Şiir:
- Münşeat-ı Elhac Akif Efendi ve Divançe, İst.: Matbaa-i Amire, 1843
- Tabsıra-i Akif Paşa, İst.: Matbaa-i Amire, ty; Eser-i Akif Paşa, İst.: Tatyos Divitciyan Mtb., 1873
- Muharrerat-ı Hususiye-i Akif Paşa, İst.: Matbaa-i Ebüzziya, 1884
Çeviri:
- Risaletü’l-Firasiye ve’s-Siyasiye, (yazma, İÜ Ktp.).
ESER ÖRNEKLERİ
ALAYLI BİR FIKRA
Yazar, memleketteki yabancı politikacıların siyasi maksatlarla uydurup yaydıkları havadisleri tahlil ederken anlatıyor:
Bir tarihte Dağıstan hanları İran üzerine asker çekerek Azerbaycan’ın ekser mahallerini zapt ile Tebriz’i dahi muhasara etmişler idi. Tebriz hanı Hudadad Han, Meraga ve Muş ve Hakkari taraflarından ve sair mahalden imdat isteyip mektuplar göndererek divan katibine:
-İmdadımıza yetişilinceye kadar Tebriz ahalisi muhasaradan sıkılıp alacak etmemek için on beş gün kadar şunları avutmaya bir tedbir olsa…
Dediğinde divan katibi:
-Ben anı yaparım.
Deyip geceleyin gizlice beş altı tatar ihraciyle bunların bazısı sabahleyin ve bazısı öğle ve ikindi vakitleri başka başka Tebriz kapılarından naralarla girip sual edenlere mesela “Muş paşasından ve filan mahalden şu kadar bin asker geliyor! Hudadad Han’ın anın haberiyle geldim” deyü söylemek üzere her birine tembih ederek bu veçhile her taraftan müjde tatarlarının vürudunda Tebriz ahalisi canlanıp top ve tüfek şenlikleri ettikten sonra o akşam divan katibi hanesine geldiğinde babası Mirza Zaman:
-Ay oğul, bu mahsuriyetle halimiz ne olacak? Dağıstanlılarla, aman dileyerek, Tebriz’i mi vereceksin, yoksa akçe ile bohça ile yalvararak def’in bir çaresini mi bulacaksınız?
Deyü hasbihal etmeğin divan katibi:
–Baba, niçin endişe ediyorsun? Bugün Tatarlar geldi, filan yerden bu kadar bin asker geliyor. Dağıstanlıları şöyle keser, böyle biçeriz.
Deyu şevk ü şadümani ile cevap vererek babası:
-Zavallı köpek! Bu senin kendi yaptığın yalandır. Sevine sevine ne söylüyorsun? Demiş.
ŞEYH MÜŞTAK’A MEKTUP
Şeyh Müştak veya Müşfik adlı bir zat, dini şahsiyetinden faydalanarak, Saray çevresinde nüfuz sahibi olmuş, Akif Paşa’nın dahiliye nazırlığına getirilmesine de yardımı dokunmuş, sonra bu yardımını ve nüfuzunu sezdirerek Paşa’dan aşırı isteklerde bulunmuş. Aşağıdaki parça Akif Paşa’nın kendisine yazdığı mektuptan alınmıştır.
Gönderilen mufassal ve meşruh tevbihnamemiz mütalea olunup teessüften gayrı bir mana verilemedi. Zira ben memur olalı daha kırk gün olur olmaz güya aylar, seneler geçmiş ve evlad ü ayalimize iratlar, zaviyeler, maaşlar yapılmış da size bakılmamış gibi bu derece sitemlere, serzenişlere neden müstahak olduğumuz bilinemedi.
“Kira ile eve çıkayım” dediniz, “peki” dedim; ev bulunup da tutmadım mı? Satın alacak oldunuz, tek kırılmasın diye muvaffakat ettim; siz rücu etmediniz mi? Klos’un konağının anahtarını getirip verdim. “Han gibi” deyip siz reddetmediniz mi? Hatta “Anahtarları geri göndereyim” dediniz; “Bakalım ileride ne yaparız, varsın anahtar da sizde dursun” demedim mi?
Ne oldu ki bu derece mayup ve müttehem varlık davaları meydana çıkarılmak iktiza etti? Ve tatlılıkla, muhabbetle görülecek iş, bizi böyle korkutmak ile görülmek tarafına sapılmak neden lazım geldi? “Ben şaşkın değilim” buyurduğunuz gibi ben de hiçbir şey bilmez değilim.
Siz bizim aleyhimizde “O daire söndü” tabiriyle mahvımıza muntazır olduğunuz zamanlarda ve bu hainler de on beş ay peşimize düşüp telefimize yürüdükleri ve benim de haklarında ağzıma geleni söylediğim esnalarda Cenabı Hak bu abd-i acizini muhafaza ile velinimetimiz Şevketmeab Efendimiz Hazretlerine sözleri tesir etmediği alemin malumu olmakla bu demek olur ki nazar-ı Hazret-i Padişah-i ve eseri tecelli ilahi benden zall olmayıp Rabbim hikmet-i adaletini izhar edecekmiş; etti ve sizin dahi canü gönülden himmetiniz vaki oldu.
Meram ikrar ve itiraf ise kiraren ve miraren ettik ve evlad ü ayalimize de bildirdik ve hatta bazı ahbabımıza bile söyledik. Şimdi birkaç bin kuruş için memuriyetimizden kırk gün geçer geçmez bu mertebe başımıza kakmak ve bir adama bir lokma verip daha boğazından inmeden parmağını gözüne sokmak gibi, layıksız, muamelelere, uzun uzun şikayetlere ve davalara ne zaruret mest etti?
Hele siz böyle şeyleri nasıl ise yazmayı istemişsiniz, yazan çelebi de:
-Dur bakalım aziz! Konmadan göçülmez, birdenbire bu münasip olmaz, o sizin elinizi öpüyor, varın kendine ne söylerseniz söyleyin; lakin ben onun eteğini öpüyorum, benim kalemime yakışmaz; ve hususa “serian cevabını gönderin” yani meramınız üzere hareket etmeyecek iseniz tedbilinizin çaresine bakalım gibi lakırdılar edebe muvafık düşmez. Diyecek yerde siz ne buyurdunuzsa onu yazmasına ve dirayet ve irfanına doğrusu aferin!
Hasılı, azizim, siz muhabbette daim, ben de hizmette kaim. Lakin “Seni ben nasbettim, biliyor musun? Şöyle etmedin, azledeyim mi? Böyle etmedin, değiştireyim mi? Gibi abur cubur maddelerle iki günde bir başımıza kakılıp durulacak ve bir muamele iş güç olacak ise, tahammül eder dururum desem yalan söylemiş olurum. Ne yapalım, elhükmü lillah!
(Nümume-i Edebiyat – Osmaniye, 1878)
MERSİYE
Tıfl-ı nazeninim unutmam seni
Aylar günler değil geçse de yıllar
Telhikam eyledi firakın beni
Çıkar mı hatırdan o tatlı diller
Kıyılamaz iken öpmeğe tenin
Şimdi ne haldedir nazik bedenin
Andıkça gülşende gonca dehenin
Yansın ahım ile kül olsun güller
Tagayyürler gelip cesm-i semine
Döküldü mü siyah ebru cebine
Sırma saçlar yayıldı mı zemine
Dağıldı mı kokladığım sünbüller
Feleğin kinesi yerin buldu mu
Gül yanağın çürüyüp toprak oldu mu
Acaba çürüyüp toprak oldu mu
Öpüp kokladığım o pamuk eller
TÜRKÜ
Pek arzular gönül efendim seni
Yaktı kül eyledi firakın beni;
Dağu ber-dağ edip bu can teni
Yaktı kül eyledi firakın beni
Hayalin durmakta gözümde daim
Zebanım olmakta zikrinde kaim
Ah u feryad ile geçer bir anın
Yaktı kül eyleyi firakın beni
Akl ü bütün tarumar ettim
Şaşırıp vadi-i hayrete gittim
Nar-ı hicrin ile eridim bittim
Yaktı kül eyledi firakın beni
KAYNAKÇA: İbnülemin, Şairler, 69-77; Ergun, I, 33-37; İsmail Habip, Yeniliğimiz, 43-65; Tanpınar, 60-67, 85-87; A. H. Tanpınar, “Akif Paşa”, İA, I, 242; A. Uçman, “Akif Paşa”, DİA, II, 261; ay, “Akif Paşa”, YYOA, I, 180; O. Koloğlu, Miyop Çörçil Olayı, Ank., 1986.